(Alt+F-Sebat:)
Geldi yine Nisan-Mayıs ayları, tezlerin vadesinin suyu ısındı. Adayların ensesinde demoklesin kılıcı gibi duran deadline hızla yaklaşırken hepimizin hayatının bir devresini teşkil eden tez yazma/yaz(a)mama süreçlerine bir yolculuk yapmak istedim. Bütün bu tez sancılarında daha çok yazamamanın acı hatıraları biriktiği için niçin ve nasıl yazılmaz tecrübeleri üzerine biraz gezinmeyi düşünüyorum.
“Çok okuyan yazamaz” sözü hiç aklımdan çıkmaz. Rivayete göre çok yazan parlak bir sosyolog abimiz söylemiş, okuduklarının miktarını bilmem ama bir miktar sorunun cevabını teşkil ediyor. Evet bu bir taltif cümlesi değil, kafası karışıklar için kolay bir rehber ancak. Sorunun açık cevabını herkes biliyor galiba, asıl soru ise “tez nasıl yazılır?” olmalı malum. Umberto Eco’nun How to Write a Thesis kitabının anadilinde yayınlanmasından (1977) uzun bir süre sonra İngilizce’ye tercüme edilmesiyle [Umberto Eco, How to Write a Thesis, MIT Press, Cambridge 2015. (https://mitpress.mit.edu/books/how-write-thesis)] dünyada büyük bir akademik okur kitlesi bu münbit bir yazardan akademik metinlerin nasıl olup da bu kadar nitelikli ve fazlaca yazılabileceğini öğrenmek istedi. Kitap dünyada lisansüstü öğrenciler için yazılan diğer benzerleri gibi araştırma yöntemleri, akademik usuller vs. öğreten bir ders kitabı mahiyetinde olunca yaratıcı yazarlık üzerine akademik hayaller suya düştü. Hasılı elimizde çokçası bulunan Tez Nasıl Yazılır metinleri yerine hepimizin müştereki olan “Tez Nasıl Yazılmaz?” üzerine odaklanarak durum tespiti yapalım istedim. Bütün diğer benzerleri gibi bir takım sıkıntılar sebebiyle süreci uzatanlardan biri olarak tezin acknowledgement mahiyetindeki şükran girizgâhına şöyle başlamıştım:
“Bir tez için takdir edilen süreyi biraz aşmış olarak aslında hiçbir akademik çalışmanın tam manasıyla bitmemiş olduğu gerçeği ile de tanıştım. Çalışmanın bazı idari ve ihmali sebeplerle inkitaya uğraması henüz akademik hayatının başındaki adaylar için üzücü olmakla birlikte metni sonlandırıp saygın bir jüri karşısına çıkmak, dünyayı değiştirmese de tezi savunmak ve eleştirilere cevap vermeye çalışmak büyük bir zevk. Ve nihayet bu safhaları geçerek metni teslim ediyor olmak da huzur verici.”
Bu biraz benim hususi hikayemle ilgili olduğu için alalede kötü tecrübelerden genel problemlere doğru yolculuk denemesi yapacağım. Hepimiz için pek sevimsiz olan “tezi n’aptın?” sorusuna karşı “tez uzadı” cevabını vermemek için karmaşık gerekçelere ihtiyacımız vardır. Böyle bir vasatta Howard S. Becker’in Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi başlığıyla çevrilen çalışması imdadımıza yetişti:
İnsanlara, yazarken karşılaştıkları sorunların, onların kişisel zaaflarından, gerektiği kadar çok çalışmamalarından, yeteri kadar yetenekli olmamalarından ya da bu sıkıntılara yol açtığını düşündükleri diğer benzeri kişisel kusurlardan kaynaklanmadığı mesajını vermeye çalışıyorum. Onlara C. Wright Mills’in söylediklerini, yani bu bağlama en uygun düşen ifadeyle, kişisel sorunların gerçekte toplumsal organizayon sorunları olduğunu hatırlatıyorum. Kısacası, beceriksiz olduğunuz için değil, içinde bulunduğunuz ve bu sıkıntıları deneyimlediğiniz toplumsal organizayon bunları yarattığı için siz bu sorunları yaşıyorsunuz. [Howard S. Becker, Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi: Yazının Sosyal Organizasyonu Kuramı, çev. Şerife Geniş, 3. Bsk., Heretik Yayınclık, Ankara 2015, s. 7-8.]
Tez yazmaya girişen bir adayın önünde sınırsız sayıda konu ve kaynak olmasına rağmen yazabilmek için sınırlı miktarda enerjisi ve zamanı vardır. Ekonomi tanımının aksine işleyen bu durum, netice bakımından da sınırsız sayıda ihtimali doğurur. Neyse ki aday, çalışmasını bitirip bazı sonuçlara ulaşmak zorundadır, tez adı verilen bu süreç lisans bitirme ödevlerinden başlayarak akademik hayatın mutlu sonu profesörlüğe kadar devam eden çeşitli yazım usullerini ifade ediyor. Aslında ilkokul bilgilerimize göre tez-hipotez-teori-kanun şeklinde oluşan hikayenin başında olmamıza rağmen bilimsel araştırmayı nihayete ermiş metinler olarak görmek biraz mevzuat azizliği galiba.
Bilhassa sosyal bilimcilerin bu sınırsız evrende gösterecekleri performans, doğrulanabilir önermelerinin bütüncül sonuçlara ulaşıp ulaşamayacağı biraz da kullanacakları yöntemle ilgilidir. Yazmak bu bakımdan sonu gelmez nakillerde bulunmak olduğu gibi aynı zamanda hâkimâne bir tanımlamalar yapmayı da gerektiriyor. Atıf-iktibas-intihal gibi ince ayrımlarını gözeterek inşa ettiğimiz metinler üzerinde hassas bir işçiliğe girişiriz. Şu veya bu şekilde bitirdiğimiz metne tez diyoruz ya da jüri veya enstitü böyle diyor. Ta ki profesörlük takdim tezine kadar devam eden bu süreçte yazılan metinlerin mahiyeti değişse de adı değişmiyor. Cemal Bali Akal, Burası Tanzanya mı Karanfil? başlıklı eserinin bir dipnotunda kendi tez hikayesini anlatırken şöyle bir neticeyi aktarır:
Deney insana şunu öğretiyor: Akademik hayatın “elbette yalnızca samimi olan” adayları, yüksek lisans tezinde dünyanın tüm sorunlarını çözmeye çalışırlar ve batarlar; sonra daha mütevazı biçimde, doktora tezinde ülkelerinin tüm sorunlarını çözmeye çalışırlar ve yine batarlar; biraz daha mütevazı biçimde, doçentlik tezinde şehirlerinin tüm sorunlarını çözmeye çalışır ve bir kez daha batarlar; iyice mütevazı biçimde, profesörlük takdim tezinde sokaklarının tüm sorunlarını çözmeye çalışırlar ve tekrar batarlar; sonra yazmaya devam ederlerse ve artık ağızlarının payını almışlarsa, hiçbir sorunu çözmeye kalkışmazlar ve yazdıkları bir teze benzeyebilir.
Akademiye üniversite dışından devam etmek isteyenler açısından durum kat be kat daha zordur. Hayatın onca meşgalesi arasında tez hiyerarşik olarak bilmem kaçıncı sıradadır. Halbuki meslekten akademisyenler için tez en büyük karın ağrısı olarak kendisiyle yatılıp kalkılan kutsal yüktür. Bu yönüyle üniversiteye intisap etmek ders anlatmaktan daha çok eser yazmaktır ve konforu hiçbir şeye tercih edilmez. Tanpınar, “Üniversite hocalığı, cemiyetin insana verebileceği en şerefli iştir.” der. [Orhan Okay, Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları, İstanbul 2010, s. 186. Üniversite hocalığı bir cemiyetin bir insana verebileceği en şerefli iştir” (Yaşadığım Gibi, s. 327)] Üniversite dünyanın kargaşası arasında asude bir bahar ülkesidir adeta. Washington Post kitap ekinin editörü Michael Dirda kendisiyle yapılan bir röportajda “Edebiyat doktorası yaptınız ama üniversite yerine hayatınıza gazetecilikte devam ettiniz. Dönüp baktığınızda, gazeteciliği seçtiğinize memnun musunuz?” sorusu karşısında; “Her yaz, üniversite hocası olmadığım için pişmanlık duyarım. Ne tatlı bir hayat! Bütün o tatil ayları! İyi bir üniversitede görevinde kalma hakkı elde etmiş bir profesör olmanın yeryüzünde cenneti yaşamak olmadığına kimse beni inandıramaz. Öte yandan, edebiyat gazeteciliği, vaktimi yazmaya ayırmamı sağladı ki üniversitede ders vererek ya da akademik araştırma yaparak bunu asla gerçekleştiremezdim.” [Washington Post kitap ekinin editörü Michael Dirda ile röportaj, Kitap Zamanı, Eylül, s. 16. http://kitapzamani.zaman.com.
Bilgisayarın ortaya çıkmasıyla sonu gelmez fişleme adetleri de ortadan kalkmış, başkasının atıfına atıf yerine googlebooks’un da himmetiyle dipnotları şişirmek kolaylığı ortaya çıkmıştır. Aslında bilgisayarın gücüne o kadar inanılır hale geliniyor ki görsellik bakımından en yüksek filmlere dahi atıl izlecinin “bilgisayarla yapmışlar bu sahneleri canım” demesi, bilgisayar yazmış bu tezi diyecek kadar makineye ruh yükleyenler var. Tabiki 30-40 sene önceki daktilo tez anıları gibi geri dönülmesi güç inşa faaliyetlerimiz olmayacak ama bir metin oluşturmanın her devirde emek mahsulü olacağı da unutulmamalı.
Netice itibariyle her şeye rağmen ortaya bir tez çıkar. Fakat veritabanlarında depolanmış vaziyette duran bu çalışma ne işe yarar bu dünyanın en zor sorusudur. Belki de tezin cevaplamağa çalıştığı sorudan daha büyük bir meseledir bu. Kimi zaman da Cemal Kafadar’dan dinlediğim bir review cümlesinin ifadesiyle “yazar, pek de mühim olmayan bir boşluğu doldurmuş” olabilir. Ya da hukuk profesörü Seha Meray’ın (1924-1977) kendisine sunulan bir tez için: “İçinde yeni ve güzel olan yanlar da var. Ancak yeni olanlar güzel değil, güzel olanlar da yeni değil.” [Yalçın Küçük, El Kitabı, Akış Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 91. (aktaran https://eksisozluk.com/entry/
Umberto Eco, How to Write a Thesis’da sırasıyla “Siz Proust değilsiniz. Uzun cümleler kurmayın. Eğer aklınıza gelirse onları yazın ve sonra bölün. Cumming değilsiniz. Cummings Amerikan avangart şairdi ve bir avangart şair olarak yapması gerekenleri yapardı. Ancak siz avangart şair değilsiniz.” diye devam eder. [http://zirvehaberajansi.com/umberto-ecodan-genc-yazarlara-tavsiyeler/] Sosyal bilimciyi büyük kurgu üstadlarının yordamından alıkoyan bilimsellik iddiasıdır. Bu da herkesin içinde kalmış bir ukde olarak ortaya çıkacağı günü bekler. Eco bu durumu şu şekilde ifade eder. “Yaratıcılık bir yana, pek çok bilim insanının içinden hikaye anlatmak geldiğini, ama bunu yapamadıkları için çok üzüldüklerini söyleyebiliriz; işte bu nedenle bir çok üniversite profesörünün çalışma masasının çekmecesi yayınlanmamış berbat romanlarla doludur.” Fakat Eco, kendisi romancılığını doktora tezinde de işletebilmiştir. Hem de ortaçağ üzerine felsefi ve estetik yargılar içeren bir çalışmasının serüvenini şöyle aktarır:
Doktora tezimi Aquinalı Thomas’ın estetiği üzerine hazırladığımda –çok tartışmalı bir konuydu, çünkü o dönemde edebiyat araştırmacıları Thomas’ın hacimli yapıtlarının toplamında estetik düşünce bulunmadığına inanıyorlardı- sınav heyetindekilerden biri beni “anlatım safsatası” yapmakla suçladı. Olgunluğa erişmiş bir bilim insanının, araştırma yapmak üzere yola çıktığında kaçınılmaz olarak deneme-yanılma yoluyla ilerleyeceğini, değişik varsayımlarda bulunup bunları reddederek çalışacağını söyledi. Ama araştırmalarının sonunda bütün bu girişimleri özümsemiş olması ve sadece çıkardığı sunması gerektiğini belirtti. Bense tam tersine, araştırmamın hikayesini polisiye romanmış gibi anlatıyormuşum. Birazını nazik bir tavırla dile getirdi, araştırma sonucu bulunan her şeyin bu şekilde “anlatılması” gerektiğine dair temel düşünceyi hatırlattı bana. Her bilimsel kitap bir tür katil kim olmalıdır. Kutsal Kâse’yi arayışın hikayesi gibi. Sanırım o günden sonra bütün akademik araştırmalarımda bunu uyguladım. [Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2011, s. 11-12.]
Bizim akademimiz için Eco’nun dünyası fevkalade fantastik duruyor. Şimdilik öncekilerin açtığı usullere tabi olarak çıtayı koyacak yer arıyor olacağız. Bizde daha çok süreç işçiliği diye tanıtılan çoğunlukla jüriye çalışmak şeklinde adlandırılan gayriresmi usullere tabidir tez işleri. Niçin kurulduklarına bir türlü anlam verilmeyen enstitüler halihazırda fakültelerin/bölümlerin yürüttüğü master/doktora programının kırtasiyle mesulleridir. Tabi bütün diğer memuriyetler gibi durumdan vazife çıkarıp adayın işlerini yokuşa sürmeye bayılırlar. Zaten zamanın dakik işlemediği ülkede her şey sizi öteler, herkes sizi ihmal eder. Ayaklı mazeretlerin makbül olduğu böyle bir vasatta sizin de güzel bahaneleriniz olmalıdır.
Batıda PhD humor tarzındaki literatürde sık sık supervizor’un kurucu rolüne atıf yapılır ve fıkraların kurucu kahramanıdır. Almanca’daki doktorvarter (tezbabası) deyimi bizdeki danışmanın bilinmeyen rolüne dair ne çok şey söylüyor.
Aslında bir çok tezin(ve aynı zamanda ilmî çalışmaların) hikayesi baştaki tek cümlelik ithaf cümlelerinde saklıdır. Başarılı kimselerin ardında başkaca yardımcı şerikler aramakta mahzur yok haliyle. Çalışmasını bir türlü tamamlayamayan bir doktora öğrencisinin eşinin tezi bitirmesine nasıl vesile olduğuna dair hikayesi bir çok diğerleri gibi ilham verici. [http://www.dunyabizim.com/mercek-alti/10391/tezini-bitiremeyen-esime-nasil-bitirttim]
Tanpınar’ın Huzur romanının kahramanı Mümtaz kafasındaki Şeyh Galib’e dair eserini bir türlü tamamlayamamaktadır. Mümtaz’ın tezini bitirmesine dair Nuran ile şu diyalogu çok güzeldir:
—Doktora tezinizi bitirdiniz mi?
— Dün akşam bitirdim, dedi ve deminki çocukça utanmasını daha çocukça bir neşe ile tamamladı; dün akşam son sahifenin altına kırmızı kalemle kocaman bir çizgi çektim. Altına birincisinden daha kalın bir çizgi, bir tane daha, en altına 4 Mayıs, saat 23’ü beş geçe diye yazdım. Bir imza attım. Sonra kalktım, balkona çıktım, İsveç usulü üç dört derin nefes aldım (…) [(…) Şimdi de Büyükada’ya gidiyorum. Utanmasa, yaşım yirmi altı, Emirgân’da, tepede güzel bir evde oturuyorum, kötü dans ederim; balıkta sabırsızlık yüzümden şansım yoktur, fakat iyi yelken kullanırım. Hiç olmazsa deniz kazalarından kurtulmakta birinciyim. Hatırınız için her gün iki tabak semizotu yiyebilir, hattâ içtiğim sigaraları bir pakette indirebilirim, diye tamamlıyacaktı.]
Bu çılgınlık biraz da tezin bitmesinden geliyordu. Artık hür olduğunu, istediği gibi gezip tozacağını, istediği şeyleri okuyacağını düşündükçe sevinci artıyordu. Mayısın dördünde tezini bitirmek, yazı kazanmaktı. Dört seneden beridir, ilk defa yaz denen harikulâde kuş kendisinden oluyordu. Dört ay İstanbul onundu. Vakıâ imtihanlar vardı; fakat ne çıkardı? Daima bir kaçamak yolu bulabilirdi. [Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Remzi Kitabevi, İstanbul 1949, s.73-74.]
İşin aslı “tez nasıl yazılır”ın özeti gemisini kurtaran kaptan hesabı yalnız başına yükü sırtlanmak olacak. Bu bir miktar kapanmayı, gençliği harcamayı, aileyi biraz ihmal etmeyi de kaçınılmaz olarak doğuracak bir süreç. Nasıl yazılmazın ise milyonla cevabı var. Bahanelerin arkasında akim kalmış nice tez hikayesi vardır. Kabahatli aramak gerekirse hevesini yitiren adayla birlikte akademik organizasyonun tüm kademelerindeki sorumlular tezin idam mangasıdır denilebilir.
Türkiye’de bilimsel çalışmaların seyrini değerlendiren bir makalenin ithaf cümlesi tüm sebatkâr tez çalışanlarına gelsin:
Bu yazıyı, yazıda anılan bütün maddi ve manevi olumsuzluklara rağmen, onlara katkıda bulunmadan ve onların kurbanı olmadan azimle ve halis niyetle elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan ‘genç’ meslektaşlarımıza ithaf ediyoruz. [Oktay Özel ve Gökhan Çetinsaya, Türkiye’de Osmanlı Tarihçiliğinin Son Çeyrek Yüzyılı: Bir Bilanço Denemesi, http://w3.balikesir.edu.tr/~
akolbasi/20. yysonceyregindeosmanli.doc]
Ne bitmez olsa da her metnin bir sonu var fakat hafızamızda bıraktıkları bâkî kalır. Yazımızı şu hüseynî şarkı ile bitirelim: “Tez geçse de her sevgide bin hatıra vardır.”
Sedat Albayrak
Sosyal Bilimler Platformu, Blog Yazarı
s.albayrak@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Yayınlanan bu yazının tüm hakları Sosyal Bilimler Platformu’na (www.sosyalbilimler.org) aittir. Kaynak gösterilse dahi yazının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.