Bilim, Üniversite ve “Akademya”
Bilim ve akademi birbiriyle yakından ilişkili iki kavram. Her ne kadar ikincisi giderek kendi içinde semantik bir evrim geçirerek ilkinin üzerini tehlikeli bir şekilde örtmeye, giderek ondan uzaklaşmaya başlamış olsa da, modernitenin biçimlendirdiği toplumlarda ve ülkelerde her ikisinin de iyi kötü kurumsal bir karşılığı var.
Bütün zaaflarına, yaşadığı patinajlara karşın Türkiye de bu ülkelerden biri.
Burada, yani Türkiye’de adında “bilim” geçen en tanınmış kurum TÜBİTAK adıyla tanıdığımız Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu. On küsür yıldır yurtiçinde ve dışında çok sayıda araştırmayı oldukça aktif şekilde destekleme konusunda çok olumlu bir kulvara girmişken, talihsizliğimize bakınız ki bu kurumun ismi son bir kaç yıldır kamusal alanda her defasında bir skandal ile gündeme geldi. Türkiye Bilimler Akademisi, kısa adıyla TÜBA, ise varlığıyla yokluğu konusunda pek bir fikrimizin olmadığı, en azından kamusal bilgi alanımızda bir karşılığı olmayan, daha ziyade sembolik niteliğiyle var olan diğer bir ulusal kurul. Bir kaç yıl önce o da siyaseten ikiye bölündü. Yenisi alternatif bir dernek olarak işlev görüyor yanlış bilmiyorsam. Resmi olanının ise ne yaptığını, ne işe yaradığını zaten hiç bir zaman bilememiştik.
Hem bilim hem akademi kavramının somut karşılığı söz konusu olduğunda Türkiye’de ilk akla gelen kurum ise üniversite. Hep de öyle oldu. Ancak bu kurum sadece bilimsel araştırmaların yapıldığı bir yer değil. Her ne kadar tarihsel olarak kendini bu özelliği üzerinden kurmuş gibi görünse de, esasen bir yandan hep bir yüksek öğrenim kurumu işlevi de olageldi. Yani ulusal eğitimin organik veya özerk bir uzantısı. Bu yönüyle de siyaset kurumunun ideolojik müdahalelerine, indoktrinasyon çabalarına her zaman açık, hatta belli bir düzeyde onun taşıyıcısı.
Bu çifte niteliği ve özelliğiyle üniversite dünyası için son yıllarda daha sıkça kullanılan bir başka isim/terim daha var: Akademya. Kamusal alanda üniversite ile eşanlamda kullanımı artık iyice yerleşmiş görünen bu isimlendirme bizzat üniversite içinde de yaygınlaştı. Üniversitelerdeki bilim insanları, öğretim üyeleri giderek üniversite için “akademya” kendileri için ise “akademisyen” tanımını benimsediler.
Aynı sürece bir başka kritik ve sessiz değişim eşlik etti: Akademya fiiliyatta esasen “akademik kariyer” yapılan bir kuruma dönüştü. Bilim ve yüksek öğrenim üzerinden prestiji yüksek bir kariyer kurumu haline geldi. Bugün üniversitelerimizde akademik kadroyu oluşturan, örneğin, son iki nesil akademisyen için üniversitenin zihinde ve hayattaki birinci karşılığı, anlamı esasen budur: “Akademik kariyer”. Herhangi bir işkolunda, kapitalist işletmede, bankada, bürokraside (hariciye dahil) olduğu türden bir kariyer kurumu o artık.
Kendi tecrübelerimden biliyorum: Yüksek lisans programına yeni başlamış gencecik bilim insanı adaylarından, daha ilk günden on sene sonrası için kariyer hesaplarına, girecekleri doçentlik sınavlarına göre seçmeyi planladıkları ihtisas alanlarına dair şaşırtıcı derecede ayrıntılı sorular soran bir yeni nesil akademisyen örneğinden söz ediyorum. Bunun bir diğer varyantı ise aynı hesapları bir aşamadan sonra yapmaya ve ona göre strateji geliştirmeye başlayan akademisyen tipi. Nerden girsen aynı kapıya çıkıyor, oradan önüne açılan aynı kariyer merdiveninde yükseliyorsun, sonunda profesör olarak çıkıyorsun. Daha sonrası da kısmetse dekan, rektör olmak, veya doğrudan siyasete atılmak. Bir üçüncü alt kategori ise “aktivist akademisyen” olarak da tanımlanabilecek olanların oluşturduğu grup. Her yaştan ve baştan üniversite mensubunu içeren ama yeni nesil akademisyenlere uzandıkça daha geniş bir yüzdeye tekabül ediyormuş izlenimi veren bu yeni akademisyen tipi ise eşit derecede aktivist ve kariyerist. Bu üç türden akademisyen tipolojisi arasında görünür bir geçişkenliğin olduğu ise unutulmamalı.
Dönüşen üniversitenin yeni tür akademisyenini belirleyen bu üç temel motivasyona, yani memuriyet, kariyerizm ve aktivizme eşlik eden, bilime ve bilimsel etkinliğin doğasına yönelik ciddi bir ilginin, okumanın ve hassasiyetin, kısaca güçlü bir farkındalığın var olup olmadığını ise bilemiyoruz. Bilemiyoruz, çünkü bu konuda yapılmış herhangi bir çalışma yok. Kötümser ihtimalin, yani herşey üzerine büyük bir “ciddiyetle” düşünen, yazan, konuşan akademyanın bu yeni öznesinin bir tek kendi üzerine düşünmemeyi prensip haline getirmiş olma ihtimalinin hiç de düşük olmayabileceğine dikkat çekmekle yetinelim.
Mesele sadece nesil meselesinden de ibaret değil, çünkü yeni nesillerin şimdilerde çoğu artık Profesör olan daha “kıdem”li hocalarının durumu da daha farklı değil. Türkiye’de üniversitelerdeki aktif ve kadrolu mevcut öğretim üyeleri, bilim insanları kitlesinin neredeyse tamamı son otuz-kırk yıldır ana çerçevesi siyaseten hatta ideolojik kaygılarla çizilmiş, içi ise devlet memuru zihniyetiyle ve çoğunlukla siyaseten tanımlanmış çeşitli (dönemsel ve/ya varoluşsal) “tehdit” algıları eşliğinde doldurulmuş, merkeziyetçi ve hiyerarşik bir temelde tesis ve tahkim edilmiş çağdışı ve esasen bilim dışı bir kontrol, takip ve ödüllendirme (mansıp dağıtımı) rejimini ifade eden YÖK sistemi içinde “kariyer yapıyorlar”.
Bilimi, bilimin doğasını, epistemolojisini, felsefesini ve kendi varoluşsal sorularını, üzerinde yükseldikleri meşruiyet temellerini ve içsel referanslarını artık çok gerilerde bırakan, giderek onları iyice görünmez kılan ve unutturan bir akademisyenlikten, akademik kariyer kurumundan söz ediyoruz artık.
O halde şu soruyu sormak kaçınılmaz: Bu tarz bir akademisyenliğin ve akademik kariyer kurumunun bilimle ilişkisi nasıl tanımlanmalı? Dönüşen sadece üniversitelerde icra edildiği haliyle bilim pratiği değil, eğer bilimin bizatihi kendisi ise (artık modernite sonrasının biliminden yani post-modern bilimden ve akademiden söz ediyorsak, edeceksek), o takdirde her ikisinin de günümüz dünyasındaki tanımı, anlamı ve işlevi üzerinde yeniden düşünmek gerekecek.
Hemen belirtelim, üniversitelere ve oralarda müstahdem akademisyen tipolojisine dair bu söylediklerim sadece Türkiye’ye özel bir durumu, değişimi ifade ediyor değil. Daha 1990’lardan itibaren Immanuel Wallerstein ve daha birçoklarının dikkati çektiği gibi, artık bir “dünya sistemi” olarak kendini konsolide eden a) küresel kapitalist düzenin b) onun toplumunun ve c) yarattığı yeni bireyin (bireyselliğin) ortak hikâyesi bu anlattığımız.
Bu dönüşümün Türkiye’ye özgü görülebilecek bir tarafı da var elbette. O da şu: Bütün bu süreçler Türkiye’de a) siyaset kurumunun sürekli müdahalesi ve yakın denetiminde (= tâcizinde) modern anlamda bir bilim geleneği oluşturamamış, aslında oluşturma fırsatı bulamamış, dolayısıyla artık ucûbeye dönüşmüş bir kurumsal yapı üzerinden, ve b) bilhassa son otuz yılın yukarıda anılan YÖK düzeninin ve onunla eş anlamlı hale gelen değişik türden bilim dışı kadrolaşma/tasfiye mücadelelerinin yol açtığı kaçınılmaz bozulma (dejenerasyon) ve kendi doğasına, köklerine yabancılaşma (alienation) eşliğinde yaşandı.
17. yüzyılda Kâtip Çelebi’nin Osmanlı ilim kurumları olan zamanın medreselerine ve genel olarak da ilmiye sınıfına dair gözlemlerini aktardığı o “Mizânü’l Hakk” hikâyesinin bugüne uyarlanmış bir versiyonu olarak görebilirsiniz bu durumu. Ama eksik olur, çünkü böyle bir okuma konunun daha ziyade bozulma, çözülme kısmına tekabül eder. Oysa yukarıda kabaca işaret ettiğimiz değişmenin boyutları bunun çok ötesine geçiyor. Şimdilerde şahit olduğumuz değişim daha ziyade Rönesans sonrasının ve 19. yüzyılın dönüşümleriyle kıyaslanabilecek bir büyük tarihsel, yapısal, niteliksel dönüşüm (transformation) gibi görünüyor. Böyle anlarda hep olageldiği gibi, elbette ekonomik ve toplumsal sonuçları çok güçlü olan bir süreçten söz ediyoruz.
Eğer böyle ise, bu değişimi kategorik olarak olumsuzlamak gibi bir tutumumuz olamaz; hissetiğimiz, farkettiğimiz andan itibaren öncelikli görevimiz anlamak ve açıklamaya çalışmak olmalı. Ama yine de, bu meselelerin birazcık farkında olanlarımızın bile yaşadığımız değişimi problematize etmeden onunla gelen her tür niteliksel dönüşümü, üzerinde düşünme gereği de duymadan bu kadar kolaylıkla benimsemesi, yine aynı YÖK düzeneği içinde kendilerine sunulan ödüllendirme (neyin ödülü?) sistemini hiç sorgulamadan akranlarınınkinden farkı olmayan bir “kariyer” pratiğine sessizce eklemlenmesinin anlamı üzerinde düşünmemiz gerek.
Kısaca, konu küresel bir büyük bir tarihsel dönüşümün parçası olunca mesele olmaktan çıkmıyor; aksine daha ciddi hale geliyor. Söylemek istediğimin özü, özeti sanırım bu.
Üniversitenin akademyaya, bilim insanının kariyerist akademisyene dönüşmesine paralel olarak gözlediğimiz o hızlı kalite düşüşü, hem akademisyeni hem öğrencisini içeren görünür sığlaşma da o halde bu dönüşümle bir şekilde ilişkili olmalı.
Bir de Türkiye’ye özgü o meş’um siyasi kadrolaşma/tasfiye girişimleri tabii ki. Ortada hiç bir liyakat ve kalite ilkesi bırakmayan en zararlı alışkanlığımız… Doğrusu son bir küsür yıl öncesine kadar üniversitenin esasen bu sığlaşmayla ve bu çeşit bilimdışı müdahalelerle giderek kendi sonunu getireceğini ve nihayet başka bir şeye dönüşeceğini düşünüyordum. Belki hâlâ öyledir bir ayağıyla; çünkü o yöndeki istikrarlı gidiş devam ediyor.
Ama şimdi başka, tâbir caizse “ekstra” bir durum söz konusu.
Üç Vahim Olaya Tek Cevap: Sessizlik, Suskunluk!
Bundan sonrası o yeni durumla, ilk anda konjonktürel gibi görünen bir büyük sorunla ilgili.
O sorun ise artık bizzat üniversite kurumunun, yönetimlerinin kendisi. O halde yazının bundan sonrasının birincil muhatabı da üniversite yönetimleri. Ve esasen onlara her durumda eşlik eden o kocaman akademisyenler kitlesi elbette. Yukarıda işaret ettiğim gibi, bu kitlenin neredeyse tamamı memurdu otuz yıl öncesine kadar, sonrasında ise kariyerist. O halde diyebilirsiniz ki mazurdurlar. Ama onlara da söylenecek iki çift sözümüz olacak aşağıda.
Ve baştan söyleyeyim: Yukarıdaki sâkin, soğukkanlı analizi de dili de bulamayacaksınız takip eden kısımda. Bilinsin ki giderek artan acılık, keskinlik ve kızgınlık yaşadıklarımızın, şahit olduklarımızın vehametiyle uyumlu bir analizin, başka türden bir duygunun dilidir.
Tabii yine ve öncelikle kendimizle ilgili bir analizin…
Evet, yeni vahim durum şu: Üniversite yönetimlerimiz son bir küsür yılda kendisini doğrudan ilgilendiren konularda anlaşılması zor bir atalete, derin bir sessizliğe, suskunluğa gömülmüş durumda. Bunun hazin bir tükenişin en büyük göstergesi olduğunu düşünüyorum. Ki bu tükenişin üç kritik tezahürünü yaklaşık son bir yılda yaşadık.
Özetle, bugün geldiğimiz noktada üniversitelerimiz, ancak darbe dönemlerinin yarattığı ilk şok dalgaları içinde görülebilecek türden bir sindirilmişlik içinde; artık bir kurum olarak kendini, bilimi ve temel ilkelerini savunmaktan bile âciz. Bu trajik sükût ve acziyet, mensup akademisyen kitlesiyle beraber üniversitenin kurumsal meşruiyetini hızla tüketiyor. Hatta, topyekûn bir iflâsa sürüklemekte…
Farkındayım, epeyce ağır bir hüküm oldu.
Ama, bu yazıyı hâlâ o kurumun içinden kaleme alıyor olmak daha az ağır değil!
Bu sükût ve iflas sürecinin tezahürü olan o üç olayı kısaca hatırlayalım:
1. Tübitak’ın kitap yakması (Kasım-Aralık 2015)
2. Barış bildirisi olayı (Ocak 2016)
3. Darbe girişimi sonrası üniversitelere KHK’lı müdahaleler: Rektör atamalarına dair kararname ile kurumdan kitlesel tasfiyeler, uzaklaştırmalar (Ekim 2016’dan bugüne) İlkinde Yeniçağ adlı milliyetçi bir gazetenin bir köşe yazarı TÜBİTAK başkanlığına köşesinde açık bir eleştiri yazısı kaleme aldı. Ve kurumdan, geçmiş yıllarda TÜBİTAK’ın basmış olduğu kimi kitapların “yerli ve millî” değerlerimize, kültürümüze, kimliğimize zararlı olduğunu, hatta Yahudi ve Hıristiyanlık propagandası yapan bu kitapların hemen toplatılması ve imha edilmesi gerektiğini dile getirdi. Dahası, TÜBİTAK’ı tehditle karışık bir tonda uyardı ve göreve çağırdı. Kısa süre sonra TÜBİTAK başkanı bu uyarıyı aldı, yerinde buldu ve gereğinin yapılacağını belirtti, hatta depolarında bulunan bilmem kaç bin nüsha kitabın gecikmeden imha edildiğini aynı köşeden kamuoyuna duyurdu. Bunların hepsi 2016 yılının son iki ayında yaşandı. Bugün kaçımız hatırlıyoruz?
Kitap yakmak..! Biliyorum tarih her zaman düz ilerlemiyor, ama bu yüzyılda ve üstelik böyle bir gerekçeyle. Hem siyaseten hem kültürel açıdan, hem de tarihteki ürkütücü örnekleri hatırlatan sembolizmiyle, tek kelimeyle korkunç! Nereden baksanız yüz kızartıcı bu gelişmeden nedense kamuoyumuz çok rahatsız olmadı. Toplumumuzun bu konulara karşı her zaman hassas olan bir kesimi ise etkisi sınırlı medyada şöyle bir değinip geçti.
Konumuz açısından kritik nokta ise şuydu:
Ne o kalabalık akademisyen kitlemizden (o sıralarda “barış bildirisi”ni hazırlamakta olan meslektaşlarımız dahil) etkili bir ses çıktı ne de üniversitelerimiz kurumsal bir tepki gösterdiler. Şaşırtıcı bir şekilde sessiz kaldılar. Belli ki bu olayın üniversitelileri ve üniversite yönetimlerini ilgilendiren bir tarafı yoktu!
Bu tavrı, daha doğrusu tepkisizliği, sözünü ettiğim çöküşün ilk alâmeti olarak görüyorum.
Bunun üzerine daha düşünme ve tartışma fırsatı bile bulamadan ikinci olay patlak verdi.
Evet, tam o sırada “bu suça ortak olmayacağız” adıyla hükümetin Kürt silahlı hareketinin hendek siyasetine karşı kimi şehir ve kasabalarda giriştiği olağandışı ve olağanüstü şiddet içeren askeri harekâtın yol açtığı insanî ve fizikî tahribatı kınayan ve hükümetin bir an önce barış siyasetine geri dönmesini talep eden o meşhur akademisyenler bildirisi gündeme geldi. Bunu cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, söz konusu şiddet sarmalındaki PKK katkısını zikretmedikleri gerekçesiyle, kamuoyu önünde hem imzacı akademisyenleri, hem de bu vesileyle üniversiteleri, üniversite yönetimlerini hedef alan şiddetli ithamı, herhangi bir ortalama demokraside asla kabul edilemez içerik ve nitelikteki hakaret ve aşağılama içeren çıkışları takip etti. Bununla da yetinmeyerek, söz konusu akademisyenler hakkında üniversite yönetimlerini, YÖK’ü ve doğrudan yargıyı harekete geçmeye çağırdı.
Bu gündemin ağırlığı altında TÜBİTAK’ın zaten fazla dikkat çekmemiş olan o korkunç tutumu “haliyle” kendiliğinden gündemden düştü.
İlkine kıyasla ikincisi, yani “barış bildirisi” karşısında gerek kamuoyu gerekse çok sayıda akademisyen daha kararlı ve şiddetli bir tepki ortaya koydu. Bir kısmı imzacıların metnine katılarak, bir kısmı ise cumhurbaşkanının olaya gösterdiği tepkinin kabul edilemezliğine vurgu yaparak, kendisinin ağır ithamları ve imzacı akademisyenleri cezalandırma talebi ile üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüğün ve düşünce ifade özgürlüğünün açıkça ihlal edildiğini yine kamuoyu önünde yaygın olarak dile getirdiler.
Böylece esasen yapılması gerekeni yapmış oldular.
Yapması gerekeni yapmayan ise yine üniversite yönetimleri, senatoları oldu. Bu olay karşısında da ne devlet ne vakıf üniversitelerinden kurumsal bir tepki, her hangi bir kınama geldi. Yine sessiz kaldılar. Ve suskunluklarını hâlen muhafaza ediyorlar. Oysa bu sessizliğin anlamı daha ciddi, daha telikeliydi, çünkü bu seferki sessizlik üniversite kurumunun bizzat kendi varoluşunu, meşruiyetini tartışılır hale getirmekteydi.
Ve nihayet üçüncü ve en vahim gelişme 15 Temmuz darbe girişiminin akabinde yaşandı. O derecede ki, yaşanmakta olan meşruiyet kaybını daha da derinleştirdi.
Özetle, darbe girişimini takip eden OHAL ortamında çıkarılan KHK’larla darbe teşebbüsünün gerisindeki esas aktör olduğu anlaşılan Gülen cemaatiyle şu ya da bu derecede ilişkili görülen ve sayıları yüz bini aşan kamu görevlisiyle birlikte binlerce akademisyen de bir kalemde üniversitelerden atıldı. Hiç bir hukuk ve yargılama süreci işletilmeden ve bütün yaşama imkânları sıfırlanarak.
Onlarla birlikte zaten bir süredir Cumhurbaşkanının doğrudan hedefi haline gelmiş söz konusu imzacı akademisyenler ve iktidarı, üniversite yönetimlerini rahatsız eden başkaca bilim insanları da grup grup üniversitelerden uzaklaştırılmaya, tasfiye edilmeye, bütün hak ve hukukları ellerinden alınarak öylece sokağa atılmaya başlandı. Aynı şekilde, herhangi bir yargı süreci içermeyen bu uzaklaştırmalara özlük haklarının bir kalemde yok edilmesi ve yurtdışına çıkışların yasaklanması da eşlik etti.
Böylece Türkiye’de artık çalışma imkânları ellerinden alınan bu akademisyenlerin araştırmalarını yurtdışında sürdürmeleri da engellenmiş oldu.
Bunun tercümesi açıktı: Hiçbir yere de gidemezsiniz, gitmeyeceksiniz! Türkiye’de sürüneceksiniz!
12 Eylül döneminde dahi şahit olunmayan bu hukuk ve ahlâk dışı süreç hâlen hepimizin gözleri önünde bütün şiddetiyle devam ediyor.
Artık yeni bir “ihraç” ürünümüz var: “FETÖ’cü” akademisyenler ve “Barış Akademisyenleri”.
Üniversite yönetimleri, senatoları bu kitlesel tasfiyelerle ucu doğrudan kendilerine dokunan, bir çok üniversitenin kapatılmasına, lisans ve yüksek lisans programlarının çökertilmesine, atılan hocalarıyla birlikte binlerce öğrencinin perişan ve mağdur edilmesine yol açan Türkiye tarihinin bu en büyük, en gözükara ve en hukuksuz hareketine hiç bir düzlemde tepki göstermedi; utanç verici bir sesizliğe gömüldü. Üstelik, kimi üniversite yönetimleri kendi akademisyenlerini, bilim insanlarını savunmaya çalışmak yerine şaşırtıcı bir cevvallikle onları kendi elleriyle siyasi iktidarın ve polisinin önüne attı! 7
Tasfiyelerin henüz uğramadığı diğer üniversitelerin yönetimleri, özellikle bütün baskılara alttan alta direndiği ileri sürülen bir kaçı (dünyanın sayılı üniversiteleri arasına girmiş olmakla öğünenleri dahil), en azından bütün bu yaşanan trajedi karşısında fikir özgürlüğüne, ülkedeki bilimsel ve entelektüel özerkliğe, en önemlisi temel haklara ve hukuka sahip çıkmayı düşünebilirler, hiç olmazsa bu temelde kendi meşruiyetlerini kurtaracak sembolik bir tepki ortaya koyabilirlerdi.
Ama hayır, onlar da sessiz kaldılar. Kabul edilemez bir ısrarla hâlen suskunluklarını koruyorlar.
Üçüncü olayın ikinci ayağı ise sözün bittiği yerdi; çünkü doğrudan üniversitelerin yönetimlerini ilgilendiriyordu:
Çok değil bir kaç ay önce yine o KHK’lardan biriyle yine cumhurbaşkanının talebi doğrultusunda bundan böyle üniversite rektörlerinin (vakıf üniversiteleri dahil) YÖK vasıtasıyla ve doğrudan cumhurbaşkanınca atanacağı yolunda bir karar çıkarıldı. Ve ardından peyderpey uygulanmaya başlandı. Böyle dönemleri kişisel ikbal için en uygun fırsat olarak gören sözde kimi meslektaşlarımız, o sıfatlar-ötesi akademisyenlerimiz şimdi önlerindeki listeden seçtikleri her hangi bir devlet üniversitesine rektör atanma talebiyle YÖK ve Cumhurbaşkanı nezdinde kuyruğa girmiş durumdalar. Utançtan da öte bir kişiliksizlik örneği vererek…
Bizzat Cumhurbaşkanının da darbe girişimini büyük bir fırsata çevirip üniversite kurumuna dayattığı bu oldu-bittiye sadece iki üniversitenin az sayıdaki öğretim üyesinin bireysel/derneksel düzeyde gösterdiği tepki dışında, tek bir üniversite yönetiminden, yönetim kurullarından, mütevelli heyetlerinden yine bir ses çıkmadı!
Burası üniversitenin de “akademya”nın da açıkça kendini inkâr noktasıydı.
Topyekûn ve trajik sükût…
Uzunca bir süre ülkeyi bir dine, İslamiyet’e referansla yöneten iki güç odağından birinin (Cemaat) sonunda gele gele Türkiye’ye bir askeri darbeyi, diğerinin (AKP) ise ilkinin başarısızlığını fırsata çevirerek darbe rejiminden de beterini, bir tek adam rejimini lâyık gördüklerini anlamış olmanın şaşkınlığı yeterince ağırken, bunun üstüne üniversite kurumunun yönetimleriyle birlikte topyekûn sükûtuna şahit olmak…
“Varolmanın dayanılmaz ağırlığı…”
Buna benzer bir başlığı bir ara YÖK başkanlığı yapma talihsizliğine de uğrayan meslektaşımla birlikte kaleme aldığımız bir yazıda 12 Eylül ortamının üniversiteler üzerinde yarattığı baskı ortamı için kullanmıştık.
Demek ki, dahası da varmış.
İşte o yeni, “extra” durumun iç karartıcı özeti.
Orda Kimse Yok mu?
Aşağı yukarı son bir yıla sığan bu olayların tamamı yarattıkları yoğun ve ağır gündemlerle birlikte doğrudan bilimle, üniversitenin kurumsal şahsiyeti ve özerkliğiyle, ülkenin entelektüel ortamı ve düşünce özgürlüğüyle ilgiliydi oysa: TÜBİTAK’ın kendisi bir bilim kurumu değil miydi? Bütün bunlar olurken TÜBA neredeydi? Sahi o kurulun saygın bilim insanlarından oluşan üyeleri kimdiler ve neredeydiler? Halen neredeler? Cumhurbaşkanının gazabına uğrayan o “imzacı” akademisyenler, ya da kamuoyunda bilindikleri diğer isimle o “barış akademisyenleri”, adı üzerinde üniversite mensubu bilim insanları, akademisyenler değil miydi?
Ve nihayet üniversitelerin kendileri, bizatihi onların kurumsal şahsiyetleri demek olan yönetimleri, senatoları, idare ve mütevelli heyetleri…
Neredeydiler? Şimdi neredeler?
Bu yazıya son şeklini vermeye çalıştığım her yeni günde, gecede, hatta bizzat şu dakikada yüzlerce, binlerce öğretim elemanı, akademisyen haksız, hukuksuz ve siyaseten grup grup üniversetelerden uzaklaştırılmaya devam ediyor. İçlerinde Gülenciler, imzacılar… Hatta sonradan imzalarını çekenler… Dahası, çoktan istifalarını vermiş olanlar… Bir çok üniversitenin en kaliteli, marka değeri olan bilim insanları… Arkadaşlarım, meslektaşlarım, hatta öğrencilerim…
Ve üniversite yönetimlerimiz, senatolarımız, mütevelli heyetlerimiz hâlâ suskun!
Bizlerin tek tek suskunluğumuzla üniversite yönetimlerinin, senatolarının bu sükûtu birleştiğinde gördüğümüz ve duyduğumuz tek şey, ne yana dönsek kaçamayacağımız o kocaman utanç duygusu şimdi…
Başka bir şey değil!
Kendimizi kandırmayalım, bu utancın merkezindeki asıl özne bizzat üniversite yönetimleri ve biz akademisyen kalabalığıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan değil! O kendince doğru bildiğini hiç bir hak, hukuk, vicdani ve insani ilke tanımadan, görülmemiş bir gözükaralıkla yapıyor. Kendine ve Türkiye’ye belli ki bunu yakıştırıyor.
Bizim sorumuz ise şu olmalı: Ya üniversite kurumu? Üniversite yönetimleri? Onların savunacağı kendi doğruları, hiç bir temel ilkesi yok mu?
Kendi varlığıyla doğrudan ilgili her üç olayda da hiç bir kurumsal ses çıkarmayan, her hangi bir tepki göstermeyen üniversiteden, akademyadan ve o kocaman bir anlamsızlık âbidesi haline gelen akademisyenler kütlesinden (sanırım doğru ifadesi artık budur) söz ediyoruz!
Belirsiz ve tekinsiz bir geleceğe sürükleniyor olma duygusunun geniş toplum kesimlerinde güçlendiği her ortamda bilimin, aklın ve eleştirinin sesi olarak her daim canlı kalması gereken, meşruiyetini tam da böyle bir hayatiyet ve varoluş üzerinde inşa etmiş olan (yoksa öyle değil miymiş?) üniversiteden…
Gerçek şu ki, en meşru temelde, doğrudan varoluşsal nitelikteki bu gelişmeler karşısında dahi kendisini savunma iradesini gösteremeyen bir kurumun meşruiyetini tamamen tükettiğine şahit oluyoruz hep birlikte. Bunun geçici, konjonktürel bir durum olduğunu düşünenlerimiz, ya da öyle olmasını temenni edenlerimiz varsa, dilerim haklıdırlar! Ama korkarım, fırtına geçtiğinde geride kalacak olan enkazdan tekrar ayağa kalkmak sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.
28 Şubat sürecinde de üniversiteler benzer bir resmî şiddete maruz kalmıştı, hatırlıyoruz. O zaman bugünküne benzer bir tâcize uğrayan meslektaşlarımızın, hocalarımızın yanında duran, onların en temel haklarını düşünce özgürlüğü, üniversite özerkliği ve meslek etiği adına savunanlarımız oldu. Bu satırların yazarı da onlar arasındaydı.
O dönemin mağduru olup bugün yaşananlar karşısında hiç bir tepki göstermeyen ve büyük akademisyenler kitlesi içinde kendilerini mâhirâne saklayan o günlerin mağduru bu meslektaşlarımızın konumu, tutumu daha da vahim. Böyle devirlerde, ortamlarda her zaman öne çıkan sıradan fırsatçı akademya mensuplarının içinde çoğu üniversitemizin yönetiminde kendilerini sözde bir dindarlık ve milliyetçilik üzerinden tanımlayan bu akademisyenler de var şüphesiz. Üniversite kurumunun bu derece aşağılanması ve sindirilmesi karşısında özellikle onların payı, katkısı, bütün bu süreçte bizim payımıza düşen utançtan da öte olsa gerek.
Şimdi Meclis’te güya siyaset yapan eski meslektaşlarıyla birlikte, onlar, bugün şahit olduğumuz hak ve hukuk katliamının, bu sefil manzaranın doğrudan suç ortakları olarak tarihe geçeceklerdir.
Ya aynı kitlenin makam ve mevki taşımayan diğer mensuplarının yaşananlar karşısındaki sessizliğine, tepkisizliğine ne demeli? Ki onlar arasında da 28 Şubat döneminde haklarını savunduğum çok sayıda meslektaşım hatta hocalarım var! Onların o zaman mâruz kaldıkları muamelelerle de iyice ağırlaşan o “bilim dışı” ortamda elimden gelenin hepsini tükettiğimde, içimde kocaman bir boşluktan başka bir duygu kalmadığını hissettiğimde bir türlü paylaşamadıkları ve terkedemedikleri o memur-akademisyen pozisyonlarını kendilerine bırakarak uzaklaşmıştım o devlet dairesi kılıklı üniversite ortamından.
Ve geride bıraktığım o zamanın mağduru bu akademisyen meslektaşlarım şimdi hayatlarının en berbat ve fakat kritik sınavlarını veriyorlar. Gözlerinin önünde cereyan etmekte olan bütün bu trajediyi görmezden gelmekle meşguller. En azından mahçubâne de olsa iktidarın duyabileceği bir sesle birazcık mırıldanmıyor dahi olmalarının nasıl bir gerekçesi olabilir?
Akademik özgürlük ve özerklik adına, düşünce özgürlüğü adına, temel insan hakları ve vicdani ilkeler adına bu kitlenin bugüne kadar ne yapıp ne yapmadığı da elbette bir gün sorgulanacaktır. Ki bu sorma ve sorgulamanın daha şimdiden yüksek sesle yapılmaya başlamış olması onların artık ciddi bir kamuoyu takibine girdiğine işaret ediyor. Bu takip altında yapacakları veya yine yapmayacakları, bu berbat dönemin kaderini de tayin edecek önemde.
Eğer yanlış bilmiyorsam, o kadar yüceltilen yerli ve milli değerlerimiz de, çoğunun mensubu olmakla övündüğü İslâm dini de asgari bir utanma, vicdan ve adalet duygusunu vaz eder (etmez miymiş yoksa?). Bir Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun (ki o da sonunda uzaklaştırıldı üniversiteden) bir Hidayet Şevkatli Tuksal’in, Cihangir İslam’ın istisnaî örnek tutumları, kamunun o “dindar” ve Erdoğanist sessizler kitlesinin her birini kendi sesiyle sözüyle, imzasıyla duyma ve görme ihtiyacını ortadan kaldırmıyor.
İmza verme sırası şimdi onlarda!
Aksi halde bu sükûtu, topyekûn sessizliği artık üniversitenin bir kurum olarak siyasi iktidara mutlak itaatinin, hoyrat bir güç karşısında hüzünlü boyun eğişinin açık bir göstergesi olarak okumaktan başka bir seçenek kalmayacak önümüzde. Dahası, gelinen noktada artık meşruiyet kaybının da ötesine geçildiğini, üniversitenin içindeki akademisyenleriyle birlikte el’an topyekûn bir iflâsı yaşamakta olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Eğer öyleyse, ki burası artık birer kariyerist akademisyene dönüşmüş olan biz bilim insanlarını ilgilendiriyor, yani üniversitelerimiz bu nihai savrulma ile kendilerini keenlemyekûn ilân etmekteyseler, bizler de kendileriyle birlikte aynı akıbete sürükleniyoruz demektir.
Hoş, erbabının indinde yaptığımız iş zaten uzunca bir süredir bilimin ne olduğunu unutmuş bir üniversitecilik oyunu oynamaktan ibaretti esasen. En iyi halde, tek tek bireysel düzeyde kimimizin sürdürmeye çalıştığı insana ve evrene dair bilgi çoğaltma, idrak ve kavrayışımızı geliştirme gayreti ve inadından söz edilebilirdi, ki burası aslında son tutamağımız sayılırdı. Üniversiteler akademyaya, bilim insanları da birer kariyer erbabı a-moral akademisyene dönüşürken bile oralarda, aralarda bir yerlerdeki o mucizevî çatlaklarda, o küçücük tutamaklarda yüzümüz kızarmadan varolmanın yollarını arayan ve şans eseri bulabilen benim gibiler şimdi ne yapsın?
Kurumsal olarak bu kadar aşağılanıp, sindirilmiş ve sükûta mahkûm edilmiş bir kurum içinde şimdi nereye tutunalım?
Nereye gidelim?
Bir süre önce içimizden birisi, heretik bir ses, Levent Ünsaldı çıktı ve cevabını kendince verdi: “Önce bu utanca ortak olmayın!” (ki çoktan istifasını vermişken son KHK’yla onu da ihraca layık gördü üniversitesi!). Nasıl bilmem bu berbat duyguyu? O 28 Şubat günlerinde ben de o zamanki üniversitemden istifa ettiğimi sanırken, şaşkınlıkla öğrenmiştim devlet hizmetinden istifa edilemeyeceğini! Ancak “müstâfi sayılabilir”mişiz!
Ünsaldı’nın ardından, Esra Arsan benzerini yaptı; o da istifasını sundu. Umarım onunki medeni bir şekilde kabul edilmiştir. (Yoksa o da uzaklaştırıldı mı çoktan? Listelere bakmanın da bir önemi yok artık).
Onların bize hatırlattığı şey, o seçenek bizim her fırsatta siyasetçilere hatırlattığımızdan farklı değil: İstifa da bir tepkidir!
Ve haklılar…
Bu acıklı sonucun en büyük müsebbibi, muharriki ve bütün sürecin kâdir-i mutlak yöneticisi olarak şimdilerde daha fazlasını, hep daha da fazlasını isteyen, ve istediklerinin hepimizin iyiliği için olduğuna bizleri inandırmaya çalışan o muktedir siyasetçimizin, “ileri demokrasi” diye diye seksen bu kadar yıl sonra bizleri Atatürk ve İnönü dönemlerinin şimdilerde birden itibar kazanan o “muhteşem tek parti demokrasisi”ne, yâni tek adam rejimine sürükleyen cumhurbaşkanımızın belli ki ahenginden haz aldığı o çok sevgili hikâyecisinin o meşhur kitabının şairane başlığı bizleri teselli eder mi?
“Ya tahammül ya sefer!”
Neye tahammül nereye sefer?
İlki mümkün değil; sefere çıkacak neresi kaldı?
Hadi benim hamurumdan olanları bir kez daha şu sefil seçenekle bir yana bırakınız.
Üniversite kurumunun mahkûm edildiği o hepten bahtsız konuma, o utanç verici seçeneksizliğe, bu mutlak sükûta, hızla sürüklenmekte olduğu iflâsa kimsenin, ama öncelikle üniversite yönetimlerimizin söyleyecek bir sözü yok mudur?
Gerçekten yok mudur?
Aşikâr ki diğerleri, yani devlet üniversitelerimiz, devletimizin ve muktedir siyaset kurumunun gözünde birer devlet dairesi, yönetimleri siyaseten atanmış ve oralardaki meslektaşlarımız birer memurdan ibaret. Boyunları kıldan ince yani… O yüzden atılmalar, ihraçlar da esasen oralardan. Şimdilik..!
Ama, ya bizzat birinin mensubu olduğum, hasbelkader tutunduğum o mucizevî o imtiyazlı çatlağında hayatımın en anlamlı, verimli yıllarını geçirdiğimi düşündüğüm vakıf üniversiterimiz?
Sizler neredesiniz?
Burjuvazimiz de mi koca bir yalanmış?
Ah bilim! Ah üniversite!
Kimlerin elin(d)e kaldın sen böyle..?
Bir sahip çıkanın, ağlayanın bile yok…
Oktay Özel
Birikim Dergisi, Mart 2017
okozel@gmail.com