Bu çalışmanın resmen başladığı 2012 yılı, Romantizmin öncülerinden Herder’in uzun, zorlu macerası için yollara düştüğü, Fichte’nin doğduğu, Macpherson’un efsanevi Ossian’ı keşfedip Fingal ile okurlara takdim ettiği, Goethe’nin ilk eserini kaleme aldığı, ve belki de hepsinden önemlisi, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi ve Emile’i yazıp yayınlatmaya başladığı tarihin, 1762’nin, 250. yıl dönümüne tekabül ediyordu. Bir diğer deyişle, çeyrek bin yıllık bir kavram olan Romantizmin miladı, 2012’den bakıldığında, pekâlâ 1762’ye sabitlenebilirdi…
Pekiyi Romantizm nedir? Bu konuda Friedrich Schlegel, 1793 yılında kardeşi Wilhelm’e seslendiği bir mektupta “Sana en az 125 sayfa tutacağı için ‘romantik’ kelimesine dair açıklamamı gönderemiyorum” diye yazar. Bu çok kısa ve açık ifadeden de anlaşıldığı gibi, Romantizmi tanımlamak, karmaşık doğası gereği, en başından itibaren daima sorun oldu. Sistematik bir birlikten ziyade başına buyruk sanatçı ve düşünürlerin şekillendirdiği bir hareket, bir yaklaşım, bir felsefe, bir dünya görüşü olarak Romantizm, Kartezyen düşünce geleneğine karşı bir tepki olarak doğdu ve birkaç on yıl içinde tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar farklı çehrelere sahip oldu. Bugün bile Romantizm, aradan geçen 250 yıla rağmen belirsiz sınırları ve çözümlenemez karmaşıklığı nedeniyle hâlâ bir “muamma”dır.
Ancak bir bütün olarak bakıldığında, kelimenin en geniş anlamıyla Romantizm, tam bir 19. yüzyıl (1789-1918) meselesi olarak görülmüştür. Özellikle politik temerküzün saraylardan salonlara, gazetelere, kahvehanelere, sokaklara doğru yayıldığı kitleselleşme çağında Romantizmin çeşitli politik suretlere büründüğü; milliyetçilik, muhafazakârlık ve devrimcilik ile birlikte ‘romantik’ diye nitelenen pek çok politik ve kültürel aktörün oldukça karmaşık bir mücadele tarihi var ettiği söylenebilir. Modernleşmenin ürettiği koşullarda, sanat ve fikir eserleri, geleneksel zamanların alışkanlığının aksine, aristokratların beğenilerine sunulmanın ötesine geçmiş ve kitleselleşme sürecine uyumlu bir yaratımla, toplumun tamamına (ya da geniş kesimlerine) seslenmeye başlamıştır. Modernleşmenin farklılatırıcı yönelimleri, kimi sanatçı ve düşünürleri “hayatta kalma eserleri” kurmaya iterken, aynı sürecin benzeştirici yönelimleri de kimilerine “ütopya veya mefkûre üretme” görevi vermiştir. Bu çözümsüz problem yüzündendir ki, Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi adlı eserinin önsözünde, “19. yüzyılın gerçekçiliğe duyduğu nefret, Caliban’ın aynada kendi yüzünü gördüğünde duyduğu öfkedendir. 19. yüzyılın romantik akıma duyduğu nefret, Caliban’ın aynada kendi yüzünü göremediğinde duyduğu öfkedendir” der.
Bu “uzun yüzyıl” (1789-1918), bir başka bakış açısıyla, bir önküreselleşme çağı olarak da değerlendirilebilir. Zira 19. yüzyıl, etkileri gezegenin geneline yayılacak ve toplumların yaşamlarını baştanbaşa değiştirecek kimi icatlarla, kavramlarla, insanlarla, fikirlerle ve olaylarla birlikte hatırlanmayı hak eder. Romantizm de bireysellikten toplumsallığa bu devrin hemen başında; Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları ile geçti. Romantiklerin sıklıkla ele aldığı bu üç kritik eşik, önce coşkuyla selamlandı; ardından büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Bu şartlarda –Michael Löwy ve Robert Sayre’nin belirttiği gibi– sanayileşmenin, yerinden yurdundan ettiği insanları mutsuz kıldığı ve geçmişteki düzenin, yenisinden daha iyi olduğu fikri İngiliz romantizminin; Fransız Devrimi’nin yarattığı hayal kırıklığı sonucunda imparatorluk özlemlerini dirilten Napoleon Savaşları’nın ise Alman romantizminin gelişimindeki yönlendirici rolü ortadadır. Türk romantizmine ilişkin bir sebep aradığımızda ise, I. Bölüm’de tartışma zemini oluşturup, devamında muhtelif yönlerini irdelediğimiz gibi, Türkiye’de bir Napoleon işgali, bir halk devrimi ya da bir sanayileşme çilesi yaşanmadı. Türk romantizmi, diğer her şeyden ziyade, 19. yüzyıl Türk politik kültürünün temsilcilerinin Avrupa modernliğiyle karşılaşması ve toplumlarının sandıklarından çok daha gerilerde kaldığının farkına varmasıyla ilişkilidir. Türk romantizminin hemen her ürününde kendini ele veren, modern emsallerle yerel temsiller arasındaki uyuşmazlıkları açıklama çabasının ardında bulunan “Avrupa’ya kendini ispatlama” isteği ve “kabul görme beklentisi/kabul görmemeye karşı Garbiyatçı öfkelenme” eğilimi, bunun açık delilidir.
“Romantizm” kavramı elle tutulur, gözle görülür dünyanın ölçülebilirliğinin ötesine geçen metafizik-idealist değer ve güçlere atıfta bulunur. Erken dönemin Romantizmi, “eleştirel aklın eleştirisi”ni yapan ve “dünyanın büyüsü”nün bozulmasına karşı çıkan; hatta onu yeniden büyülemek isteyen bir isyandan gücünü alır. Yine de Romantiklerin düşünceleri, sanatın alegorisi ve “anlamı bir giz perdesinin ardında saklama” kaygısı nedeniyle hayli bulanıktır. Bu muammayı anlaşılır kılmak adına edebiyat eleştirmeni René Wellek, ‘Romantik’ diye nitelenen yazarların paylaştığı üç norm tespit edilebileceğini belirtmiştir. Bunlar, şiirsel bakış için gereken muhayyile/hayal gücü, dünya görüşü için gereken doğa ve şiirsel üslup için gereken sembol ve mitostur. Bu tanım doğrultusunda Romantizm, edebi anlamına kavuşarak, yaşamı şiirselleştirmek ve destansılaştırmak diye yorumlanacaktır. Bu yaklaşım, aynı zamanda insanı şairleştirmek ve kahramanlaştırmak anlamına da gelecektir elbette. Tam bu noktada, romantikliğin muhtemelen en iyi tanımının Novalis’e ait olduğu konusunda geniş bir fikir birliğinden bahsedilebilir. “Sıradan şeylere yüksek bir anlam, alışılmışa gizemli bir itibar, bilinene bilinmeyenin onuru, sonluya sonsuz bir görünüm vererek romantikleştiriyorum” diyen Novalis, sekülerleşirken büyüsü bozulan bir dünyayı Romantiklerin yeniden büyülemeye çalıştığını estetik bir ifadeyle ortaya koymaktadır. Bu tanımın izi sürüldüğünde Romantizmin, dehanın elinde hakikati bir mitosa, bir efsaneye dönüştürmeyi teklif ettiği görülmektedir. Bu yüzden romantik düşünce, büyülenmesi, mest edilmesi gereken insanlık ailesini mutlu kılmak veya teskin etmek adına, en başından beri sanatı “toplum için” icra etmekten yana tavır almıştır. Romantizmin toplumsal bilinç nezdinde bazen teselli, tedavi ve telafi edici, bazen tahrik, tazyik ve tahkim edici olması bundandır…
Modernleşme derinleştikçe romantik akımın aldığı haller giderek başkalaştı ve Romantizm toplumsal açıdan çok daha kuşatıcı, çok daha kapsayıcı bir anlam kazandı. Romantiklere göre, modern medeniyette, teknik yöndeki gelişime rağmen, hakikatte hiçbir insanî ilerleme gerçekleşmemiştir. Yani insanlar biraz daha müreffeh bir yaşama eriştiklerinde, biraz daha mutlu ol(a)mamıştır. Bu yüzden liberal ilerleme ideali ve tarihin çizgiselliği gibi moderniteye yön veren fikirlere Romantikler karşı çıkar ve ‘aklın ölçüsüzlüğü’ne karşı bir denge arar. Newtoncu düşüncenin yarattığı matematiksel-analitik görüşleri, Akıl Çağı düşünürlerini ve Aydınlanmacıları, ‘soyut akıl’ fetişizmi nedeniyle eleştiren Romantikler, insanın doğayı anlama yolunda içindeki “ruh”a kulak vermesi gerektiğini söylemektedir. Özellikle muhafazakâr ve milliyetçi cenahta büyük heyecanla sahiplenilen ruh söylemi neticesinde folklorik araştırmalardan, mitolojik destanların kayıt altına alınmasına, dilin/ırkın soykütüğünün keşfinden, halkın yerel (folk) kültürlerini canlandıran/canlı tutan festivallere dek bunun çok çeşitli sonuçları olacaktır. Bununla birlikte 19. yüzyılın hareketli entelektüel atmosferinde bu merakın somut sonuçlarından biri olarak otantik “kültür” vurgusu gelişti ve milli kültürün, evrensel medeniyetten daha öncelikli olduğu yönünde romantik milliyetçi temalar türedi. Bunu “modernleşmekte geç kalmışlığın telaşı içinde” dile getiren metinler için Ziya Gökalp külliyatına bakmak yeterlidir.
Aslında başından beri romantik aydınlar için yerel/aşağı/folk kültür, muazzam bir sermaye anlamına gelmiştir. Hür zamanların hayali Ortaçağcı romantik bir ilkelciliği üretirken, endüstri öncesi toplumsal düzen ve ahlâkın, âdet ve geleneklerin incelenmesi, şarkıların derlenmesi, efsane ve halk masallarının toplanması, sanayileşmeyle birlikte köylerini unutmaya mecbur kılınan proleter(leşen) kitleleri hareketlendirmek için komünist ütopyaya da sıkça destek sağladı. Bu anlamda Romantizm, özellikle 19. yüzyılın başından itibaren politik muhafazakârlığa ruhunu verdiği gibi, aynı zamanda devrimci bir bilinç de ol(uştur)du.
Öbür yandan modern(leşen) toplumlarda standart eğitim sisteminin kurulması neticesinde hızla gelişen yazılı kültür, filolojik, edebi ve tarihsel çalışmaların da desteğiyle, kozmopolit ideallere karşı köklü bir mücadeleye girişilmesinin yolunu açtı. Bu yönelim, elbette, kaçınılmaz olarak milli-devlet/ulus-devlet fikrinin yoğunlaşmasını da sağlıyordu. Devletin ve milletin romantikleştirilmesi, vatan kasideleriyle birleşerek ortaya “milli romantik duyuş” ya da onu ikame etmek üzere kullanılan “milli romantizm” denen kültürel milliyetçi tavrı çıkarıyordu. Resmî ve yarı-resmî kurumsallaşmaların yönlendirici etkisi devreye girmeye başladıkça, milli-devlet kurma (ve ona uygun bir toplumsal bilinç inşa etme) süreçlerinde kültürel bir yoğrulma göze çarpmaktaydı. Romantizm, milli romantizm kisvesine büründüğünde, gayet rasyonel ve modernleşmeyle uyumlu bir halde, her ülkede dilde sadeleşme, milli bir alfabe yaratma ya da basın-yayın aracılığıyla toplumsal ve politik bir bilinçlenme gayretine hizmet vermekteydi. Bu aşamada modern(leştirici) eylemin aksine söylem boyutunda romantik edebiyat ve müzik, esin kaynakları henüz modern medeniyetin yıkıcılığıyla yüzleşmemiş, “bozulmamış, saf insanlar diyarı” olarak tanımlanan ve çobanıl (pastoral) motiflerle süslenen kır/köy olduğu için, otantikçiliğin ve milliyetçiliğin en önemli iki vasıtası olmuş gibi gözükmektedir.
Romantiklerin otantik ve yerel kültürlerde –Şarkiyatçı güdülerle– bulduğu mistik hava da belirleyici bir önem taşımıştır. Gizemli olana –ökültist güdülerle– duyulan merakın ise, Aydınlanmanın tüm gizemleri ortadan kaldırma vaadinin gerçeklik bulmadığı bir ortamda geliştiğini unutmamak gerekir. Bu anlamda, örneğin Keltlerin efsanevi şairi Ossian, dönemin Romantiklerinin elinde birdenbire “Kuzeyin Homeros’u”; Yukarı İskoç yaylaları ise, mistik olaylara gebe bir “Kutsal Topraklar” diyarı oluvermiştir. Hölderlin’den Lamartine’e birçok romantik sanatçıyı halk şiirleri yazmaya sevk eden de, Puşkin ve Scott’u Ortaçağ’a odaklanan tarihî romanlar yazmaya sevk eden de, bu türden büyük heyecan dalgalarıdır. Benzer şeylerin, özellikle İskandinav mitolojisinin yeniden yorumlanmasıyla Nordik toplumlarda yaşandığı bilinmektedir. Türkiye’de ise Dede Korkut figürü ve Kızıl Elma mitosu etrafında toplanan bir milli mitoloji, Turan ülkesi söylemi eşliğinde, İslâm-öncesi Türk medeniyeti tarihine dair romantik bir merak uyandırdı. Modernleşmeci milliyetçiliğin İslâm’la barışmaya başladığı dönemlerde ise kuvvetli bir Ortaçağcılık, edebî-politik söyleme hızla nüfuz etti ve kendine kalıcı bir yer edindi.
Yeri gelmişken belirtmek gerekir; Romantizmin başka hiçbir temsili, şairlik kadar yüksek bir şan ve itibar getirmemiştir. Şair bazen bir peygamber, bazen bir vaiz, bazen bir aziz, bazen bir ajitatör, bazen bir kahraman, bazen bir yasa koyucu, bazen bir kurucu, bazen bir yok edici ve bazen bir yaratıcı olarak görülür. Böylesine merkezî bir toplumsal rol yüklenen şairler, genellikle politik mücadelelerin ortasında kalmış ve yine genellikle çeşitli sürgünlerle ödüllendirilmiştir. Ne var ki uzun 19. yüzyıl şartlarında, şiirin gücü, çoğu zaman onu politikleştirirken, kimi zaman şairleri de politikacılaştırmıştır. Bunu fark eden politik aktörler şairlerin duyguları harekete geçirici, öfke ve heyecanı yönlendirici, hatta yeni bir mitos yaratıcı mutantan sesinden ve ruhani gücünden istifade etmekten geri durmadı. Fichte’den Petöfi’ye, Mickiewicz’den Ziya Gökalp’e pek çok milliyetçi entelektüel şiirleriyle hükümetlerinin politik projelerini dile getirirken; tıpkı Mehmet Âkif, Yahya Kemal ve diğer pek çok romantik Türk şairi örneğinde görüldüğü gibi, Lord Byron, Lamartine ve Hugo türünden romantik dehalar da, aktif birer politikacı olarak parlamentolarda görev aldılar.
Sanatın ve düşüncenin geniş kitlelerce görünürlük/bilinirlik kazandığı ve millileşme bakımından hayli bereketli 19. yüzyıl koşullarında eğitim seviyesinin Avrupa genelindeki artışı, refahın yükselişi ve kentleşmenin getirdiği toplumsal kesişmeler sayesinde, insanlar edinebildikleri her bilgiye dikkat kesilmeyi alışkanlık hâline getirdi. Modernleşmenin toplumsal yüzü böyleydi. Resmin geneline bakarsak, gazete ve dergiler de, tam bir 19. yüzyıl ürünüydü. Sansürün egemen olduğu rejimlerde, basın-yayın camiası yüzünü yalınkat gazetecilerden taravetli, hararetli şairlere çevirmeyi kısa sürede öğrenmişti. 1789-1848 arasındaki yarım yüzyılda artık anlaşılmıştı ki, edebiyat sadece edebiyat; felsefe sadece soyut düşünce demek değildi. Hal böyleyken, kaçınılmaz olarak politika da sarayların ve parlamentoların sınırlarından taşıyor ve kralların, despotların veya profesyonel politikacıların elinden kaçıyor; Herder’in öncü tabiriyle, yaratılmakta olan “millet ormanı”nın içlerine doğru yayılıyordu. Bu açıdan Romantizm üzerine yapılacak her inceleme, şiirlere, şairlere, şiirsel söylemlere başvurmak durumundadır. Zira çalışmanın tüm bölümlerinde sıkça yer verdiğimiz üzere, romantik şiirler aracılığıyla politik-toplumsal fikirler çok daha çarpıcı bir surete büründürülebiliyordu. Bu yüzden Goethe, Hugo, Blake derken, geç modernleşen/geç milletleşen toplumlarda da milli romantik duyuşu mümkün kılan şairler, daha da politikleş(tiril)miş ve geniş zaman dilimlerinde milli kahramanlara dönüştürülmüştür. Yunanistan’da Solomos, Bulgaristan’da Botev, Rusya’da Puşkin’e yüklenen bu anlam, Türkiye’de de elbette Nâmık Kemal’den esirgenmedi…
Romantizm bunca zaman neye yaradı ya da toplumsal-politik düşünceye ne kattı? Her şeyden önce Romantizm, yaşanmakta olan travmatik kapitalist gelişmenin, sanayileşmenin, şehirleşmenin ve kitlesel savaş ya da göçlerin tüm tatsızlıklarına ya kuşatıcı bir biçimde anlam kazandırdı ya da o can sıkıcı gerçekleri maskelemeye yaradı. Muhafazakârlıktan sosyalizme dek birçok politik tutum ve eyleme bir adım mesafede duran bu gergin bekleyiş, içinde modernliğin yarattığı çelişkilere karşı çok çeşitli direniş ve terapi yolları barındırıyordu. Geçmişin mitleri ve zaferleriyle, dinî ve felsefî aşkınlığa doğru çıkılan içsel yolculuklarıyla, kaçış edebiyatı diyebileceğimiz egzotizm meraklarıyla Romantikler toplumsal bir ruh yaratmak, işte, dilde ve fikirde birlik tesis etmek için, bir tür kültürel “uyanış” (Rönesans) başlattılar.
Romantiklerin ilk temsilcileri, millet hakkında politik olmayan, ancak bir tür kültürel milliyetçilik veya önmilliyetçilik olarak değerlendirilebilecek sözler sarf etmişti. Herder, ahbabı Kant’ın “ebedi barış” projesinin karşısında, “milletlerin kardeşliği rejimi”ni resmetmiş ve “Her kültürün bir çekim merkezi vardır” diyerek, bir yandan evrenselci-monist Aydınlanma karşıtlığını göstermiş; farklı medeniyetlerin farklı amaçlar güdebileceğini ve bu amaçları gütme hakkına sahip oldukları gerçeğini dile getirmişti. Romantiklerin “Kendini bil!” düsturu, Herder’in, insanın mensubu olduğu toplumu (dilini), zamanı (tarihini), mekânı (coğrafyasını) bilmesini gerektirdiği önermesine varıyordu. Her bir toplumun kendine mahsus (unique) olmasını mümkün kılan ve dışarıdan bir gözün kolay kolay anlayamayacağı bir ruhu; Volksgeist’ı vardı ve bu Innerlichkeit (iç dünyası, içselliği, özü) hiçbir zaman aşılamazdı. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, Alman romantizminden Türk romantizmine birçok yatay geçişi mümkün kılan Ziya Gökalp’in bu konulardaki eserleri, felsefî derinlikten mahrum olsa da, izleyicileri arasında kalıcı etkiler uyandırmış ve Türk muhafazakâr milliyetçiliğinin Batı’ya karşı gün yüzüne çıkmaya meyilli öfke ve hiddetini frenleyici bir rol oynamıştır.
Romantik düşünceyi anlamak için iki unsur daha aslî bir önem taşır. Bilindiği üzere mitoloji ve ilahiyat, Aydınlanma düşüncesi ve modernitenin temel ilkeleri tarafından değersizleştirilen iki olgudur. Bu noktada, “Devlet ve Vatan Mitolojisi” konulu bölümde modernitenin yazı yüzü akıl-bilim-ilerleme gibi kavramlar iken, tuğra yüzünde mitolojinin, tanrı ve tanrıçaların, aziz ve azizelerin, şehitlerin, cennetlerin yer aldığını ve bunların Romantizm eliyle politik söylemi nasıl biçimlendirdiğini anlamaya ve açıklamaya çalışmak gerekiyordu. Devletin modern toplumların tanrısı yapıldığı ve Romantik düşünürlerin devleti estetikleştiren, kutsayıp ilahileştiren eserler vermesinin ardındaki sebepleri bulmaya gayret etmek gerekiyordu. Devlet, niçin mitolojik bir dev, kutsal bir değer, uğruna yaşanması ve ölünmesinden başka bir şey düşünülemeyecek bir maşuktu? Neden o ‘öl’ dediğinde ölünür, ‘gül’ dediğinde gülünürdü? Kimi zaman “vatan” kavramıyla kendisini daha dişil bir surete sokarak estetikleştiren bu aşkın varlık, bir nevi ‘amentü’sü olan metinde, “kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda” demekle kalmıyordu. “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda” diye geçmişte bugün için ölenleri hatırlatarak, bugün de yarınlar için ölünmesi gerektiğinde, yapılacak şeyin ne olduğunu ifade ediyordu. Benzer yaklaşım, “Bu görev senin en kıymetli hazinendir” diyerek “dünya görüşü sunan” diğer ezber metinlerinde de görülür.
Devlet mitolojisi zaman ve mekân mefhumlarını yırtıp atarak, insanları insan-ötesi varlıklarla muhatap kılar. Ölüleri canlılarla sürekli olarak konuşturur; büstlerle, heykellerle, marşlarla ve şiirlerle sürekli bir ayin hâlindedir. Bu derece büyük bir teslimiyet isteyen dogmatik ilkeler bütünü olan ‘Devlet’in modern zamanların tanrısı olduğunu söyleyen genişçe bir literatür bulunmaktadır. Muhtemelen bu yüzden devlet mitolojisi, alabildiğine ilahiyatçı bir dil kurgulayarak kendini ifade eder. Böylece, ona ilişkin yapılan her faaliyet, sarf edilen her söz, sevap ve günah gibi kavramlarla da açıklanabilir hâle gelir. Öyleyse, mitolojinin felsefe ve sözlü edebiyattan çok daha fazlasıyla ilahiyata yakın olduğunu akılda tutmamız ve romantik milliyetçi bir kurgunun güzelleştirdiği devleti başka yönlerden de incelememiz gerekmektedir.
Bu metafizik boyut, kaçınılmaz olarak ‘ruhların kurtarılması’ için tekrar tekrar Volksgeist kavramına dönmeyi mümkün kılmakta; bu konuda muhtaç olunan kudret, köklerdeki asil ‘muhayyel büyük aile’ hissinde bulunmaktadır. İşte bu yüzden Nâmık Kemal’le birlikte kendi varlığını fark ettiği ilk dönemlerden itibaren bir hayalî cemaat olarak Türkler ‘millet’i romantikleştirmeli; vatanı mistikleştirmeli; dil, tarih ve coğrafya etrafında bir kültürel hareket oluşturmalıydı. Bu anlayışa göre mesele, sadece parçalanan Osmanlı’nın bedeniyle, yani vatan topraklarıyla sınırlı değildi; mesele, ölen Osmanlılık ruhuydu da… Artık korunması istenen, Şerif Mardin’in belirttiği gibi, milletin ‘ruhu’, ‘maneviyatı’, ‘özü’ gibi soyut değerlerdi. Bu milli ‘öz’ün korunmasını mümkün kılacak olan önlemlerin başında milli kültür yaratmaya yönelmiş bir edebiyat geliyordu. Dolayısıyla milli ruhun (Volksgeist’ın) toplumsal etkisi için toplumun yüce bir varlık olarak kendisi mistikleştirilmeli; ruh ve maneviyat bütünlüğü, devlet ve vatan gibi kutsal varlıklarla birlikte sürekli dile getirilmeliydi. Milli romantik duyuş temsilcilerinin elinde, dilinde, dimağında vuku bulan romantikleştirmeyle milli kültürcülüğün zaferi kaçınılmazdı… Sonuç olarak Herder ve Rousseaucu “milli ruh” benzetmesi, modern Türk politik kültürünün (daha çok da estetik boyutunun) doğuş ve gelişim sürecinde, zamanın gereklerine ve nereden bakıldığına bağlı olarak bir parça evrilmekle birlikte, esasen bir sabit değer olarak genel kabul gördü.
İlgili bölümlerde anlatıldığı üzere, efsane ve menkıbeler, dinin, geleneksel küçük topluluklar içinde, ‘folk kültür’ çerçevesinde yaşayan sıradan insanlar arasında kabul görmeye daha elverişli bir hal almasını sağlamıştır. Modern politik ilahiyatın, modern sıradan insanlar arasında milliyetçi, muhafazakâr veya İslâmcı söylemini benimsetmesi bakımından kritik rol oynayabilen efsanevî, menkıbevi, epik söylem, bugün de benzer bir işlevselliğe sahiptir. Bu bağlamda, Novalis’in muğlâk, şaşırtıcı, ibret verici ve tılsımlı hikâyelerin gücünü, dünyanın büyüsünü yeniden temin etme gereksinimini dile getirdiğini hatırlayabilir; Türk düşüncesinin, hususen ismi anılmasa da Novalis’in –bir bütün olarak erken Romantizmin– yolundan gittiğini ve benimsediği değer ve idealleri romantikleştirerek bir toplum (bir hayalî cemaat) inşa ettiğini söyleyebiliriz.
Kutsal devlet-millet-vatan teslisini, dil-tarih-coğrafya üçlüsüne bakıştaki efsanevi-irrasyonel ve duyumsamacı tavırla bütünleştiren ‘Milli Romantizm’de, “efsane ve menkıbelerdeki insan iradesini aşan olağanüstü güçler, Tanrı’nın insan ve tabiat üzerindeki hâkimiyetini perçinler, insanı tevekkül ve teslimiyete götürür[ken]”, çok yönlü bir toplumsal ‘hemhâl olma’ durumu var etmektedir. İşte bu hemhâl olma durumu “milli ruh” anlatısı bakımından çok verimlidir. Konu ve kişilere tarihî bir derinlik kazandırmasıyla, ilahi bir iradenin gücünü telkin etmesiyle, kıssadan hisse çıkarmaya yarayan çözüm üreticiliğiyle menkıbelerin, efsanevî olanla gerçek olan arasında yumuşak geçişler yapabilme becerisinde, bireylerden kitlelere uzanan bir perspektifte “belirleyici, yönlendirici, kontrol altına alıcı” bir güç olduğu aşikârdır. Bu gerçek, Nâmık Kemal’in metinlerinden bu yana gençler üzerinde romantik bir heyecan ideolojisi yaratmaya çalışanlara çokça hizmet vermiştir.
Tarihsellikten bahsetmişken, konunun bir diğer önemli boyutuna daha açıklık getirmek gerekir. Romantik tarih anlayışı özelinde Walter Scott’un öncü başarısı, okurlar nezdinde, İskoçya tarihine ve özellikle Ortaçağ’a dönük büyük bir merak uyandırırken, ardı sıra açılan pencereden içeri tarihsel bilgiler etrafında toplanan savaşların, kahramanların, dehaların, uluların girmeye başlamasını sağlamasından gelir. Romantik tarih anlayışı ile birlikte efsaneler, yiğitler, cengâverler, prensesler ve azizler, yarım yamalak da olsa toplumun geneli tarafından hızla öğrenilmiştir. İskoç tarihini insanların zihnine sevilesi, sempatik bir şey olarak nakşeden Scott romanlarının taklitleri, kısa bir süre sonra aynı etkiyi uyandırmak amacıyla efsanevi öğelere başvurmakla “efsanevi tarih” anlayışını güçlendirmeye başlamış görünmektedir. Örnek vermek gerekirse, Scott’tan habersiz eserler kaleme almış olan Novalis’in Ortaçağ’ında tiranlık, adaletsizlik, serflik, veba gibi meseleler yoktur; Ofterdingen’de kardeşliğin ve güzelliklere imanın Katoliklikten beslendiği hayalî bir cemaat vardır. Puşkin’in Boris Godunov’u ve Evgeni Ogenin’i kendine bir tarih yaratmak isteyen Rus entelijansiyasına, Henrik Steffens’in ve Erik Gustaf Geijer’in Gotik tarihî romanlarıyla İskandinav mitolojisinden yararlanarak kurguladığı Vikingler odaklı tarihsel anlatım ise Danimarkalı ve İsveçli aydınlara aradıkları milli ruhu ve tarihsel derinlik hissini verir. Benzer bir yönelim, Nâmık Kemal’in edebî biyografileriyle başlatılabilecek bir gelişim içinde, Mehmet Âkif’ten Cemil Meriç’e, Fuad Köprülü’den Kemal Tahir’e, Ahmet Refik’ten Necati Sepetçioğlu’na, Nihal Atsız’dan Yahya Kemal’e uzanan bir kanon tarafından Türkiye’de de oluşturulmuş bulunuyor.
Öte yandan, milli kültür arayışının önemli bir boyutunu teşkil eden romantik tarih anlayışı edebiyatla yoğun etkileşim içinde, nesnel tarihi olabildiğince esneterek biçimlendirdi. Milli romantik tarihçiliğin başından beri gayesi, vatanın ve milletin romantizasyonu oldu. Bu anlamda Romantizm ilk evresinden itibaren aslında pedagojik bir görev üstleniyordu. Tarih bundan böyle genç nesillere vatanlarını sevdirmek, atalarını tanıtmak ve bunlardan derlenen bir ideal çerçevesinde topluma bir ütopya vermek anlamını taşımaktaydı. Neticede araştırmalar, değerlendirmeler ve tarihyazımı, insanları etrafında toplayışıyla, gerçek bir milli bilinç uyandırmaya, insanların, başka milletlerle aralarındaki kültürel, tarihsel, toplumsal farklar bulunduğunu görmesini sağlamasıyla da politik bir milliyetçiliğin gelişimine zemin oluşturuyordu. “Milli kültür” kavramı bu aşamada, öncesinden çok daha fazla duyulur olmaya başlıyordu…
Devletlerin dışında, devletlerden başka bir aşkın varlık olarak “Millet”ler vardı. İnsanlar, neden ve nasıl İngiliz, neden ve nasıl İrlandalı, neden ve nasıl İskoç olduklarını bilmek ve anlamak istiyordu. Bu yüzden çalışmanın “Volksgeist” ve “Romantik Tarih Anlayışı” başlıklı bölümlerini bu hususa verilen cevaplara ayırdım ve buraya kadar bahsedilmiş olan milli ruh, devlet, vatan, millet gibi konular hakkındaki meta-anlatılara, romantik halkçılıktan romantik tarihçiliğe yatay geçişlerin yapıldığı tartışmalara tahsis ettim. Bunu milli kültürün romantikleştirildiği ya da Romantizmin biçimlendirici etkisi altında milliyetçi bir söylemin nasıl kültürcülük üzerinden toplumsallaşabildiğini düşünerek değerlendirdiğimizde, Türk politik kültüründe Romantizmin, aslında ne denli merkezî ve kritik bir yer tuttuğunu görmek mümkün hâle gelmekteydi. Modern Türk düşüncesinin en önemli temsilcilerinin ancak romantikleştirici etki uyandırabildikleri ölçüde sevilen, sayılan, hatta ikonlaştırılan birer edebiyatçı, tarihçi, politikacı, şarkıcı veya şair olduğunu görmek bu bakımdan anlamlıdır.
Hasan Aksakal
Türk Politik Kültüründe Romantizm
İletişim Yayınları, Eylül 2015
ha_aksakal@yahoo.com