Kaderinde Nazi Almanyası’nın felaketine katlanmak olan bir Yahudi olarak dünyaya gelen Hannah Arendt, doğduğu ülke bilinen dünyaya hükmetme kararlılığıyla bir kıtayı tükettiğinde bütün bir uygarlığın maruz kaldığı çaresizliği ilk elden deneyimledi. Yakından, insanlık hâlinde, entelektüel yeteneğini hayatının geri kalanında şekillendiren büyük bir şey gördü. Bu deneyim, Arendt’i politik bir düşünür yaptı.
Kendini bir Alman Yahudisi olarak değil, bir Yahudi Alman olarak düşünmüştü. Ancak Naziler iktidar olduğunda ve arkadaşları, meslektaşları ve komşuları onu tanıdıklarını unutmak için çırpınır hâle geldiğinde, kimliğinin dönüşümü onu şaşkına çevirdi ve bunun nasıl olduğu sorusu bir saplantı hâlini aldı. Doğru, siyasi haydutlar Almanya’yı gasbetmişti ama öyle görünüyordu ki, diğer Avrupa ulusları da, sanki yalnızca uygun anı bekliyorlarmış gibi, aynı derecede açık bir resmi anti-Semitizm politikasını benimser durumdaydı. Niye? Ve neden şimdi? Yahudiler arasında, kendilerinin her zaman olduğu gibi yalnızca yeni yetme barbarların kurallarnın kurbanları oldukları inancı tatmin edici değildi. Arendt’e göre bu, olan bitenin uçsuz bucaksızlığı için yetersiz bir açıklamaydı.
Arendt, Yahudilerin yüzyıllardır rutin Avrupa anti-Semitizmini belirlenmiş bir şey olarak kabul ettiklerini biliyordu; hayatta kalma dışındaki tüm dünyevi kaygıları doğal olarak engelleyen bir şey. Artık Yahudi nefreti, yaşama hakkını bile yasaklayan bir siyasi politikaya dönüşmüştü. Bu unsurların kaynaşmış olduğuna ikna olmuştu; birinin aslında diğeri olmadan mümkün olmadığına inanmaya başladı. Oradan, siyasi özgürlüğün yalnızca siyasi sorumlulukla geldiği -ya kazanılır ya da kaybedilir- inancına varmak kolay bir adımdı.
The Jewish Writings [Yahudi Yazıları], Arendt’in 1932-66 yılları arasında yazdığı makale ve denemelerden oluşan bir derlemedir. Bu eleştirmen için bunlar bir vahiy olarak geliyor. Arendt’in hem övüldüğü (insanların gerçekliği, İnsan kavramının önüne geçer) hem de lanetlendiği (kötülük sıradandı; Yahudiler sorumlu tutulacaktı) beyanlarına ulaşmak için gittiği zihinsel yolu hiçbir zaman tam olarak anlamamıştım. Kitabı dosdoğru okumak, Arendt’in sonraki çalışmalarının çoğuna bilgi veren tek eleştirel içgörünün kökenini ve sürekli gelişimini açıkça görmektir: yani, dünya bizim onu dönüştürdüğümüz şeydir. Özgürce nefes alma ihtiyacı belirlenmiştir; ama bunu yapma hakkı verilmemiştir. İnsanlar arasında güç istenci, bizim gibi olmayanların yer işgal etme haklarına sürekli meydan okuyan somut bir güçtür. Kendine benzemeyen, hiçbir koşulda meydan okumayı görmezden gelmekte özgür değildir. Dahası, meydan okumaya, fırlatıldığı koşullar içinde direnilmelidir. Arendt’in dediği gibi, “Yahudi olarak saldırıya uğrayan kişi, bir Alman, bir Fransız veya bir dünya vatandaşı olarak değil, bir Yahudi olarak cevap vermelidir.”
Yahudilerin basit hayatta kalma kaygısı, tuhaf bir tür dünyasızlığa yol açmıştı (Arendt’in sözü). Yahudiler, hayatlarında herhangi bir siyasi eylemin yokluğunu uzun süredir kabul etmiş, kendilerini ellerine geçen her koşula ustaca uyarlamıştı, tek ortak niyetleri Yahudi olmayanlar yokmuş gibi yaşamaktı. Bu, ya dindarlık ya da para kazanma arayışına vardığından, Yahudi kitlesi, küçük kasabalarda, Tanrı’nın Yasasına kendi kendine büyülenmiş bir tapınma uygulayarak karanlıkta yaşıyordu, bazıları da ne etkisi ne de ilgisinin olduğu rejimlerinde kralları ve bakanları finanse edecek kadar zengin oldu. Bu dünyevi bağlılık eksikliği, hem dindar hem de laik Yahudilerin, Yahudilerin tarihin dışında olduğu (Arendt’in “dünyasızlık” ile kastettiği şey) ve bu nedenle -taciz edilseler, kısıtlansalar ve hatta öldürülebilseler de- temelde görmezden gelinecekleri şeklindeki naif inancı benimsemelerine yol açtı. Naziler, Weimar Cumhuriyeti’nin sefaletine yol açmakla bir Yahudi dünya komplosunu suçlayarak Almanya’da iktidara geldiğinde, şaşkına döndüler, ancak suçlamayı, Yahudi karşıtı günah keçisi ilan etmenin tanıdık tarihinde başka bir bölüm olarak karşıladılar.
Arendt şimdi Yahudilerin anlayamadığı şeyin, kişinin tarihten uzaklaşması diye bir şeyin olmadığı olduğunu düşünüyordu. Eğer kişi kendi dünyasının oluşumunda aktif bir katılımcı değilse, içinde yaşadığı dünyaya kurban edilmeye mahkumdur. Her zaman, aracı gereklidir. Aracılık yapmamak, kaçınılmaz olarak, onu uygulayanların kölesi olmaktır. İlk koşul aslında ikincisini harekete geçirir.
Arendt’in artık Yahudilerin kendi mahvolmalarına çok önemli bir katkı olarak gördüğü, kabul edilemez olanın kabulüydü. Onların yüzyıllar boyunca sadece sırtlarını koruma ve yüzlerini sakınma arzusuyla yaşamaları, kendilerinde, hatta insan varoluşunda korktukları ve nefret ettikleri her şeyi böylesine alçakgönüllülükle görenlerin hükümetler ve bireyler arasındaki düşmanlığını artırmıştı. Yahudiler, kendilerinden istenenin tabi konumlarına karşı militan bir mücadele olduğunu hiçbir zaman anlamadılar; böyle bir mücadele olmadan, Avrupa’nın ekonomik yaşamıyla bütünleşmiş, ancak kültürü içinde aktif olarak hor görülen sosyal dışlanmışlar olarak kalmaya mahkumlardı. Burada, boyun eğdirilmiş olana zorbalık etmek, onu ezmek ve yok etmek için doğuştan gelen insan dürtüsünün dramatik bir örneği vardı. Kendi zamanımızda, eziyet gören siyahların, aşağılanmış eşcinsellerin ve dışlanan kadınların özgürlükçü hareketlerinin tarihsel dersi aldıklarını gördük: Politik olarak hor görüldüğünde, ya ayaklarının üzerinde savaşırsın ya da dizlerinin üzerinde ölürsün.
***
Bu kitaptaki parçaların birçoğu ilk olarak, Arendt’in 1941-1950 yılları arasında yazdığı New York merkezli Almanca bir gazete olan Aufbau’da yayımlandı ve bize çoğumuzun varlığından haberdar olmadığı bir Hannah Arendt gösterdi: ısrarcı, dokunaklı, savunan. Örneğin, kitaptaki en tekrarlanan unsurlardan biri, savaş boyunca, dünyadaki Yahudilerin kendi ordularını kurmaları ve ellerinde silahlar ve yüreklerinde doğrulukla Hitler’e karşı savaşmaları gerektiği konusundaki tutkulu ısrarıdır. Bunu gerçekten kastetmişti. Elbette tüm müttefik kuvvetlerin -Amerikan, İngiliz, Rus- ordularında savaşan Yahudiler vardı ama mesele bu değildi. Yahudiler kendi bayrakları altında Hitler ile savaşmak zorundaydı. “Avrupa’nın ihtişamına ve sefaletine diğer halkları kadar katkıda bulunan bir Avrupa halkı olarak bu savaşa girmeliyiz” dedi. Müttefik kuvvetler Yahudiler için Hitler’i yenerse, bu bir halk olarak Yahudilere hiçbir fayda sağlamayacaktı çünkü “Yahudi olmanın rezaletinden tek bir kaçış yolu var — bir bütün olarak Yahudi halkının onuru için savaşma” fikrini savunuyordu. İlginç bir şekilde, gizli bir Polonya gazetesi Varşova Gettosu ayaklanmasına şu sözlerle şapka çıkardı: “Yahudilerin pasif ölümü yeni değerler yaratmadı; anlamsızdı; ancak [bu] elde silahla ölüm, Yahudi halkının yaşamına yeni değerler getirebilir.” Yirminci yüzyılın ortalarında, insanın tıpkı bir mağarada çömelmiş gibi yaşama hakkını kazandığı ortaya çıktı.
Belki de bu parçalardaki en önemli tema, Nazilerin Yahudi halkına yönelik saldırısının bir bütün olarak Batı medeniyeti için büyük bir gerileme olduğudur: Hitler’in savaşı, modernliğin 150 yıllık bireysel insan haklarını devletinkinden çok onurlandırma çabasını manevi bir moloz hâline getirmişti. Arendt, hayatının geri kalanında cildinde yazılı olan bu içgörüye başvuracaktı. 1942’de, Almanların Avrupa uluslar dünyasının yıkımının, “Dachau ve Buchenwald’ın rezilliğinde yok olan” Alman ulusunun kendisinin yok edilmesiyle başladığını yazdı. Aynı şeyin Fransa için de geçerli olduğunu söyledi: “Petain, Fransa’daki her mültecinin Nazilere teslim edilmesini talep eden Fransız-Alman ateşkesinin rezil paragraflarına imza attığında, [o] üç rengi yırtıp paramparça etti ve Fransız ulusunu yok etti.” Her ülkede geriye kalanın, yalnızca hayvanların hayatta kalması için savaşan, hayatı yaşanmaya değer kılan şeylerin çoğunu kaybetmiş, parçalanmış insanlar olduğunu söyledi. (Bugün bu sözleri okurken, milyonlarca Amerikalının kendi ülkeleri hakkında hissettikleri gibi hissederek, insanların ulusal şeref ve edeplere inanmayı ne kadar özlediklerini ve bu özlemin ne kadar büyük bir siyasi ihtiyaca hitap ettiğini düşünmeyi acı verici buluyorum.)
Arendt, Yahudi zulmünü tersine çevirdi ve Yahudi direnişini yalnızca Yahudilerin değil, tüm modern dünyanın iyiliği için talep etti. Bu görüşü desteklemek için, Dreyfus döneminde Fransa’da yaşayan ve kendi iyiliği için değil, tüm insanlığın iyiliği için “baskıya direnmenin her insanın görevi” olduğunu düşünürek Yahudileri paryahlığa karşı isyan etmeye teşvik eden Fransız Siyonist Bernard Lazare’nin sözlerine başvurdu. (Hindistan’ın bağımsızlığı için ikonik mücadelesinin zirvesindeyken günlüğüne şöyle yazan Gandhi’ye de atıfta bulunmuş olabilir: “Yaşama hakkı, yalnızca dünya vatandaşlığı görevini yerine getirdiğimizde bize tahakkuk eder.”)
Bu sorumlu dünya vatandaşlığı fikri, Arendt için kilit nokta hâline geldi. Yirminci yüzyılda milliyetçilik açıkça insanlığın düşmanı olduğunu kanıtladığından, onu egemen devletin sona ermesi gerektiğine dair tutkulu bir inanca götürdü. Devletin yerini, her biri yerel yönetimler sisteminden (kasabalar, konseyler, sovyetler) oluşan ve çoğunluklara ve azınlıklara artık farklı haklar tanınmayacak olan federe topluluklara bırakması gerektiğini düşündü. Böyle bir sistem, “özgürlüğün eşitler arasında siyasi eylemden oluşacağı” doğrudan demokrasinin tabandan uygulanmasını kolaylaştıracaktı. Ütopik bir vizyon, şüphesiz, ama anarşistler gibi, insanların insani hissetmeleri için neye ihtiyaç duydukları hakkında uzun uzun düşünmek için bu vizyondan defalarca yararlanmış olan sosyal devrimciler tarafından benimsenen bir vizyondu.
Bir Yahudi devleti fikri onu dehşete düşürdü. Filistin’i Yahudilerin anavatanı olarak görmüştü, ancak Yahudi egemenliğinin topraklarda halihazırda yaşayan Araplar pahasına şekillendirilmesini asla savunmamıştı. Arendt’e göre Yahudiler için birinci sınıf, Araplar için ikinci sınıf vatandaşlık korkunç bir ihtimaldi. Yahudilerin kendilerine yapılanları başkalarına da yapacaklarına — hayalinde gördüğü, paryadan asiliğe dönüşmüş birinin cehennemden devlet adamı benzeri bir bilge değil, bir milliyetçi ve bir terörist olarak çıkacağına — inanamıyordu ve daha ilk günden İsrail’in kurulmasına karşı çıktı. Bu karşıtlık onu zihninde işgal etmeyi hiç düşünmediği bir yere götürdü.
* * *
1950’de, uzun yıllarını Yahudilerin çaresizliğini yazarak geçirmiş olan Hannah Arendt şöyle yazmıştı: “Yahudiler, dünyanın onlara iki bin yıllık yanlışları düzeltme ve daha özel olarak Avrupa’daki felaketi telafi etme borcu olduğuna ikna oldular. Onlara göre Yahudiler sadece Nazi Almanyası’nın değil, tüm uygar dünyanın suçuydu. Araplar ise iki yanlıştan bir doğru çıkmadığını ve hiçbir ahlak kuralının bir halkın zulmünü diğerinin zulmünü hafifletmek için haklı çıkaramayacağını söylüyorlar.” Savaş boyunca Yahudiler arasında bir Yahudi olarak konuşan Arendt, sürekli olarak “biz Yahudiler” diye yazmıştı. Bundan sonra Ortadoğu hakkında yazarken her iki taraftan da “onlar” diye söz edecekti. Yahudilere karşı hâlâ tutkuluydu — “kendi halkımın yaptığı yanlış beni diğer insanların yaptığı yanlışlardan daha çok üzüyor” — ancak şimdi tutku kıpkırmızı parıldamak yerine kuru buz gibi yanıyordu. Arendt’in 50’li ve 60’lı yıllarda söylediği pek çok şey aslında daha önce de söylenmişti, ancak şimdi bunları çerçevelendirme biçimi Yahudilerin kendilerini geride bırakmış gibiydi. Ve çok kısa bir süre sonra birçok Yahudi okuru aynı şekilde karşılık verdi.
1963’te Eichmann Kudüs’te’nin yayımlanması, ona — Batı dünyasının neredeyse dört bir yanından — Yahudilerin kendilerinden nefret ettiği yönündeki apaçık suçlamayı getirdi. Kitaba yönelik başlıca şikayet, Arendt’in savaş zamanı Avrupa Yahudi Konseylerinin Nazilerle işbirliği yaparak ve kamplara sürgün edilecek insanların listelerini hazırlamaya yardım ederek yanlış bir şekilde zaman kazanma girişimini duygusuzca anlatmasıydı. İronik bir şekilde, 1937’de Arendt şöyle yazmıştı: “Bana öyle geliyor ki siyasi ve ruhani liderlerimiz, içinde bulunduğumuz ve gün geçtikçe daha derinlere sürüklendiğimiz daha geniş tarihsel bağlama ilişkin vizyonumuzu [bulanıklaştırarak] neredeyse onarılamaz bir zarar verdiler.” Bunun, kişinin kendi ölüm fermanını imzalamakla aynı anlama geldiğini, kişinin asla yapmaması gereken bir şey olduğunu eklemişti. O zamanlar ataerkil Yahudilik, bu öğütleri, sadakatini yine de arzuladığı aşırı derecede eleştirel bir kızdan geliyormuş gibi aldı. 1963’te Arendt’in sesindeki mesafe, Yahudi konusunun çok ötesine geçen endişeleri göstermek için Yahudilere başvurduğunu açıkça ortaya koyuyordu — ve aranan da onun kellesiydi. Kitaba şiddetle karşı çıkanlar arasında, Arendt’e kitabın soğukluğundan acı bir şekilde şikayet eden ve onu “Yahudi halkını hiç sevmemekle” suçlayan, çok duyurulan bir mektup yazan İsrailli bilim insanı Gershom Scholem de vardı.
Doğruydu, diye yanıtladı: Yahudi halkına sevgisi yoktu. “Hiçbir insanı veya topluluğu — ne Alman halkını, ne Fransızları, ne Amerikalıları, ne işçi sınıfını veya bu türden herhangi bir şeyi” asla sevmediğini söyledi. Arkadaşlarını sevmişti; bildiği tek aşk türü, insanlara yönelikti. Yahudi olmaya gelince, diye devam etti, onun için önemli olan — ve hayati derecede önemli olan — bir Yahudi olmanın hayatının verilmiş bir parçası olmasıydı. Hiçbir zaman başka bir şey olmayı istememekle kalmamış, aynı zamanda Yahudi olması, başka hiçbir şeyin sahip olamayacağı şekilde, olduğu gibi olmasına izin verilmesinin önemini takdir etmesini sağlamıştı: “Olduğu gibi olan her şey için temel bir şükran diye bir şey vardır: verilmiş olan ve yapılmayan her şey için.”
Bireysel insan varoluşunun verilmiş değerlerine yönelik bu saygı, onu son otuz yıl boyunca önemli olduğunu düşündüğü her şey hakkında derinlemesine düşünmeye yöneltmişti. Sevdiği şey, Yahudi halkının deneyimiydi: ona, genel olarak insanlık durumunu nasıl ele alacağını öğretmişti. Daha ne kadar Yahudi olması gerekiyordu?
Bu yazı Pınar Meltem Üstündağ tarafından sosyalbilimler.org’da yayımlanmak üzere Türkçeye çevrilmiştir.
Orijinal Kaynak: Gornick, Vivian. (2008, January 01), “All That is Given: Hannah Arendt on being Jewish,” Boston Review. Atıf Şekli: Gornick, Vivian. (2023, Mart 16). “Verilen Her Şey: Hannah Arendt ile Yahudi Olmak Üzerine” Çev. Pınar Meltem Üstündağ, Sosyal Bilimler. sosyalbilimler.org/verilen-her-sey-hannah-arendt-ile-yahudi-olmak-uzerine Kapak Resmi: Wesleyan Üniversitesi Kütüphanesi Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org çevirmenleri tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlâli söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir. |