Yağız Gönüler: Merhaba Sinan Bey. Evvela röportaj teklifime vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum. İlk sorum sizi daha iyi tanımak adına olacak. Samsun doğumlusunuz, liseyi bitirene kadar Samsun’da yaşamışsınız. Şehir tarihiyle ve kültürüyle ilgilenme noktasında Karadeniz size ne tür kapılar araladı, ne tip materyaller sağladı? Son yıllarda Karadeniz üzerine çıkan şehir düşüncesi kitapları bağlamında bu soru benim için önemli.
Sinan Yılmaz: Şehri konuşmak, Üsküdar’ı konuşmak, bizim için her zaman büyük keyif. Buna vesile olduğunuz için ben teşekkür ediyorum.
Doğup büyüdüğüm topraklarda çok güzel insanlar tanıdım. Buram buram Anadolu kokan, toprak kokan ve muhatabına sadece iyiliği hatırlatan insanlar. Samsun’a dair en büyük kazancım insandır. O insanların bir kısmı bende bir tarih ilgisinin uyanmasına da vesile olmuştur. Karadeniz’in bana en önemli katkısı bu. Diğer türlü bir katkı açıkçası pek de mümkün değildi. Zira benim çocukluğum hep kırsalda geçti. Kızılırmak’ın kıyısında, tütün tarlaları ve meyve bahçeleri içinde. Şehrin ne olduğunu öğrendiğim yer, bu meselenin en iyi öğrenilebileceği yer oldu, İstanbul.
Uzun yıllardır Üsküdar’da yaşıyorsunuz, araştırmalar yapıyorsunuz ve yazılar yazıyorsunuz. Mart 2017’de, çok iyi bir zamanda Altın Şehir: Üsküdar Kitabı adlı eseriniz okuyucuya sunuldu Ötüken Neşriyat tarafından. 1110 sayfalık, harikulade bir emek mahsulü var karşımızda. Üsküdar sakinlerini, misafirlerini ve hatta hasbelkader oradan geçen birini etkileyen bir ilçe. Sizi nasıl etkiledi Üsküdar, neler söyledi?
Aslında sadece yedi yıldır Üsküdar’da yaşıyorum. İstanbul’a geldiğim 1993 yılından beri çok farklı semtlerde ikamet ettim ki, bunu da bir şans olarak telakki ederim. Pendik, Kadıköy, Paşabahçe, Beşiktaş, Hasköy ve Eyüp gibi İstanbul’un pek çok semtinde oturdum. Pendik’te iken Adalar’ın üzerinde batan güneşi, Paşabahçe’de Boğaz’dan geçen gemileri, Hasköy sırtlarından Balat’ı, Süleymaniye’yi, Ayasofya’yı seyrettim. Haliç o günlerde içime işlemiştir. Kısa Beşiktaş günlerimde Yahya Efendi’den aldığım feyzi hangi uzun cümlelerle anlatabilirim ki! Eyüp demek zaten bu şehrin kalbi demektir. Marmara Üniversitesi mezunuyum. Kadıköy zaten hemen her semtinde gençliğimizden hatıralar saklar. İşte 2010 yılında Üsküdar’a, bu şehrin farklı noktalarından topladıklarımızla dolu bir heybe ile geldik. İlk hissettiğim şeylerden biri küskünlüktü. Üsküdar’ın bana neler söylediğini sormuştunuz. Üsküdar bana adeta küs olduğunu fısıldar gibiydi. Üniversite yıllarımda pek çok kez geldiğim ama hakkını veremediğim bir Üsküdar vardı ve sanki şimdi, ‘bari bu sefer..’ ile başlayan cümleler kurar gibiydi. Başka neler söyledi? Doğrusu 1100 sayfaya dahi sığması mümkün olmayan pek çok şey.
Altın Şehir Üsküdar Kitabı’nı yazmanıza sebep olan neydi? Çünkü bu kitap, Tanpınar demiş ya “Bir zaman gelecek ve İstanbul’un güzellikleri sadece kitaplardan okunabilecek” diye, bu manada da oldukça kıymetli. “İşte Üsküdar böyle bir yerdi” demek için, tarihe kayıt düşmek ve dolayısıyla bir miras ortaya koymak için mi yazıldı bu kitap, sormak isterim.
Aslında bunun da pek uzun bir hikayesi vardır. Bir kitap yazma düşüncesi bende hep vardı ve birbirinden çok farklı konuları ele almış ama hiçbirini avucumda tutmayı başaramamıştım. Biliyorsunuz, asıl mesleğimiz öğretmenlik. Öğretmenlik, hakkı verildiği sürece dünyanın en yorucu işidir emin olun. Hakkını verdik diyemem ama bu çabayı hep göstermeye çalıştık. İşte bu çaba, bize başka bir iş yapma imkanı bırakmadı. Bunda, Avrupa yakasının kendine has yoğunluğu da bir etkendir. 2010 yılında Üsküdar’a gelirken kıtamızı da değiştirmiş ve o yoğunluktan bir sakinliğe adım atmış olduk. Gerisi Üsküdar’ın, az önce bahsettiğim fısıldamasıdır. Karşı yakada ikamet ederken Cerrahi Tekkesine çok sık gider ve oradaki meşke iştirak ederdim. Bende yeri çok özeldir. Cerrahiliğin piri olan Nureddin Cerrahi Hazretlerinin yola çıkış hikayesinin Köstendili Ali Alaaddin Efendi Hazretleri ile yani Üsküdar ile bağlantılı olduğunu öğrendiğim bir geceydi. Bilmiyordum ve bu yeni bilgi beni çok etkiledi. Kendi kendime uzun düşüncelere daldım ve dedim ki, evet, yarın yola koyulma vakti. İlk olarak, daha önce okumuş olduğum Ahmed Yüksel Özemre Hocamızın Hasretini Çektiğim Üsküdar kitabını daha farklı bir nazarla yeniden okudum ve böylelikle yol haritamı belirlemeye başladım. Bu güzel kitap, tayinim Üsküdar’a çıktığı zaman çok değerli meslektaşım Yusuf Emrah Uzunca tarafından hediye edilmişti bana. Kendisini de hayırla ve bin teşekkürle yad ediyorum.
İstanbul ve hususiyle Üsküdar bana çok şey kazandırdı. Bu kitap her şeyden önce bir vefa hissiyle kaleme alındı, bir borcu eda ediyor neşvesiyle yazıldı. Tanpınar’ın sözü maalesef bir gerçekliğin altını belirgin bir şekilde çiziyor ve içimizi çok acıtıyor. Bu kitabın tarihe kayıt düşmemesini, yani yıllar yıllar sonra bile açıp okuyanların ‘ne güzel, Üsküdar hala aynı Üsküdar’ demesini ne çok isterdim. Ancak siz de görüyorsunuz ki, her gün ve hiç hesapsız değişiyor cânım Üsküdar. Değiştiriliyor maalesef.
Kitapta evvela “Altın Şehrin Kalbi: Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri” ile başlıyorsunuz. Şüphe yok ki kadim şehirleri, o şehrin mahallelerini yaşatan en büyük güç ölüleri. Elbette biz ölü diyoruz ama onlar hâlâ feyz akıtmaya devam ediyor. Neden Hüdayi Hazretleri ile başladığınızı merak ediyorum.
Üsküdar bugüne dek pek çok önemli ismin kitabına konu seçtiği bir belde. Ancak iki kitap var ki, onların bu fasılda yeri bambaşkadır. Biri İbrahim Hakkı Konyalı’nın iki ciltlik, diğeri de Mehmet Nermi Haskan’ın üç ciltlik eseri. İkisine de çok şey borçluyuz, Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun. Onlar eserlerini, aynı metodu takip ederek kaleme aldılar. Camileri, dergahları, mektepleri, çeşmeleri, sebilleri ve daha nicesini alfabetik bir sıralama gözeterek anlattılar. Biz ise eserimizde, Üsküdar’ı semt semt anlatmayı tercih ettik. Öyleyse kitap Aziz Mahmud Hüdayi ile başlamalıydı, başka bir alternatifi aklımızdan geçirmeyi bile edebe aykırı bulduk. Böyle olmasaydı ve ‘Neden Aziz Mahmud Hüdayi ile başlamadınız?’ şeklinde bir soru ile karşılaşsaydım verebileceğim hiçbir cevap, -herkesten önce kendime- yeterli gelmezdi.
Yahya Kemal’in ‘Biz ölülerimizle beraber yaşarız’ sözü benim için nicedir bir hayat tarzına dönüşmüş durumda. Hayatımızı bu sözün ifade ettiği mana ile dizayn ettiğimiz anda, şehrin de, bulunduğumuz mekanın da daha bir zenginleştiğini hissederiz. Hele bu şehir İstanbul ise, hele bu mekan Üsküdar ise.
Şu sıralar gündemi meşgul eden Şemsi Paşa Külliyesi’ne dair kitapta önemli bir bölüm var. “Buselerin en masumu” demişsiniz külliye için. Sahiden de geleni karşılayan, gideni yolculayan bir camiden bahsediyoruz Şemsi Paşa derken. Muazzam bir düşünce var arkaplanında. Koca bir medeniyet tasavvurunun izleri var. Bize biraz Şemsi Paşa Külliyesi’ni anlatır mısınız?
Evet, buselerin en masumu ifadesini kullandık. Bunu yaparken de ilhamımızı Necat Çavuş’un Anıt Öpüşler şiirinden aldık. Zaten Üsküdar yürüyüşümüze pek çok kez edebiyatımızın ve özellikle de şiirimizin eşlik etmesini istedik, bunu yapmaya çalıştık ve bunun da kitabı daha bir renklendirdiğini, şenlendirdiğini hissettik. Bir Sinan eseri burası ve onun inşa ettiği en küçük külliye olarak kayıtlara geçmiş. Minicik bir cami, ibadet mekanına bitişik olarak planlanmış bir türbe ile L şeklinde bir medreseden oluşuyor. Üsküdar’ın en güzel süslerinden biri hiç şüphesiz
Üsküdar meydanından çevre mahallerine kadar birçok yeri elden geçirildi. Kimileri revize dedi, kimileri yenileme. Bir şekilde Üsküdar betona döndü, ciddi biçimde yüz değiştirdi. Eski ikliminden eser kalmadı demeyelim, hâlâ var, lakin o kokuyu teneffüs etmek çok güç bu kadar dizel ve benzinli motor arasında. Bunca kadim bir yer olan Üsküdar, sizin yaşadığınız süreçte ne tür değişimler geçirdi, sizin dikkatinizi çekenler neler oldu?
Değişim kaçınılmaz. İsteseniz de, istemeseniz de bu olacak. Bu şehir yüzyıllar boyunca değişti. Zelzelelerle, yangınlarla değişti. Bunların istenmemesi, yaşanmalarını engelleyemedi, engelleyemezdi de zaten. Bugün de değişmeye devam ediyor şehir. Ancak değişim böyle mi olmalıydı diye bir haklı soru var. Bu soruya da, ‘evet, tam olarak böyle olmalıydı’ diyecek bir Allah’ın kulu yoktur herhalde. Dünyanın en sıradan şehirlerinin bile böyle hoyratça değişmediğini düşünürseniz, İstanbul’da olan bitenler için sözün bittiği yere geliyorsunuz. Konuyu Üsküdar özeline taşıdığımızda da olumlu şeyler söyleyebilmemiz çok zor. Ne kadar isterdik hep güzel şeyler yapılsın ve biz de avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlayalım. Ama yok işte. Üsküdar’dan Çamlıca’ya doğru bakın, sonra Çamlıca’ya çıkıp oradan Üsküdar cihetine bakın. Kendinizi bir an önce uyanmak istediğiniz bir kabusun ortasında bulursunuz. Ben, Çamlıca’dan şehri seyretmeyi özlediğimde artık çoğu kez tepeye çıkmak yerine oturup eski resimlere bakmayı, siyah-beyaz Yeşilçam filmlerini izlemeyi tercih ediyorum. Bu faslı da izninizle burada kapatmak istiyorum, zira uzadıkça içimi dayanılmaz bir acı kaplayıveriyor.
Meydan projesi olsun, Şemsi Paşa Camii sahil projesi olsun, bu projeler hakkında neler söylemek istersiniz? Projelerin sahildeki ayağı şimdilik durduruldu. Revize edilerek devam edileceği söyleniyor. Kimileri hata olduğunu kabul etse de kent yönetiminde korkunç bir inat hâkim. Şahsen kentlerimizde olanların ‘sonradan vazgeçilen birer hata’ değil, bilakis bile isteye yapılan bir tarih, kültür, medeniyet işgalidir, yıkımı olduğunu düşünüyorum. Yönetim sınıfı, hani muhafazakârlar diye soruyorum, neden muhafaza etmektense yıkmayı, bakmaktansa yenilemeyi -üstelik hangi bilinç seviyesiyle olduğu meçhul- tercih ediyor sizce?
Ah bu sorulara bir cevabım olabilseydi keşke. Neden neden diye çırpınıp duruyoruz, sadece şehre dair taşıdığımız iyi niyetli kaygılarımız ve ses verişimiz bile başka yerlere çekilebiliyor. Mevzu İstanbul ise, mevzu Üsküdar ise nasıl susalım Yağız Bey? Hiç kusura bakmasınlar, hiç susmamızı beklemesinler. Bence yöneticiler bu sesin sahiplerine teşekkür etmeli, onları bu şehrin ücret talep etmeyen gönüllü çalışanları olarak en azından bir iki gönül okşayıcı sözle taltif etmeli. Bu güzel sesi patırtı olarak nitelendiren bahtsız kalemlere alan açmamalı.
Eseri tek başına değerli kılan imzalar vardır. Düşünsenize elinize bir tablo geçmiş ve üzerinde Hoca Ali Rıza’nın imzası var. Bir hat levhası ve altında Yesarizade veyahut Sami Efendi imzası. Şemsi Paşa Külliyesi bir Sinan eseri, daha ne olsun. Ama daha çok şey var elbette. Bir kere bu şehre aşık pek çok insan tanırım ki, küçük camilere ayrı bir sevda ile bağlanmışlardır ve bu insanlar söze genelde Şemsi Paşa Camii ile başlarlar. Halk daha çok Kuşkonmaz ismi ile tanıyor bu camiyi ve herkesin buraya yakıştırdığı kendine göre bir hikayesi var. Oraya o kazıkları çakmak diye bir şey -bırakın yapmak- nasıl düşünülebilir? Evliya Çelebi, “Sahilde küçük bir camidir. Amma o kadar şirin bina olunmuştur ki, geriden gören kasr-ı müzeyyen zanneder” diyor Şemsi Paşa Camii için. Bakınız nerede diyor? Sahilde diyor. Orayı sahil kılan ne? Boğaziçi. Bu şehri dünyanın incisi yapan su yolu. Boğaziçi’nden bir karış çalmanın bile bende bir izahı yok. Meydan projesi ile ilgili görseller paylaştılar. Bununla ilgili atılacak hayırlı adım da çok bellidir: Bir an önce durdurmak.
Bir zamanların terazi dengeleyen, göz hakkını esirgemeyen, güleryüzlü ve bilgili Üsküdar esnafını da ara ki bulasın. Merhum Ahmed Yüksel Özemre’nin bu konudaki hatıralarını okuduğumda, bir ‘karşının sakini’ ama yine kadim bir muhitin, Kocamustafapaşa’nın evladı olarak üzülmüştüm. Çünkü aynı durum bizim muhitte de vuku buldu. Önce ihtiyarlar çekildi, meydan kendini olduğu kadar çevresini de bilmeyenlere kaldı. Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi ve Pîr Yusuf Sümbül Sinan Âsitânesi olmasa muhitin kadr-i kıymeti yok olacak gibi. Üsküdar’da size güzel kokan, güzel bakan, güzel gördüğünüz neler kaldı, anlatmanızı rica ederim.
Semtiniz itibariyle çok şanslısınız. Her şeye rağmen çok şanslısınız. Kocamustafapaşa’nın benim gönlümde yeri başkadır. Evet merhum Ahmed Yüksel Özemre Hocamızın o tarihe not düşen ıtır kokulu kitabı pek çoğumuz için bir ağıttır. Kaybettiklerimizin ardından yakılmış bir hakiki ağıt. Bu ağıt sadece Üsküdar için değil, tüm İstanbul içindir aslında. Üsküdar’da bize güzel kokan neler kaldı? İşte bu ağıta kulak veren, dertlenen insanların varlığı kaldı. Şu çeşmenin kitabesi Nedim’in kaleminden çıkmış dediğimizde heyecanlanan insanlar, en az o çeşme kadar güzel benim için. Hikmet Onat’ın bir Üsküdar resmini göstererek ‘bu resimdeki cami, Üsküdar’ın neresinde?’ sorusunu yöneltenlerin varlığı o resim ve o cami kadar kıymetli. Hiçbir yer insana rağmen güzel olmuyor, olamıyor. İnsanda, bizde başlıyor ve yine bizde bitiyor her şey.
Yahya Kemal, Üsküdar için “Bu şehirde hayat bir murakabeye benziyor” demiş. Kocamustafapaşa için de “Seyredenler görür Allâh’a yakın dünyâyı” diyor. Ne güzel anlatımlar. Sadettin Ökten hocam da “Yahya Kemal gibi İstanbul’a çok emek veren insanlar hâlâ burada yaşamaktadır ve hayattadır. Yaşları ilerlemiştir ama ruhları İstanbul’u sevmektedir.” der son derece şairane bir anlatımla. Bir şehri sevmek, bir şehre sahip çıkmayı da gerektiriyor şüphesiz. Siz neler düşünüyorsunuz bu konuda, nedir şehri sevmek ve o şehre sahip çıkmak?
Özellikle Yahya Kemal’in meşhur şiirindeki -kendisinin söyleyişi ile- Kocamustâpaşa ile yine kendisinin şiirlerindeki Üsküdar arasında inanılmaz benzerlikler bulurum ben de. Bu iki farklı semtin, şairde benzer duyuşlara vesile olduğunu hissederim.
Şehre sahip çıkmak için öncelikle şehri tanımak ve sevmek icap ediyor elbette. Tanıtmaya ve sevdirmeye çalışmak için atılan her adımı çok önemsiyorum. Bu soruya bir mimar ile bir şairin vereceği cevap birbirinden belki çok farklı gibi görünebilir ama bir şekilde aynı noktada buluşur. Meseleye herkes kendi perspektifinden bakarak imkanlarını değerlendirmelidir. Ben meseleyi kendimce değerlendireyim. Mesela bu şehirde yaşayan bir öğretmen, öğrencilerinin elinden tutup onları hala yeşil kalmış bir alana götürüyorsa, velileri bu yönde teşvik ediyorsa, tarihi eserleri tanıtma amaçlı bir gezi düzenliyorsa, onlara Yahya Kemal’in şiirlerini ödev olarak veriyorsa, Beş Şehir tavsiye ettiği kitaplar arasına girmişse şehre sahip çıkıyor demektir. Herkes öncelikli olarak ‘ben ne yapabilirim?’ sorusunu kendisine yöneltmeli. Ortaya çıkacak listenin peşinde yürümek, bu şehre sahip çıkmak demek.
“Gülün kokusunu, yapraklarının tamamını tek tek koklayarak duymak isteyenlere olsun seslenişimiz” diyorsunuz önsözünüzü bitirirken. Dilerim ki bu sesi genciyle ihtiyarıyla, öğretmeniyle öğrencisiyle İstanbul’u gönlüyle seven birçok insan duyar ve hisseder. Elinize, gönlünüze ve Üsküdar’ı adımlayan ayaklarınıza sağlık derken, son sorumu da şehir ve müzik bağlamında sormak isterim. Çünkü bu ikisinin birbirini tamamlayan şeyler olduğunu öğrendim Sadettin Ökten hocamdan. Sorum şöyle: Size Üsküdar’ı hatırlatan, Üsküdar’ı en içten hissettiren klasik müziğimizden sevdiğiniz eserler hangileridir?
Buradaki gülümüzün adı Üsküdar. Yaprakları da bu güzel ilçenin semtleri. Güzel temennilerinize katılmamak ne mümkün!
Musiki konusu, benim haddimi aşmamam gereken bir konu. Ben en çok kendi mütevazı yolculuğumla alakalandırarak musikiden bahsedebilirim. Şehir ile musiki birbirini tamamlıyor evet. Tıpkı şehir ile şiirin birbirini tamamlaması gibi. Tanpınar bu meseleyi romanlarında destanlaştıran isimdir. Ben de bunu Üsküdar sokaklarını adımlarken yaşadım, her semtin kendine has bir şarkısının, tınısının olduğunu hissettim. Bir semti yazarken de oraya ait olarak hissettiğim parçaları dinledim hep. Yazamadığım, kalemin ilerleyemediği zamanlar oldu. İşte o zaman yaptığım ilk iş, semte ait olan sesi aramak olmuştur. Bulduğumda da, o duran kalemin, bir kayığın nehir üzerinde akması gibi boş sayfalar üzerinde akıp gittiğine çok kez şahit olmuşumdur. Burada bir ismi özellikle anmak isterim. Kani Karaca’yı. O ses verir, ben yazardım. Onun sesi, beni adeta Üsküdar sokaklarında yorgunluğu olmayan gezilere çıkarırdı. Üzerimde çok hakkı vardır. Makamı âli olsun.
Bu güzel röportaj için tekrar teşekkür ederim.
Ben size Üsküdar’ı konuşma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum Yağız Bey. Çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum.
Röportaj: Yağız Gönüler
sosyalbilimler.org Şehir Düşüncesi Editörü
sehir@sosyalbilimler.org
Altın Şehir: Üsküdar Kitabı‘nın ilk 30 sayfası .pdf formatında buradan incelenebilir.
Sanal Mağaza: İdefix | Babil | Kitap Yurdu
Tanburi Cemil Bey – Şedâraban Saz Semâisi (Tanbur) [ Külliyat © 2016 Kalan Müzik ]
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.