Bir düşün ve düşünürler dünyası olarak sosyal bilim ve sağın bilim dünyası, cadı kazanlarının kaynatıldığı dedikodu ve çekiştirme alanıdır da aynı zamanda. Uzaktan tekin görünen sağın bilim bile bilinenin aksine bir dedikodu üretim fabrikası gibidir. Bilim ve düşün tarihi; buluşlar, keşifler, grand teoriler, büyük düşünürler üzerinden okunabildiği gibi dedikodular, entrikalar ve sertlikler olarak da okunabilir pekâlâ. Nobel ödüleri ve bilimum taltifler, Pierre Bourdieu deyimiyle “kutsama ayinleri”dir, mutfakta pişirilenler ise her zaman düşünüldüğü kadar steril değildir. Bazılarının canını yakmış olsa da çoğu eğlenceli dedikodulardır bunlar. Konferans salonlarında, laboratuvarlarda ve hatta mikroskop başında dile gelmiş dedikodular vardır. Fizik/kuantum dünyasını bir yana bıraksak bile -malzemenin çoğu ordadır- sadece biyoloji biliminde, Sofia Mendel’in gözlerden ırak Moravya Manastırında bezelyeler üzerine yaptığı kalıtım çalışmalarından başlayıp, Darwin’in doğa turlarına, DNA’nın keşfine ve modern klonlamaya gelene kadar, “genetik keşifler”in dünyası bile tek başına bir kitap hacmini dolduracak kadar dedikodu ve çekişmeyle doludur. Genetik bilimcilerin, evrimcilerin, embriyologların, primitologların, mikrobiyologların, biyokimyacıların ve fizikçilerin birbiriyle atışmaları, zaman zaman kavga boyutuna varan dedikoduları… DNA’nın mikroskoptaki ilk fotoğrafını çeken Rosalind Franklin ile Nobel ödüllü iki erkek (ikisinin de Jön Türk olduğu söylenen James Watson ve Francis Crick) arasında Londra King Kolejde geçen gerilimler, kıskançlıklar, dedikodular, çekememezlikler ilginç bir romanın konusu olabilecek boyuttadır. Genç bilim kadını henüz 36 yaşında yumurtalık kanserinden öldüğünde, ölümünden birkaç yıl sonra Nobel ödülü alan bu iki erkek, keşiflerinde onlara yol gösterici olmuş bu kadın meslektaşılarının adından bile bahsetmemişti. Her birimizin kalın kitaplarda, okuyucu sıkılmasın diye zaman zaman bölümler arasına sıkıştırılmış bu dedikodu cümlelerine rastlamışlığı olmuştur. Michel Foucault, asık suratlı “kafası tıraşlı düşünceler” den bahsediyordu. Nietzsche, Şen Bilim diyordu. “Sadece kitaplar arasında düşünenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz. Bizim ethosumuz, açık havada tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kenarlarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak dans ederek düşünmektir.”
Dedikodular sert havayı yumuşatma görevi de görmüştür. Bodrum katlarında, çoğu güneş görmeyen laboratuvarlarda bitmek bilmeyen deneyler, bitmeyen yazımlar, IMRAD’lar, bir masa ve birkaç sandalyeli daracık hoca odalarında, iş ve ev arasına sıkışmış tek düze yaşamlar… Kasveti dağıtmak için her iki bilim alanında zaman zaman kaçışlara, firarlara ihtiyaç duyulmuştur. Eski fizikçi yeni biyolog George Gamow, Watson ve Crick, 1954’te protein sentezinin mekanizmasını çözmek için bilim kulübü kurmuşlardı. Gamow, kulübe “RNA Kravat Kulübü” adını verdi. Ayrıca Gamow: “Kulüp hiçbir zaman tüm üyeleriyle toplanmadı.” diye hatırlıyor ve “Varlığı daima biraz uhrevi oldu.” diyor. Resmî konferansları veya kuralları, hatta temel organizasyon ilkeleri bile yoktu. Kravat kulübü daha ziyade gayriresmî sohbetler çevresinde kümeleniyordu. Toplantı oldu mu şans eseri oluyor, yoksa hiç olmuyordu. Yayınlanmamış, ele avuca sığmaz fikirlerin ve elle çiziktirilmiş şekillerin olduğu mektuplar üyeden üyeye dolaştırılıyordu. Watson, Los Angeles’taki bir terziye, yünlü yeşil kravatlar üstüne altın renkli birer RNA zinciri nakşettirdi. Gamow da kravatları kulüp üyelerine birer iğneyle beraber gönderdi. Ayrıca antetli kâğıtlar bastırıp üstüne kendi bulduğu düsturu yazdırdı: “Ya yap ya öl, ya hiç deneme.”
Bu yazıda yapılan; son yüzyılda felsefe sahnesinde kulağımıza çalınmış dedikodulardan öne çıkanları, meşhur olanları tamamen kişisel ve tamamen rastlantısal bir okumaya tabi tutmak. Az buçuk Thomas Kuhn, az buçuk Gaston Bachelard tedrisatında bulunmuş, Louis Althusser, Michel Foucault, Alexandre Koyré, Karl Popper ve benzerlerinin bilim tarihi, bilim pratiği üzerine tartışmalarına aşinalığı olanlar; bilimsel keşiflerin doğası, bilimsel devrimler, paradigma değişimleri, epistemler, bilim cemaatleri vb. üzerine birikmiş külliyatın yanında bu dedikoduların hiçbir anlam ifade edemeyeceğini söyleyeceklerdir ve buna hakları vardır. Biz yine de bilim ve düşünce denen ciddi pratiğe, bu dedikodularla halel gelmeyeceğini, aksine havayı yumuşatarak onu daha da sevimli kılacağını düşünüyoruz.
Fransız sahnesiyle giriş yapalım: French öpücüğü öğrenilmesi gerekendir. En çok bilinen, en meşhur dedikodu Oublier Foucault olsa gerek. Foucault’yu Unutmak. Baudrillard-Foucault üzerine olan dedikodu. Paris’te yaşadıklarına göre, dedikodu öncesinde ne kadar tanışıyorlar, dostlukları var mı bilemiyoruz, mutlaka bir yerlerde karşılaşmışlardır. Foucault üzerine daha ilk yazısında, “Foucault’yu unutun.” diyordu Baudrillard. Oublier Foucault bir kitap başlığı olsa da Baudrillard, kitaplaşmış makalesinde, Foucault yazını için “Unutulması gereken bir yazın” diyordu. “İş işten geçtikten sonra ortaya çıkan bir mesihin, iş işten geçtikten sonra yapılmaya çalışılan bir devrimin, iş işten geçtikten sonra çekilmiş bir söylevin simulative etkisine sahiptir. İşte bu yüzden Foucault’yu unutmakta yarar vardır.” Koskoca Foucault’a tam da kariyerinin zirvesinde söylenmiş bu hiç de yenilir yutulur olmayan sözlerin arkasında olup biteni anlamak için geride kalan boşluk, o meşhur dedikoduyla doldurulmuş gibidir. Baudrillard bu metni, bir derginin kitap tanıtımı için yazmıştı. Dergi metni Foucault’ya düzeltme ve yorum için göndermiş, yazı Foucault’un hoşuna gitmemiş olacak ki dedikodunun devam eden versiyonunda Foucault’un, “Bunca iş arasında Baudrillard ismine ayıracağım zamanım yok.” dediği söylenir. Yazının dergide yayınlanıp yayınlanmadığını bilmiyoruz. Metin, Baudrillard tarafından uzun bir bekleyiş sonunda gecikmeli olarak başka bir yayınevinde bastırılır. Belli ki Baudrillard, Foucault’ya zaman tanımış, muhatap alınmayı beklemiş, umudunu yitirince de öfkesi artmış ve yazıyı basıma vermiştir. Basılan yazıyla dergiye gönderilen yazı arasında fark var mı, şiddeti azaltılmış mı, daha da mı artırılmış, dedikodularda buna dair bir bilgiye rastlanmıyor. Dedikodunun kabul gören bundan sonraki versiyonunda Foucault ve takipçileri bunu hiçbir zaman unutmaz. Collége de France’de etkili olan Foucaultcu ekip tüm akademik kapıları Baudrillard’a kapatır. Akademik sınavlardan on yıl boyunca bir aşama kaydettirmezler Baudrillard’a ta ki sınav jürilerinde Foucaultcuların mutlak etkisi azalana kadar. Ancak bu sayede üst düzey bir kadroya yükseltilerek akabinde emekliye ayrılması sağlanır. Sonrasında Foucault, Baudrillard’dan hep uzak durmuş gibidir, adını hiç anmamıştır. Çok polemikçi bir yazar da değildir aslında Foucault, sanki bir kaza olmuş ve sonrasında önlenemeyen dedikodular zinciri başlamıştır. Alain Badiou, “Foucault’da tespit edilecek tek konformizm -neredeyse bütün tanınmış Fransız filozoflarının kurup sürdürdüğü bir konformizm- en azından kurumsal yazılarında, Lacan’dan kaçınmaya çalışmasıydı” dese de, Foucault, Baudrillard tavrı da bir tür konformizmdir.
İyi bilinen Foucault-Baudrillard dedikodusuna karşın daha az bilinen dedikodular vardır. Alain Badiou, yaşayan filozof figürü olarak bize yardım edecektir. Kojevé’yi parenteze alıp Georges Canguilhem ve Jean Hyppolite ile “1960’ların felsefi momenti”ni solumaya çalışalım. Kojevé ve Hyppolite, Tülin Bumin sayesinde Türkçeye daha erken girmiştir ancak Canguilhem konusunda epey bir gecikme vardır. Son dönem, genç bir tıp doktoru olan Özen B. Demir’in tıp pratiği üzerinden çok verimli Canguilhem okumaları oldu ve kitaplaşan yazılarında serpiştirilmiş olarak da bulunmakta. Kojevé, Canguilhem ve Hyppolite: Adlarının yazılışından, okunuşundan başlayarak hep bir gizem, hep bir efsunun saklı olduğu üçlü. Filozofların filozofu, hocaların hocası, Fransa’nın bir dönem ne kadar meşhur felsefecisi, düşünürü, filozofu varsa mutlaka ya hocası olmuş, ya tez danışmanı ya da doktorasında rol almış meşhur hoca; Canguilhem. Bir süliet gibi her yerde rastlanan, kaldırılan her taşın altından kendisi olmasa bile hayaletiyle karşılaşılan meşhur hoca; görünüşe bakılırsa herkes ona karşı minnettar, ne kadar iz sürsen, ne kadar kulak kabartsan herhangi bir dedikodusuna rastlamanın pek de mümkün olamayacağı homo academicus; École Normale’den Sartre ve Aron’un arkadaşı olsa da taşra kökenli olmasıyla onlardan ayrılan, akademik alanda karşıt konumda bulunanlar tarafından aynı anda sahiplenilen merkezi hoca. Biz yine de iz sürmeye devam edelim. “Şahsıma karşı oldukça nahoş sözler içeren mektuplarını hâlâ özenle sakladığım bu kaba ve kasten antipatik olan adam için büyük bir hayranlık beslemekten hiç vazgeçmedim.” Hakkını teslim eden bir dedikodunun kaydına rastlamak bizim için de şaşırtıcı oldu, sık rastlanan bir durum değil. Bu sözler Althusser ve Foucault gibi akademik geleneğin kalbinden uzak olmaya çalışan, yaşayan filozof Alain Badiou’ya ait. Ama sonra sanki vicdan azabı çekecek ve keskin (biraz da zehirli) sözlerini daha da yumuşatacaktır; “Bir grup uyumsuz genç filozofun ustası” diyecek ama “yazgı onları hem birbirinden hem de Canguilhem’den çok uzaklara taşıyacaktı.” deyip hocaya değil de tilmizlerine yüklenecekti. Bu tilmizler, akademik kastlardan uzak durmak adına Canguilhem ve Bachelard’a sarılan Althusser ve Foucault gibiler olsa gerek. “Dolayısıyla, Cavaillés’i onurlandıran Canguilhem’i de onurlandırmak, ikisine birden minnettarlık duymak, doğru ve yerindedir; tabii ki Spinoza’nın deyişini unutmadan: “Birbirine karşı büyük minnet duyan insanlar ancak özgür insanlardır.” Canguilhem ile karşılaştırıldığında Hyppolite için daha çok söylenmiş söz, daha çok övgü ve daha az kem söz vardır. “Birazcık peltekti ve onun konuşma tarzını taklit etmek serbest saatlerde normalcilerin yaygın bir meşgalesiydi.” Hyppolite sayesinde akademik felsefenin üzerinde normalde sıkıca kapalı tutulan sürgü açılmıştı. Bu yolla Canguilhem’in desteğini ve suç ortaklığını kazandı ve ikisi “dışarının dersi” denebilecek şeyi kabullenen dışarı bakan akademi içi bir ikili oldular. Alain Badiou, Fransız Felsefesinin Macerasında en özel yeri Hyppolite’ye vermiş gibidir. Hegel çevirisi, bir anıttı, kendi başına bir kitaptı ve Alman felsefesi bu çeviri kitabı okuyup öğrense iyiydi; aynı moment içindeki bir başka düşünür bu kadar ileri gidiyordu. Bu felsefi momentin herkesçe paylaşılan ortak kanısı, Tinin Fenomenolojisi’nin bayağı şekilsiz, bulanık, tipik bir ergenlik eseri olduğu, Hyppolite’nin yaptığı çeviriyle bunu gerçek ve yepyeni bir anıt hâline getirdiği yönündeydi. Kojevé’nin, Hegel yorumu da çok sarsıcı olmuştu ama bir çevirinin, çevirenin kattığı ruhla bu denli etki uyandırması, âdeta düşüncenin kaynağını değiştirmesi nadir görülmüş bir durumdur. Burada bir parantez açıp Nietzsche’nin Ecco Home kitabının Türkçe çevirisi için “Aslını aşan bir çeviridir.” demişti adını hatırlayamadığım bir yazar. Hyppolite etrafında o kadar farklı öykü (bunlara dedikodu demek pek yakışık olmayacak gibi) o kadar farklı versiyonda üretilmişti ki bunların hepsi dolaşıma sokulsa Lévi Strauss’un, mitolojilerin doğuş şekli dediği durum vuku bulacaktı. “Şaşırtıcı bir okucuydu. Onu saran birçok efsane içinde hiç uyumadığına dair bir rivayet vardı: Üç saatten fazla uyumaz deniyordu. Her zaman okuyor, düşünüyor, karalıyordu… Bir ders verdiğinde, bütün gece bu dersi düşündüğünü söylediği çok sık olurdu. Bir tomar not çıkarmasından saatlerce sürecek bir derste olduğumuz anlaşılırdı. Sonra da onlara hiç bakmazdı ve başka bir şeyden bahsederdi.” Sartre ve Merleau-Ponty, Hyppolite’nin özel davetiyle École Normalé’ye gelmişti. On yıl sonra Sartre ile ilk kez karşılaştıkları söyleşi, Salles des Actes’te gerçekleşmişti. Burası Hypypolite’nin ölümünde hatırasını anma toplantısının yapıldığı yerdi. Badiou, bir keresinde bu tarihî söyleşinin büyüleyici atmosferini hatırlatarak ve bundan cesaret alarak Deleuze’nin, Proust üzerine bir ders vermek üzere davet edilmesini istemişti hocası Hyppolite’den. Cevap bu satırları okuyanı da şaşırtacak bir cevaptı: “Söz konusu bile olamaz, o adamı sevmiyorum.” demişti Hyppolite. Badiou, “Bunu söyleyişindeki buzlu keskinlikten nutkumuz tutuldu. Böylesine itidalli ve uzlaştırıcı bu insana Deleuze’yi bu kadar radikal bir istisna yaptıran ve hakarete çok benzeyen bu azarı çektiren neydi? Neden olduğuna dair hiçbir hipotezim yok.” Deleuze, Foucault ve Levinas Blonchot üzerine kitap yazmıştı. Foucault, “Gelecek çağ Deleuzeci çağ olacaktır.” demişti. Başka örnekler de vardı; bu taltiflere bakınca efsanevi hocanın, Deleuze’yi radikal bir istisna yapmasına dair bir dedikodu günün birinde bizim de kulağımıza gelecektir.
Tütün tiryakisiydi Hyppolite. Tütün içişi, kalın duman çıkarışı bile kendine özgüydü. Efsanevi uykusuzluğunu ve hep tütün içmesini “mevcut ana duyduğu sevgi ile entelektüel gücünü, sürdürülmesi kolay olmayan bir tür kendine özgü enerji ile kurmasına” bağlıyordu Badiou ve “O, bir tür gizli melankoliye meyilli bir insandı, bunu zaman zaman sezerdiniz.” diye ekliyordu.
Alman sahnesine baktığımızda, “eleştiri” (criticos) geleneğinin dedikoduya pek de tenezzül etmediğini görüyoruz. Kant efendiliği, tüm bir Alman felsefi geleneğine hâkim olmuş gibidir. Adorno gibi lafını esirgemeyen biri bile, nefret ettiği Heidegger için; “Tüm felsefesi boş bir gevezeliktir.” demek yerine “Y” gibi nazik bir dil kullanmıştır. Oysa Levinas gibi mülayim biri bile hocası olmasına rağmen Vahşeti Onaylar Gibi demiştir Heidegger tavrı için. Hannah Arendt’te sadece küçük bir istisna vardır. Duygusal ilişki yaşadığı Heidegger için —ki kendisi bir yahudi, Heidegger ise en hafifinden bir zamanlar Nazizme bulaşmış bir Alman’dır. Muhtemelen ilişkilerinin bittiği ya da krizde olduğu dönemde Tilki Heidegger’in Gerçek Hikâyesi’ni kaleme aldı. “…Bizim tilkinin aklına bir fikir gelmiş, kapanını bir güzel süslemiş, her tarafına da okunaklı harflerle, ‘Herkes buraya gelsin, bu bir kapandır, hem de dünyanın en güzel kapanı’ yazan levhalar asmış. O andan sonra hiçbir tilkinin onun tuzağına düşmesi mümkün değilmiş. Gelgelelim, pek çok tilki buna kanmış. Çünkü bu tuzak bizim tilkinin yuvasıymış; onu evinde ziyaret etmek istediğinizde ister istemez tuzağına düşmüş oluyormuşsunuz. Elbette ki bizim tilki dışında herkes bu oyuktan dışarı çıkabiliyormuş. Oyuk, ancak onun sığabileceği genişlikteymiş çünkü. Fakat bu oyukta yaşayan tilki çalımlı çalımlı şöyle diyormuş: ‘Tuzağımda pek çok kişi ziyaretime geliyor, bütün tilkilerin en üstünü benim.’ Bunda bir gerçeklik payı da var: Kimse, kapanların ne menem bir şey olduğunu, bütün ömrünü bir kapanda geçirenden daha iyi bilemez.’” Hep ölçülü olan ve hanımefendi bir tablo çizen Arendt, dedikodu kategorisine girmese de zoolojik bir dil kullanmaktan geri durmamış eski sevgilisi için. Dil daha çok Almanya’dan Almanya sınırlarının dışına çıkanlarca sertleştirilmiş gibidir. Engels’in, Dühring ve benzerlerini tiye almaları Lenin’de Mel’un Kautsky olarak ifade bulmuştur Almanya’dan Rusya’ya gidince. Bu sertliğin kaderi, en sonunda André Gorz’un Elveda Proleterya’sı ile nostaljiye çevrilse de; Nietzsche, Hristiyanlığa Lanet ile baştan sert olsa da, anca İtalya/Sorrento’ya gidince bir zamanlar dostu olan Wagner üzerine içini dökebilmiştir. Marx’ın Fransa’ya hicretiyle, Proudhon sertliği Marx tarafından devralınmış, bu sertlik Althusser’e sirayet ederek John Lewis’e Cevap ile İngiltere’ye taşınmış, Terry Eagleton ve Russell Jacoby ile İngiliz analitik geleneği ile güçlendirilip iki kat sertleştirilerek farklı bir tonda İngiltere’de lokal de olsa yeşermiştir. Jacoby’nin Freud izleyicilerine (bilhassa Erich Fromm) ve konformist psikolojiye dair sarf ettiği sözler hâlâ çok sert, sarsıcı ve aşılmazdır. Terry Eagleton ise postmodern çöküntüyle birlikte, henüz işler yolundayken çok erkenden başlayan sakınımsızlığı, haklılığının tescillenmesiyle daha bir sertleşmiş, kuramın ölümünü ilan ettiğinde, cenaze törenine çelenk göndermeseler de kimsenin söyleyeceği karşı bir sözü kalmamıştı. “Görünen o ki, Tanrı bir yapısalcı değil.” diyordu eğlenerek. “Kader, Roland Barthes’i Paris’te bir çamaşırhane kamyonunun altına itti; Michel Foucault’un başına AIDS’i musallat etti. Lacan, Williams ve Bourdieu’yu öbür dünyaya gönderdi ve Louis Althusser’i, karısını öldürdüğü için bir akıl hastanesine kapattı.” Bu sözlerinden bir süre sonra Edward Said kanserden öldü, onu da ekler miydi bilemiyoruz. Deleuze’nin yüksek bir binanın üst katından atlayarak intihar etmesine de değinmemişti, onu kuram’ın içine sokmamıştı belki de. “Uluslararası şirketler yeryüzünün bir köşesinden diğerine yayıldıkça, entelektüeller evrenselliğin bir yanılsama olduğu konusunda daha gür bir sesle ısrar ediyorlardı. Foucault, Marksist iktidar kavramının sınırlı olduğunu ve çatışmanın fiilen her yerde olduğunu düşünüyordu; buna mukabil, postmodern filozof olan Jean Baudrillard, Körfez Savaşı’nın gerçekte vuku bulduğundan şüphe ediyordu. Bu arada eski sosyalist militant Jean-François Lyotard, galaksiler arası seyahat, kozmik entropi ve dört milyon yıl sonra güneşin enerjisinin bitişinden insanlığın yeryüzünden kitlesel kaçışı gibi konularda yaptığı araştırmalarına devam ediyordu. Neresinden bakarsanız bakın, bir zamanların radikal düşünürleri yelkenlerini rüzgara göre ayarlıyorlar, favorilerini tıraş ediyorlar ve iddialarını küçültüyorlardı.” Eagleton kısmen dedikodu katarak da olsa haklılığın verdiği güçle sertliğin dozunu artıyordu. Deleuze ve Guattari sertliği farklı bir damar olup (daha çok Guattari’nin militan düşüncesinden gelen), tamamıyla Fransız olarak görülebilir. Bu arada Deleuze’nin, “Hegel kadar nefret ettiğim biri olmamıştır.” dedikodusuna da bir şerh düşelim. Deleuze’nin büyük filozoflara arkadan yaklaşmak deyimi, bedenler üzerine yürüyen Fransız felsefesinin bir başka dedikodu alanıdır. Alman Benjaminksliği; ruhani, mesiyanik/eskatolojik dil ile estetize edilmiş sertlik, (Sorel şiddetinin estetikleştirilmesi, sarhoşluğun gücünü devrime kazandırmak) Fransız sahnesinde Blanchot, Batalia, kısmen de Merleau Ponty (fenomenoloji eklenerek) ve Jean-Luc Nancy ile dönüşüme uğrayarak kendi özgün yatağında farklı bir mecrada akmıştır. Fransız sahnesinin bir tek bu damarında dedikodu yok gibidir, dedikodu bu damardan akmak için sanki icazet alamamıştır. Michel Henry’nin göz ardı edilmiş Fenomenolojiyi Sertleştirme denemesi not edilmelidir yine de. Yaşam, manipüle edilerek tahrip edilmiş ve bizi bekleyen Barbarlık’tır, Michel Henry’e göre. Bu yeni bir durumdur, bir medeniyetin bitişi ve yerine başka bir medeniyetin geçişinin başlangıç sancıları değildir. İçine düştüğümüz ahir zamanda yaşanan topyekün dekadans, bu erken kehaneti doğrulamışa benzemiyor mu?
Daha da ileri gitmeden ve çok da dağıtmadan toparlayalım. Agamben’in Foucault düşüncesini ileriye taşıması, daha da sertleştirmesi yakın zamana dair sertleştirme olarak görülebilir. Panoptikon değil, “kamp” birçok açıdan içinde yaşadığımız politik ortamın gizli “matriks”i ya da “nomos”udur artık… Agamben’in deyişiyle kamp, artık “saf, aşılamaz biyopolitik mekan”ımızdır, yani, politik hayatın gerçekleştiği temel mekan artık şehir değil kamptır, çıplak hayatlarımız bundan sonra bu mekanda üretilecektir. Kampı “modern politik durumun paradigması olarak bir bellek ya da arşivde muhafaza edilen bir mekâna değil, daha çok gündelik bazda sürekli kendini yenileyen bir olaya işaret eden” bir distopya olarak tasavvur etmeli. Siyaseti “zoé” ve “bios” ayrımı üzerinde yapmayı bırakmalı, bu ayrımla yapılan soruşturmalar, hastaneler ve hapishanelerdeki “büyük kapatılma”nın yeniden kavranmasını sağladıysa da toplama kamplarının soruşturulmasını sağlayamadı. Gündelik hayat artık tahmin edemeyeceğimiz kadar Schmittyen, istisnanın kaide olmadığı, olağanüstünün olağan olmadığı bir an yok. Foucault, “Modern hayat büyük bir göz altıdır.” diyordu. Panoptikonun anahtar deliğinden gizlice izlenmiyoruz artık, gözaltı yok, mahrum bırakılarak (internet kesintileri) çıplak hayatlarımızla karşı karşıya getirilerek toplu mekanlarda tutuluyoruz. Biyopolitik, -yaşamın yönetilmesi- ile değil, thanatopolitics’e maruz kalıyoruz. Türkçeye henüz çevrilen ilginç bir figür olarak Alman felsefeci Genç Baudrillard olarak ya da Baudrillard’ın daha da radikalleştirilmesi olarak Byung-Chul Han ismini anarak parantezi kapatalım.
Feyerabend, Ivan Illich, Mark Lilla ve benzerleriyle Amerika’da başlayan sertlik ayrı bir yazının konusu olabilir. Bir de kıtalar arası Derrida antitesi vardır. Frantz Fanon üzerinden yürüyen kolonyal sertlik ile Spivak, Bhabha ve benzerleriyle devam eden postkolonyal sertlik, madun çalışmaları, topyekün feminist teorideki sertlikler de ayrı başlıklar olarak işlenebilir. Sertlik konusunda öncü olan anarşist ve neoanarşist külliyatı, topyekün sertlikler olarak okumalı. Bu alan sertlik okumaları için en verimli alandır ve her sertliğin de bir şekilde ilham kaynağıdır. Pierre Clastres’in eurocentrizmi sarsan antropolojik sertlikleri, bir epizot olarak ilkelciler (Zerzan ve benzerleri) ve Doğalcılar sert radikallerdir. Zizek, Zizek dedikoduları, Zizek’in Neo-Leninciliği, Zizek ve Badiou tartışmaları etrafında kümelenen yenilenmiş komünist ufuk ve bunlardan mütevellit sertlikler de tamamen ayrı bir kategorinin sertlikleridir ve yine ayrı bir yazının konusu olabilecek renkli ve verimli bir alandır. Gramsci sadakati üzerine kurulu İtalyan Marksist düşüncesi hâlâ çok canlıdır. Bifo Berardi, Lazzarato da çok farklı kulvarlardaki ayrı sertlik örnekleri olarak görülebilir. Debord, Sitüasyonistler ve Siborg Manifestosu ve Görünmez Komite’nin adını da analım. Arada kalan o kadar çok isim var ki bir topoğrafya çıkarmak imkansız gibidir, yazılanlarla yetinip noktalayalım.
Bahri Çakabay
Sosyal Bilimler / Yazar
bahri.cakabay@sosyalbilimler.org
Faydalanılan Kitaplar
- GEN, Siddertha Mukherjee, Domingo Yayınları
- Akademik Aklın Eleştirisi, Pierre Bourdieu, Metis Yayınları
- Bilim: Dört Bin Yıllık Bir Tarih, Patricia Fara, Metis Yayınları
- Foucault’yu Unutmak, Jean Baudrillard, Dokuz Eylül Yayınları
- Sahicilik Jargonu, Theodor W. Adorno, Metis Yayınları
- Formasyon, Sürgün, Totaliterizm; Hannah Arendt, Dipnot Yayınları
- Fransız Felsefesinin Macerası, Alain Badiou
- Küçük Panteon, Alain Badiou, Encore Yayınları
- Belleğini Yitiren Toplum, Russell Jacoby, Ayrıntı Yayınları
- Yaşam ve Felsefe: Söyleşiler, Michel Henry, Monokl
- Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar, Jean Hyppolite
- Hekim ve Heybesi, Özen B. Demir, Notobene Yayınları
- Kuramdan Sonra, Terry Eagleton, Literatür Yayınları
- Tanık ve Arşiv, Giorgia Agamben, Dipnot Yayınları
- İlkesiz Deha, Mark Lilla, Gelenek Yayınları
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.