Kobayaşi Takici’nin romanı Yengeç Konserveleme Gemisi, tekrar tekrar “hortlayan” bir hayaleti hatırlatıyor. Roman, yengeç konserveleme gemisi denilen, fabrika-gemilerde çalışan işçilerin, balıkçıların, miçoların çalıştıkları cehennemvari koşullarını anlatıyor. Zaten romanın giriş cümlesinden görülebilir bu: “Hey, cehenneme gidiyoz lan!” Gidiyoruz denmez, gidiyoz denir. Kitabın çevirmeni Devrim Çetin Güven’in sunuşunda belirttiği gibi Takici, işçilerin dilini kullanarak yazmıştır romanını. Merkez ile çevrenin dili çatışmaya sokulmuştur. Farklı dil biçimleriyle örülüdür roman, şefin, Çinli bir çevirmenin, egemenin ve direnenlerin dilleriyle.
Adlandırmanın biçimleri de göze çarpar. Örneğin, şefin, şirketin bir ismi varken, sömürülenlerin isimleri yoktur. Ya meslek gruplarıyla ya da ayırt edici özelliklerine göre adlandırılırlar. Bir istisna vardır: Yamada. Ölen bir balıkçının ismidir. Kekeme diye adlandırılan karakterin sözlerinde keskin biçimde ifade edilir. “Ş-şü-şüphesiz, Y-Ya-Yamada k-ka kardeş k-ka-katledilmiştir!”
Roman, işçilerin berbat yaşam koşullarını, kölece çalıştırılmalarını bu kolektif kahramanların kendi ağızlarından dile getirir, “Yine düştük bu uğursuz gemiye ya, herhalde geberip gideriz bu kez!” der biri, ya da “Üç yıl daha yaşayabilsem ne mutlu bana” diye söylenir kimi. Mekânın da pek önemi yoktur aslında, bu sesler ister Yengeç Konserveleme Gemisi’nden gelsin, ister madenlerden, ister inşaatlardan. Cehennemlerin yaşattıkları ortaktır: Çalışması için dövülür biri, buhar kazanına atılıp yakılan bir ateşçiyi duyar diğer işçiler. “İnsan hayatını ne sanıyosun ulan sen!” diye haykırır başkası. Hiçbir kanunun işlemediği bu sularda “Kapitalizm ve sermayecilik kelimenin tam anlamıyla her şeyi yapar” diyebilir. Bu gemiler birer fabrikadır aynı zamanda, bu yüzden ne tam gemidir, ne tam fabrikadır. İki sınır arasında sınır tanımaz, bir yüzer-gezer “sömürü cehennemleri”dir.
Balıkçılar, uyuyamadıkları geceler kendi bedenlerine, “Her şeye rağmen hala yaşıyorsun be..” diye fısıldarken, az çalışanların bedenleri damgalanır. Üstelik tüm bu işler “Japonya İmparatorluğu adına” sürdürülür. Kekemenin cevabı açıktır: “S-sa-sa-de ş-şi-şir-ketin k-ko..kodamanları m-ma-ma-ma-lı g-gö-türüyorlar a..a..a-ma ne..ne..nedense..” Bu konuşmalar üzerine verilen tipik refleks de açıktır: “Hop dedik! Vatan hainliği yapmayın!”
İşçiler, bitlerden, pirelerden uyuyamadıklarında, “Öldürcen beni ulan şerefsiz bit”! diye homurdanırken, “Ee, iyi ya işte, kurtulursun be baba!” diye karşılık aldığında hep bir ağızdan kahkahalarla gülerler. Yalnızca sömürülenlerin acısı yoktur, kahkahaları da vardır, direnme güçleri de. Böylece bu berbat koşullardan bıkıp, bir “talepname” hazırlarlar, “On’a karşı dört yüz! Evet, biz neredeyse dört yüz kişiyiz” diyerek birleşirler. Şefleri tatmin edici bir cevap vereceğini söyler ama isyancıları oyalar ve gizlice onlara eşlik eden ve “koruyan” savaş gemisini yardıma çağırır, böylece isyan bastırılır. “İmparatorluk savaş gemisiymiş, şişirip duruyorlar; zenginlerin, kodamanların uşağı bunlar be! Milletin dostuymuş, hadi ordan, bok yesinler!”
Kobayaşi Takici, siyasi ve edebî faaliyetleri gerekçesiyle Özel Yüksek Polis Birimi’nin ağır işkencesi sonucu öldürüldüğünde yalnızca 29 yaşındaydı. Bu kısacık yaşamında yaptıklarını unutturma girişimlerine rağmen romanları yeniden dirilmeyi başarmış görünüyor. Takici’nin bu eseri, gazete haberlerinden yola çıkarak yazdığı belirtiliyor. Karaya oturmuş ve SOS sinyalleri veren bir geminin, diğer yengeç konserveleme gemilerince görmezden gelinmesi sonucu batan ve mürettebatının çoğunun can vermesiyle sonuçlanan gerçek bir felaket, bu romanda da işleniyor. Diğerleri yardım isterken geçip gitmenin çıldırtıcı acısı benzer bir örnekle gösteriliyor. Örneğin, önceleri kömür madeninde çalışan bir işçinin yaşadıkları:
“İşçi şefi ve diğer madencilerin patlama ve yangın başka kısımlara yayılmasın diye yeraltı yoluna bir duvar ördüklerini görmüş. O sırada, duvarın ötesinde madencilerin yardım isteyen feryatlarını bariz biçimde işitmiş. İsteseler onları kurtarabilirlermiş, üstelik imdat sesleri yürek parçalayıcı mahiyetteymiş ve o sesleri asla unutamazmış. Ayağa kalkmış ve çıldırmış gibi:
“Yazıktır! Olmaz! diye bağırarak diğer işçilerin arasına dalmış. (Geçmişte kendisi de benzer durumda duvar örmüş, fakat o zamanlar bu onu rahatsız etmemişmiş..)
Ulan dangalak! Yangın buraya sıçrarsa hasar büyük olur!” diye çıkışmış biri.
“İmdat seslerinin gitgide cılızlaştığını duymuyo mu bunlar?” diye düşünmüş. Akabinde, kendini kaybedip ne yaptığını bilmeden, elini kolunu sallayarak, bağırıp çağırarak, yeraltı yolunda deli gibi koşmaya başlamış.”
Daha sonra, yanlarında seyreden bir gemiden SOS sinyalleri aldıklarında, tıpkı duvar örmek zorunda kalan işçiler gibi, yengeç konserveleme gemisindekiler de, bu SOS sinyallerini görmezden gelmeye zorlanırlar. Geminin kaptanı rota değiştirip yardıma ihtiyacı olan gemiye doğru seyrettiğinde şeften azar işitir.
Hişş, bu kimin gemisi unuttun galiba? Şirket bastırmış parasını, kiralamış. Bir şey söyleme yetkisi olan kişi şirket mümessili Suda Bey ile bizzat benim! Sana gelince, kaptanım diye hava basıyon da, helada götümü sildiğim kâat kadar bile değerin yok senin. Çaktın mı leyn? O külüstür gemiye bulaşırsak bir haftamız heba olur. Dalga mı geçiyon oolum! Bi gün bile gecik bak n’oluyo!”
Benzer bir örnek olan Sergei Eisenstein’ın kült filmi Potemkin Zırhlısı’nda (1925) gemideki berbat yaşam koşullarından patlak veren “kolektif kahramanlar”ın isyanı da başka gemiler karşısında test edilmiştir. Gerçekte Potemkin Zırhlısı, Romanya’ya sığınmak zorunda kalsa da filmde böyle olmamıştır, o meşhur son sekanstaki gerilim, tek başına kalan bu gemiye, başka gemilerin katılmasıyla çözülmüştür.
Bugünlerde gemi metaforundan başka bir şey duymuyoruz elbette. “Aynı gemideyiz”, diyerek çatışmayı örten manevralara karşılık, “aynı gemide olabiliriz ama bazılarımız kazan dairesinde” diyerek sınıfları, eşitsizliği vurgulayanlar ya da “gemi yok” diyerek onun “hayalî cemaat” tarzında var olduğunu söyleyenler var. Mümkündür, fakat unutmamamız gereken Takici’nin dersi şu olmalı: Bir gemi varsa şayet, aslında başka gemiler karşısında vardır, bir cehennem varsa şayet, başka cehennemler karşısında vardır. Aynı gemide olup olmadığımız değildir mesele; hangi gemileri görmezden gelip geçip gittiğimizdir.
Her şeye rağmen bir yenilgi romanı değil bu, isyan bastırıldıktan sonra işçilerin tek düşündüğü birlik olmaktır, bir kez daha, yeniden başlayarak: ““Öyleyse, hadi bi kez daha!” Ve bir kez daha ayağa kalktılar… Bir kez daha!” 1929’da yayımlanmış bu romanın yeniden “hortlamasının” nedeni işçi sınıfının “yeniden keşfi” olmasa gerek; esasında sömürü ve apaçık kölelik sistemi kendisini tüm çıplaklığıyla açığa vuruyor. Bir şey yeniden keşfedilmiyor, “bastırılanın geri dönüşü” yaşanıyor. Farklı biçimlerde, eskinin aşılması olarak, bastırılan geri dönüyor.
Koray Kırmızısakal
Sosyal Bilimler Yazarı
koray.kirmizisakal@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.