Onu son kez haberlerde izlemiştim. Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin bulunduğu binanın ranta açılmasına isyan ediyordu. “Ben ne yapacağım bilmiyorum. Bilen varsa bana söylesin.” diye serzenişte bulundu önce, sonra gülerek gazetecilere döndü ve “Merak etmeyin çocuklar” dedi. İyimser, güçlü, mücadeleci, pes etmeyen duruşuyla kararlı bir figürdü. Bizim kuşak onu, cuma akşamları prime-time’da yayınlanan eskinin kapalı gişe filmleriyle tanıdı. Benim gibi Türk filmi yazısını görür görmez kanal değiştiren, kimilerine göre “gâvur” özentisi kimilerine göre “seçici” azınlık bile defalarca izlemeden edemedi Hababam Sınıfı’nı. Ölümünden sonra, hayatının her noktasından her yana çekilen, adeta didik edilen bir ikona dönüştü sanatçı. Maden filminden tutun da 12 Eylül’de tutuklanmasına, aşklarına, Haziran hareketine, Fenerbahçe’ye kadar her kesimden insanın, ideolojinin, fikrin kendinden sayabileceği bir yönü vardı mutlaka.
Daha tek bir film çekmeden karizmasıyla büyülemişti insanları. Sabun köpüğü yapımlar halkı tatmin ediyordu şüphesiz. Yapımcılar memnundu, izleyenler huşû içinde kendilerinden geçiyordu. Peki ya kendine çizdiği yoldan çok farklı bir tarafa yönelen bu mühendis bey memnun muydu bütün bunlardan? Şüphesiz başka şeyler vardı zihninde. Nitekim, onca “sakıncasız” filmden sonra, Maden, Yol, Sürü geldi. Aşk filmlerini, salon filmlerini pembe renkli duygusal melodramları seven ağlayarak sinemadan çıkmanın hazzıyla dolup taşan Anadolu halkı için kendi haklarının savunulması, sorunlarının dile getirilmesi, haksızlığın vurgulanması, siyasete kaymak olarak algılandı. Bir anlamda çekinceli yaklaşıldı bu tavra. Sonuç olarak, 1982’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Yol bir Mavi Boncuk, ya da Tatlı Dillim kadar ilgi görmedi. (Velhasıl, bir sonraki başarı için 30 yıl beklemek zorunda kaldık. (Sessiz, 2012) Ancak o da arka sayfalarda, küçük bir sütuna sıkıştırıldı. Yine “ilgi” görmedi.)
Tabii bütün bunları bir düşüş olarak algılamak mümkün değil. Popülist yaklaşımdan uzaklaştıkça, anlamlı, sosyal mesajlarla dolu cesur yapımlarda yer almaya başladı Akan. En yakın tarihli Vizontele Tuuba’da fikirlerin öldürülmeye çalışıldığı o günleri şöyle bir replikle yâd ediyordu:
Komutan: Sosyalizmi getireceklermiş, iyi bir şey olsa devlet getirirdi.
Güner Bey: Bütün iyi şeyleri getiriyor mu devlet?
Komutan: Çok masraflı değilse evet.
Evet. Çok masraflı değilse, görünen o ki demokrasi bile (en azından herkes için demokrasi) “çok masraflıydı” devletlü için. Ama bir şeyi gözden kaçırıyorlardı: “Fikirlere kurşun işlemezdi.”(V for Vendetta, 2005) Öyle de oldu. Tarık Akan yaşadıklarına —işkenceye— dayatılmak istenene rağmen —örneğin Ertem Eğilmez’in ambargosu— çizgisinden uzaklaşmadı; uslanıp köşesine çekilmedi. Düşünmeye, üretmeye, karşı çıkmaya (Silivri günlerinde olduğu gibi) devam etti. Belki bir meslektaşımın dediği gibi beklediği günleri görememenin kahrı öldürdü onu. Biliyordu ki, şu günlerde insanlar hala ne düşündüklerini söylemekten korkuyorlar. Korkmasınlar istedi. Doğru bildiklerinin arkasında dursunlar istedi. Şimdilerde hala sistemin ücretli askerlerinin, kalemşörlerinin hedefi olmaya devam ediyor. Onlar da biliyorlar ki, fikirleri ölmedi. Bu yüzden şimdi yas tutma zamanı değil; bayrağı devralma zamanıdır!
Zeynep Şenel Gencer
Sosyal Bilimler Platformu, Sinema Editörü
z.s.gencer@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Yayınlanan bu yazının tüm hakları Sosyal Bilimler Platformu’na (www.sosyalbilimler.org) aittir. Kaynak gösterilse dahi yazının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.