Siyaset bilimcilerinin kolaylıkla üzerinde uzlaştığı şeylerden bir tanesi, modern siyasetin iki kurucu metni olduğudur. Bunlar; Makyavel’in Prens’i ve Hobbes’un Leviathan’ıdır. Bu metinler, özünde, modern siyaseti kavramaya ve açıklamaya olanak tanıyan düşünceyi barındırsalar da yarattıkları çağrışımlar nedeniyle farklılaşırlar. Ben bu yazıda Prens ve Leviathan arasındaki çağrışım farkına eğilerek, aradaki farkın kaynağını çok daha derinden ele almamız gerektiğini söyleyeceğim.
Önce farkın kaynağına bakalım. Makyavel’in Prens metni, modern siyasetin kendini dayandırdığı mantığın analitik boyutunu ihtiva eder. Egemenliğin tesis edilmesi ile muhafaza edilmesi arasındaki diyalektikte iktidarı konu alan her eylem, doğası gereği, monist anlam taşır; yani herhangi bir aşkın ve dışsal belirleyicinin gölgesi altında nesneleştirilemez. O, ancak kendinde ve kendi-aracılığı ile anlaşılır bir şeydir. Başka bir deyişle siyaset, kendisine dışsal bir konumdan okunmaz. Bu, ortaçağ politik düşüncesinin geride bırakılmışlığını simgeler: siyaset, Tanrının lütfu ve koruması altında işleyen ve kaynağını bütünüyle tanrısal olandan alan bir şey değildir artık. Siyaset, kendi konusunu ve kapsamını kendinden belirleyen, böylece amacı ile o amaca uygun eylemlerin mantığını kendi ontolojisinden türeten bağımsız bir olgu olarak, Makyavel aracılığı ile saf sekülerizme dönüştürülür. Makyavel kısmını kapatıyorum.
Bu yazıda amaçladığım şey, Makyavel’in Prens metninde doğrudan sunulan ve sunulduğu haliyle belli bir yalınlık ifade eden modern siyaset düşüncesinin, Hobbes’ta nasıl bir bağlam aldığını tartışmaktır. Hobbes, Makyavel gibi ve hatta onun kadar modern siyasetin kapsamına, ilgi alanına, biçimine ve sorunsallaştırılmasına dair kurucu bağlamda önermeler geliştirmiştir. Fakat, Hobbes’u Makyavel’den öteye taşıyan bir şey vardır – zira modern devletin anlaşılmasında Hobbes’çu paradigma daha çok işbaşındadır. İşte bunun nedeni üzerinde durmak istiyorum.
***
Makyavel’in Prens’i, hepimiz gibidir; insan olmaklığı ile ilave anlam yüklenmemiş, tek özelliği iktidar sahibi olmak olan bir figürdür. Prens, iktidarın sahibi ya da onun peşinde bir insan olarak, siyasetin asli öznesi olmakta ve siyasetin tek eylemi olan iktidarı amaçlamaktadır. Öyleyse Prens ile iktidarın arasında bir fark, indirgenemez boşluk hep vardır ve bu ayrım Makyavel’in siyaset felsefesini Hobbes kadar güçlü kılmayan yegane etmendir. Çünkü Prens, iktidardan ayrılmış, onunla farklılaşmış bir şeyi işaret ve temsil eder. Prensin amaçladığı ve peşinde koştuğu şey olan iktidar, Prens’in varlığına indirgenemez kalmıştır. Bu, bize, Fransa Kralı meşhur XIV. Louis’in “Devlet benim!” (l’etat c’est moi) sözünün artık tedavülden kalktığını gösterir. Devletle özdeş tutulamayacak olan bir özne düşüncesi, böylece siyaseti özdeşlik ilişkisinden çıkartıp, onu elde tutacak ya da elde edecek araçların analitik keşfine dönüştürür. Bu, bir yanıyla modernliğe doğru evrilen siyasetin anlaşılmasındaki epistemolojik kopuşu işaret eder, fakat devleti kendiyle özdeş tutulamayacak bir analitik nesneye dönüştürmek suretiyle onu anlam dünyasının dışına atar ve saf olgusal gerçekliğin alanına indirger. Böylece siyaset, anlamsızlaştırılmak suretiyle salt iktidar ilişkisine dönüştürülerek eksiltilir.
Şimdi, bu eksiltme nerede giderilmiştir, ona bakmak istiyorum. Leviathan’ı ve tabi Hobbes’u özel olarak düşünmemdeki sebep budur. Leviathan, modern siyasete özgü temel izleğin geliştirildiği Prens’te başvurulan üslubu tamamen geride bırakır. Prens, iktidarı konu alan siyasetin normatif eylemselliğini yüceltir tonda işler ve konu daima bu eksende sıkışıp kalır. Prens’i okumak, iktidarı konu alan bir eylemin sahasında gezinmeye dönüşür. Anlatı, başka herhangi bir düşünceye yöneltmeksizin, siyaseti sadece iktidar merkezinde okumanın ve anlamanın koşuluna indirgenir.
Leviathan’da olmayan, daha doğrusu geride bırakılan şey budur. Leviathan, Prens’te öne sürüldüğü şekliyle, anlatının salt konuya indirgendiği bağlamın aşıldığı ve yerine başka bir şeyin koyulmaya çalışıldığı bir metindir. Leviathan’da Sözün yerini İmge alır: böylece siyasete dair anlatının temeline olgunun kendisi değil, olguyu çağrıştıracak zihinsel üretim işlemleri konur. Prens, siyasetin ne olduğunu, nasıl biçimlendiğini, konusunu ve kapsamını sunan bir katalog gibidir. Leviathan ise, anlatılan şeyin temellendirilmesi için gerekli olan bir imge üretimine odaklanır: o imge ki, anlatılana güç verecek, onu temellendirecek ve onun anlaşılmasında yorumu metnin bağlamıyla sınırlandırmaya dönük çabaları aşacak bir gösterge olarak kaydedilir.
***
Gelelim metne. Esas itibariyle burada tartışmak istediğim şey, modern siyasetin iki kurucu metninden biri olan Leviathan’ın düzenlenme biçimidir. İçeriğin kendisinden bağımsız olarak, Leviathan’ın imgesel sunuşu, siyasete dair ufuk açıcı önermeler ihtiva etmektedir. Elbette modern analitik felsefenin temellerini içeren Leviathan’da, insan, toplum ve siyasal toplum (devlet) arasında dolaylı bağlantılar ve ilişkiler resmedilir. Fakat metnin önemi, daha içeriğe geçmeden evvel kapağındaki resimde saklıdır. Hobbes, metni yazdıktan sonra Paris’li ressam Bosse’den ricada bulunur ve ona der ki; kitapta değinmek istediğim her şey resimde mevcut olsun! Bosse, bunun üzerine Leviathan’ın klasik resmini tasarlayıp Hobbes’a sunar.
Bosse, Leviathan’ın kapağına, mitsel bir figür olarak “deniz canavarı” Leviathan imgesini koymakla işe başlıyor. Nitekim kitabın ismi ile imgesi arasındaki dolayım, metne anlamını veren yegane unsurdur ve Hobbes’un istediği de budur: imge ve isim, olgu ve çağrışım arasındaki özdeşlik, metne gücünü, anlamını ve kıymetini verecek olan şeydir.
Resmin metinsel anlamına geçmek istiyorum. Leviathan, yani mitolojideki deniz canavarının seçilme nedeni ne olabilir? Hobbes gibi klasik bir devlet kuramcısının, denizler ile kara mekanı arasındaki farkın siyasal teorideki boyutunu görmediğini düşünebilir miyiz? Elbette hayır. Üstelik, erken modernlik aşamalarından itibaren Avrupa siyasal gücünü belirleyen ana unsurun silahlı piyade güçleri ile mekanı hareketli birliklere açarak yerleşmeyi ve böylece toprak üzerinde egemenlik kurmayı sağlayan topçu birlikler olduğu hesaba katılırsa, bu olağanüstü (supreme) gücün bütünüyle karasal olmak zorunluluğu açıktır. Fakat Hobbes bunu yapmıyor, Leviathan imgesinde açığa çıkan gücü bütünüyle toprağın dışına tevdi ediyor. Resimde fark edilebileceği üzere, Leviathan, denizlerin üzerinden göğe doğru yükselen, bu sırada karasal mekanı teğet geçen, ona dokunmayan ve onunla temas etmeyen bir güç olarak beliriyor. Kara (şehir-devlet) ile egemen (Leviathan) arasında ise dağlar, yani aşılması güç zemin bulunmakta. Böylece egemenliğe dair ilk imge belirginleşmiş oluyor: egemenlik, kesinlikle dünyasal bir karakter taşımıyor. İnsanların yaşadığı ve yaşamakta oldukları dünyadan kopukluk, daha doğrusu onunla mesafelenmişlik, kapağın bize sunmak istediği merkezi imgeye dönüşüyor.
Bu tesadüf sayılabilir mi? Başından sonuna dek egemenlik kuramının ana hatlarını belirleyen bir metnin kapağında insan yaşamının olgusal mekanı olarak kara toprağının bulunmaması nasıl anlaşılmalı? Hobbes’un Leviathan metnine kısa bir süreliğine dönelim. Bilindiği gibi, metin, daha başından itibaren, egemenliğe giden yolda başlangıç olarak kendisine insanı sorunsallaştırıyor ve toplum ile ardından gelen siyasal düzeni tümüyle insansal bir bakış açısına oturtuyor. Şimdi akıllara şu soru gelebilir: metin boyunca egemenlik kuramını insansal bir kökene atıfla açıklama uğraşında olan birisi, egemenliği metnin de öncesinde neden dünya-dışı bir form olarak sunuyor? Burası önemli. Hobbes, Leviathan’da, iki aşamalı bir amaç takip ediyor: birincisi, şimdi söylediğimiz gibi, egemenliğin insansal karakteridir ve bu, metinsel bağlamı oluşturur. Fakat diğeri, metnin imgesinde temsil ve tasvir edilen şey olarak, egemenliğin mitsel ve aşkın bağlamıdır. Öyleyse elimizde iki egemenlik biçimi var. Birincisi, metinsel bağlamda inşa edilen seküler egemenlik formu olarak siyasal düzen ve onun insansal kökeni. İkincisi ise, egemenliği açıklayan değil, fakat onu simgeleyen imgesel form olarak mitsel sunum şekli. Böylece Leviathan, egemenliği, önce kendisinde bölüyor: imgesel boyutta tasvir edilen egemenlik, egemenliğin icra edildiği dünyanın dışında ve ona aşkın olarak kuruluyor. Fakat metnin içinde, tümüyle olguya bulaşmış bir egemenlik formu gelişiyor. Daha doğrusu kaynağını, nedenini, biçimini, vb. insansal süreçlerin toplamından devşiren bir dünyasallık, burada, egemenliğin anlatısı olarak şekilleniyor. Nihayetinde ayrım, anlamsal düzeyde bölünmüşlüğün üzerine oturtuluyor: kendisi olan imgesi ile kendisinin ne olduğunu açıklayan metin arasında çifte bölünen, fakat bir aşamadan itibaren ayrılmış öğeleri aracılığı ile tamamlanan bir yapıt söz konusu.
Leviathan imgesi, kısaca, metinde anlatıldığı halini ve biçimini aşıyor. Ve tabi egemenlik kavramının kendisi de bu aşmanın merkezinde duruyor. Modern devlete giden yolda imgenin olguyu aşması pek rastlanılır bir açıklama modeli değil. Fakat Hobbes, egemenliğin olgusal bağlamını tam anlamıyla düşünebilmemiz için bize imgesel bir tasvir sunuyor. Yani metni aşan bir şeye ihtiyaç olduğunun farkında olarak, Hobbes, egemenliğin kavramsal ve semantik düzeyinin, onu anlamak noktasında yetersizliğini vurgulamaya çalışıyor. Çünkü, egemenliğin bölünemez oluşunu açıklamak ile bu bölünemezliği imgesel düzeyde temsil etmek arasındaki düşünümsel farkın ne anlama geldiğini biliyor.
Bu yüzden kapağın hemen altında dikkat çeken bir simge var: örtü. Tam Leviathan yazısının olduğu şey, içeriyi gözden uzak tutan bir örtüdür ve örtünün ardında ne olduğu belirsizdir. Belki biraz Makyavel’ci “hikmet-i hükümet”, yani raison D’etat imgesi gibi görünmektedir. Malum, karanlık delhizlerde yürüyen ve kendinden başka hiçbir göze, kulağa ve dile açılmayan “devlet işleri”. Modern devletle özdeşleşmiş “derin devlet” imgesinin karşılığı gibi görünmektedir o karanlık. Ne var ki Leviathan’ın bütününe bakıldığında, henüz hükümet işleri halesine bürünmeyen bir egemenlik imgesi var karşımızda. Dolayısıyla anlamı imgenin merkezinde düşünmek gerekir – en azından şimdilik.
Örtünün hemen ardından gelen ince bir karanlık vardır ve karanlıkla aydınlık, yani gözün ulaşabildiği yer ile ulaşamadığı yer arasındaki sınır işte bu örtüdür. En ince detayına kadar Leviathan imgesini kapağın her bir tarafına yerleştiren Bosse’nin, örtünün altından gelen ince karanlığı rastlantısal olarak çizdiğini düşünmek safdillik olur. Fakat bizim için önemli olan, örtünün egemenlik imgesinde taşıdığı politik işlevdir. Leviathan, sadece egemenliği belirten bir biçim değil; duyusal dünya ile ötesi arasındaki sınırın da imleyicisidir. Leviathan göstergesi, gözün ulaşamayacağı belirsizlik alanı ile düzenin kurulabildiği mevcut dünya arasında bir sınırdır. Bunun açık anlamı şudur: Leviathan kendisini nerede konumlandırırsa, sınır orasıdır! Böylece Leviathan imgesi, politik egemenliğin imgesel tasviri olarak başlamışken, bir anda egemenliğin kendisini eskatolojik bir meseleye indirgemektedir. Politik egemenlik yerini böylece teolojik-politik bir forma büründürerek, egemenlik meselesini iyice çetrefilli bir hale sokar.
Bu yüzden şu soru akıllara geliyor: Acaba Hobbes’un egemenlik meselesini imge merkezli bir temsile oturtması, tercih değil de zorunluluk mudur? Başka bir deyişle, Makyavel’in Prens metninde ihtiyaç duymadığı şey, iktidarın saf gerçeklik düzeyinde olgulara denk düşmesiydi. Yani, iktidar ilişkileri, kendilerinde öylesine gerçekçiydi ki, Makyavel bunu ilaveten detaylandırmak ya da okurun zihnine bir de imgesel olarak yerleştirme ihtiyacı duymuyordu. Prenste konu edinilen iktidar ilişkileri öylesine bu dünyaya aitti ki, dünyayı yazınsal temsile oturtan ve açıklayıcı mahiyette bir anlatı geliştiren metin, bu nedenle düşsel bir imgeye başvurma zorunluluğu ve ihtiyacı hissetmiyordu. Fakat Hobbes, Makyavel’in tersine, egemenliğin yazıyı aşan boyutunu açığa çıkarmaktaydı adeta: egemenlik, bu dünyaya olan aitliği olgulardan – ve olguyu betimleyen yazınsallıktan – çıkarsanabilirdi. Ancak egemenliğin öte-dünyacı bir bağlamı bulunmaktaydı ve olgusal egemenliğe gücünü veren şey de bu öte-dünyadan gelen teolojik bağlamdı. Bunun sembolize edilmesi, egemenlik olgusuna asıl anlamını verecek olan şeydi; çünkü egemenliğin bölünemez ve devredilemez oluşu, onun, mevcut dünyaya içkinleşmiş değişim ve bozulma gibi olaylardan muaf olmasını garanti edecek bir aşkınsallığa oturtulmaktaydı. Bu aşkınlık, egemenliğin hem bu dünyaya hem öte dünyaya ait bir form olarak düşünmemizi gerektiren, bu nedenle egemenliği aynı zamanda bir imge eşliğinde okumamızı ve düşünmemizi gerektiren teolojik bir kisveye bürünmektedir. Hobbes, modern devlet kuramına doğru kapıları açarken, ortaçağ teolojisini de misafir etmekteydi. Nitekim bu misafirperverlik, modern devlet kuramının zirvesini temsil eden Schmitt’te, Hobbes’a çakılan bir selamla kendini yeniden hatırlatır.
Efe Baştürk
Sosyal Bilimler / Yazar
efe.basturk@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.