Bir profesör, polis akademisinde verdiği derste yasalardan, geleneklerden, görgü kurallarından ve bunların zaman içerisinde yaşadığı değişimlerden bahsetmektedir. Profesör, görgü kurallarıyla ilgili bir örnek vermek ister ve eşiyle birlikte arkadaşlarına konuk oldukları bir akşamı öğrencileriyle paylaşmaya başlar.
Başlangıçta her şey son derece normal gözükmektedir. Profesör ve eşinin konuk olduğu aile, sıradan bir burjuva ailesidir. Misafirlerini geç kaldıkları için küçük bir sitemle karşılayıp akşam yemeğinden bahsettiklerini düşündüren bir sözle az kalsın onları beklemeden başlayacaklarını söylerler. Az sonra kamera yemek masasına doğru çevrilir ve Buñuel’e yakışır bir tuhaflıkla karşılaşırız. Yemek masasının etrafında sandalye yerine klozetler bulunmaktadır.
Bu andan itibaren her şey olması gerekenin zıttı bir görünüm izler. Ev sahibesi nazikçe konuklarını masaya yerleştirir, kıyafetler dize indirilir ve hoş bir sohbet eşliğinde herkes ihtiyacını gidermeye başlar. Buñuel, kendine has alaycılığıyla en sıradan görgü kurallarını tersyüz etmiş, akşam yemeğiyle tuvalet ihtiyacını yer değiştirmiştir. Hal böyle olunca masadaki sohbet de beklenenin aksi bir biçimde ilerler. Profesör, İspanya seyahatini planlanandan daha erken bitirmesinin sebebini şöyle açıklar: “Her yer leş gibi yemek kokuyordu!” Benzer biçimde, ev sahibesi karnının acıktığını söyleyen kızını, sofrada böyle konuşmaması gerektiğini söyleyerek uyarır.
Buñuel, böylesine absürt bir sahne tasarlayarak neyi amaçlamaktadır? Bu sorunun tek bir cevabı olmadığı açık. Ancak içeriği bu şekilde tersine çevrilmiş olmasa belki de hiçbir anlam ifade etmeyecek olan bu sahnenin, izleyiciyi oldukça kullanışlı sorular üretmeye yönelttiği söylenebilir. Buñuel’in bu sahneyle gerçekliği bozduğu ortadadır; yine de bunun tam bir bozulmadan ziyade mevcut gerçekliğin belirli bir alanını, özellikle de en tartışılmaz olan tarafını baş aşağı çevirmek olduğunu görmek gerekir. Görgü kurallarından söz ederken Buñuel’in tuvalet adabı ile sofra adabını yer değiştirmesi boşuna değildir, zira özellikle de tuvalet konusu artık herkesin üzerinde hemfikir olduğu, gizlice giderilmesi gereken bir ihtiyaçtan öte bir şey değildir.
İlk bakışta toplu halde ihtiyaç gidermek ancak bir Buñuel filminde rastlanacak kadar saçma bir eylemdir. Böyle bir eylem saçma olmakla kalmaz; aynı zamanda iğrenç bir saygısızlık, hatta ahlaksızlıktır. Medeni insanlar olarak artık başkalarının yanında ihtiyaç gidermenin ayıp bir şey olduğunu bilen ve bedenini buna göre terbiye eden canlılar olduğumuz kabul edilir. Bu noktada ilgi çekici bir ayrım göze çarpar. Buñuel’in sahnesinde, ev sahibesinin kızını yemekten söz etmemesi yönünde uyarması gibi, gerçekte de sofrada tuvaletten bahsetmek hemen ayıplanır; yemek esnasında tuvaletten konuşmamak açıkça bir medeniyet göstergesidir. Profesör, tam da buna uygun olarak evin hizmetçisine, utana sıkıla kısık bir sesle “yemek odası”nın yerini sorar.
Aslına bakılırsa neredeyse 17. yüzyıla kadar, tuvalet ihtiyacını gidermenin başkalarından gizlice yapılması gereken bir eylem olduğuna dair algı insanların zihnine yerleşmemişti. Daha eskiye gidecek olursak, Efes antik kentini gezmiş olanların da bileceği gibi, bu tip antik şehirlerde “Latrina” adı verilen umumi tuvaletler bulunur. Bu tuvaletler, oturağa benzer uzunca bir zemin üzerine açılmış deliklerden ibarettir ve kent halkı tuvalet ihtiyacını burada birlikte gidermektedir. Dolayısıyla tuvalet ihtiyacının gizlenmesi gerekliliği, medeniyetin bir kazanımı olarak karşımıza çıkar. Bu kazanımı oluşturan şey ise, açık bir “medeni-barbar” ayrımıdır. Böyle bakıldığında Efes’teki umumi tuvaletleri dönemin barbarlığına yönelik bir alayla karşılarken, az ilerisinde bulunan devasa kütüphaneye hayranlık duymak biraz tuhaf gözükmektedir.
Buñuel’in sorgulaması doğrudan medeniyete yöneliktir, sahnenin kışkırtıcılığı da buradan gelir. Gündelik yaşamda aksinin varlığından dahi söz edemeyeceğimiz, böylesine içselleştirilmiş kurallar hakikaten sanıldığı kadar insan türünün içgüdülerinden yahut topluluk halinde yaşamanın mecburiyetlerinden mi gelmektedir? Bir noktaya kadar bunun doğru olduğu söylenebilir, gerçekten de davranışlarımızı büyük ölçüde yaşadığımız dönemin toplumsal yapısı belirler ve görgü kurallarının oluşumu da bu doğrultuda gerçekleşir. Fakat sorun medeniyetle birlikte ortaya çıkmıştır, öncesinden farklı olarak ilk kez medeniyetin inşasıyla birlikte bu tür davranışlar belirli ayrımlar üzerinden işlemeye başlamıştır. Norbert Elias, bu konuda şahane çözümlemelerinin bulunduğu başyapıtı Uygarlık Süreci isimli kitabında şöyle söylemektedir:
Gerçekte, bugün ‘uygarlaşmış’ ya da ‘uygarlaşmamış’ diyerek oluşturduğumuz karşıtlık, ‘iyi’ ile ‘kötü’ olanın karşıtlığı değildir. Burada söz konusu olan şey, bir gelişim seyrinin belli aşamalarıdır ve gelişim hâlâ sürmektedir. Bizden sonraki aşamalarda yaşayan insanların da içinde bulunduğumuz aşamaya baktıklarında benzer bir utanma duygusu yaşamaları mümkündür. 1
Yine Elias’ın aktardığına göre, görgü kurallarıyla ilgili yazılmış kitaplarda (bizim adab-ı muaşeret olarak tanıdığımız eserlerin benzerleri) verilen öğütler doğrudan saraylılar içindir. Görgü kurallarının muhatabı saraylılardır, bu sebeple çoğunlukla köylüler ile kıyaslanırlar:
Sofrada burnunu sümküren
ve bunu eliyle yapan
mutlaka bir köylüdür,
iyi davranışın ne olduğunu bilmez. 2
Bu süreci günümüze doğru izlediğimizde, dönemin saraylıları için uygun görülen davranış biçimleri tüm toplum için belirleyici kıstaslara dönüştürülmüş, köylüyü yalnızca aşağılayarak bir kötü örnek olarak kullanmak yerine onun da eğitilmesi gereken birer özne olduğu ortaya konmuştur. Bu sayede medeni olmak barbarlığın karşısında üstün bir konuma yerleştirilmiş, medeni olmak hayati bir gaye hâline gelmiştir. Tüm toplum medeni olmanın kavgasını verirken, kendi sosyal formasyonunda bunun herhangi bir karşılığını göremediği için bir türlü üst basamağa çıkamayanlar da medeni olanlar tarafından istenildiği şekilde kullanılmaya açık bir duruma getirilmiştir. Klişe tabirle “modern toplum köleliği” böyle küçük detaylar ve söz konusu etmeye değer bulunmayan öz-denetim kuralları ile yürümektedir.
Buñuel’in, azılı düşmanı burjuvaziye saldırmak adına böyle bir sahne tasarlamış olması, var olan gerçekliği tersine çevirerek izleyiciye bu gerçekliği sorgulama imkanı sunması açısından önemlidir. Sahnenin içeriği oldukça zararsız ve hatta basit bir absürt mizah örneği gibi görünse de, yerleşik kuralların tarihsel geçmişi takip edildiğinde nasıl büyük sonuçlara ulaşılabildiği ortadadır. Tüm toplum tarafından benimsenmiş bu tip durumların, dikkatlice seyredildiğinde yer sofrasında elleriyle yemek yiyenleri aşağılamak ile Afrika ülkelerini sömürgeleştirmek arasındaki bağı gözler önüne serdiğini görmek gerekir.
Not: Bahsedilen sahne buradan izlenebilir.
Deniz Berk Sayınhan
blog@sosyalbilimler.org
sosyalbilimler.org Blog Yazarı
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.