1894’te Gustav Klimt, meslektaşı Matsch’la birlikte Viyana Üniversitesi’ne davet edilir. Kendisinden beklenen, büyük merasim salonunun tavanının resimlerini yapmasıdır. Elbette modern sanatın etkisinde kalmış yüksek kültürün – biraz burjuva imgeleriyle beslenen – zamane taleplerinin farkındadır Klimt. İstenir ki Aydınlanma imgeleri Viyana Üniversitesi’nin tavanından kendisine bakan gözlere ilham versin. Dahası, Viyana Üniversitesi’nin de içinde bulunduğu alan Avusturya’nın en görkemli yerlerinden birisidir ve buradaki mimari şehri zamanda donduran imgesel bir içerikle donatılmıştır. İşte böylesi bir zaman-mekân birlikteliğinde Klimt’ten beklenen, bu konfora uygun bir sanat üretmesidir.
Tavan toplamda 5 resimden oluşacaktı ve Klimt’ten beklenen 3 tanesiydi. Her bir resim, Üniversitenin en iddialı olacağı Fakülteleri sembolize edecekti ve isimleri de bu beklentilere uygun olarak seçilmişti: Philosophie (Felsefe), Medizin (Tıp) ve Jurisprudenz (Hukuk). Klimt’ten öyle çok idealist ve olağan dışı bir iş beklenmiyordu. Klimt – elbette Aydınlanma idealine saygı ve referansla – karanlıkları yırtan bir ışık tasvir etmeliydi.
Burada küçük bir not düşmek için biraz duraklayalım. Klimt’in diğer çalışmaları göz önünde bulundurulduğunda, modern sanatın yüksek kültürel taleplerine ve Aydınlanmacı ideallerine zıt olarak, Klimt çok daha kökensel ilhamlara sahipti ve çalışmalarında modern gösterişçiliğe karşı olarak “hakikatin çıplaklığı” temasını seçmişti (kim bilir, Klimt belki tam da bu nedenle tablolarının merkezine kadın karakterleri koymuştur). Dönemin Viyana’sında hakim kültürel iklimin Freud-merkezli Ödipal tasvirler olduğu da hesaba katıldığında, Klimt bir yanıyla psikolojinin sanata sızmasını, fakat öbür taraftan hakikatin çıplaklığını, kendisini türlü dilsel ve semiyotik ifadelerle gizlemeye çalışan yüksek sanat söyleminin içine yerleştirmeye çalışmakla, hep o geri dönen “bastırılan” kategorisini temsil ediyordu. Şimdi kendisinden Üniversite’ye 3 adet resim yapması istenmişti. Acaba Klimt’in eserlerinde temsil edilen hakikat, kadınlık, şiddet ve adalet temaları, Klimt’ten eser bekleyenlerin dikkatini çekmiş miydi?
Hikayeyi hızlandıralım. Klimt, eserlerini tamamlar ve 1903 yılında söz konusu eserler izleyenlere sunulur. Diğer iki tablonun akıbetini şimdilik bir kenara bırakıyorum —zira bizi ilgilendiren Jurisprudenz’e ne olduğudur, daha doğrusu Jurisprudenz’in neden dehşet ile karşılandığıdır. Klimt’in, Jurisprudenz’i iki yıl arayla geliştirilerek son hali verilen bir tablodur ve bir tabloda birbiriyle temas ettirilen 3 ayrı tablodan oluşmaktadır. İlki, çok basit ve imgesel tasvirlerle doludur: Modern Avrupa’nın kendini tasvir etmede referans gösterdiği “Hukuk” tablonun ana fikridir. Ancak detaylar işin rengini hemen belli eder: Hukuku, yani kolektif düzeni “görünür” kılan, hukuku arkadan aydınlatan Adalet temasıdır (bu tema bir Kadın olarak sunulur). Tablonun hemen aşağısında, bu adalet (kadın) figürüne karşı kötülük besleyen iblisler vardır. Adalet, onların farkındadır, yine de elindeki kılıçla kendine güvenen bir duruşla beklemektedir. İkincisi, ölüm ve yaşam arasındaki bir sınır ve sınırı bulanıklaştıran bir kadın figürü ile temsil edilir (en karmaşık nokta burasıdır, çünkü buradaki sınır-gösteren olarak kadın figürü adalet temasını değil, antik mitolojiden bir figürü tasvir etmektedir). Son olarak, üçüncüsü, tablonun en çok dikkat çeken yeridir: Ahtapotun kolları tarafından kıskaca alınmış bir kurban ve onun insafına bırakılmış bir aciz insan. Ama bitmedi: Onların hemen yanı başında infazı izleyen, fakat infaza olan tavırları ile infazı bir infaz olmaktan çıkaranlar vardır. Kurbanın saçına dolaşan yılanlar, kurbanın kurban-olmaklığı nedeniyle yaptıkları şiddeti şiddet olmaktan çıkartmaktadırlar. Kurban-ilan-edilmişliği ile insan, kendi aczini deneyimleyememektedir: Kendisine yapılanlar infaz değildir, çünkü kendisinden başka herkes oradadır.
Ancak Klimt’in anlaşılmazlığı bununla sınırlı kalmaz. Çünkü sahnenin hemen ardında, üç silik figür durmakta ve fakat onlar da “izlemektedir”: Veritas (hakikat), Iustitia (adalet) ve Lex (yasa). Peki kimdir bunlar, daha doğrusu neden olanı biteni öyle bir köşeye çekilmiş şekilde izlemektedirler? Sahnenin hukuk (düzen) ile ilişkisi, hakikatin ve adaletin yasa karşısında sessiz kalışını simgeler. Evet, adalet ile hukuk birbirinden tamamen farklı ve zıt yerlerde konumlandırılmıştır. Ve tablo bize adeta şunu haykırmaktadır: Hukukun olduğu yerde adalet susmaktadır.
* * *
Derrida, bir keresinde adaletin neden bir talep olarak kaldığı, buna karşın hukukun daima görünür olanın saf şiddeti olduğundan söz etmişti. Derrida, elbette yapısökümün filozofu olarak, adalet ile hukuk arasındaki anlamsal dolayımın tersine döndüğü ve adalet ile hukukun birbirine indirgenemeyeceği o radikal boşluğun (aporia) peşinde koşarak, adaletin talep, hukukun ise düzen ile eşleştirilmesindeki keyfiliği deşifre etmeye çalışmaktadır. Evet, Derrida’nın kendisi de farkındadır; adalet, mahkûmlarca tartışılır; hukuk ise düzenin sahiplerince. Adalet, verili olanın içinde konuşturulmayanın, susturulanın sözüdür; hukuk ise konuşmanın sınırını tayin eder. Adalet, hukukun sınırıdır; hukuk ise adaletin yokluğudur. Bu nedenle Derrida, uzun metninin sonunda şunu söylemektedir: Hukuka ihanet etmeksizin adalet mümkün değildir. Ancak bunu, ikisi arasında net bir sınır kurmak adına değil, tam tersine ikisi arasındaki sarmallığı netleştirmek için söyler. Çünkü adalet adına işlenen edim, tam da bu talepten kaynaklanmak zorunda olduğu için, hukukun kendisi ile çelişir. Fakat, zaten hukuk ile çeliştiği – yani bir edim ile somutlanmak zorunda kaldığı – için adalet, kendisini hukukun dışına iter, düşünülemeyenin fakat umutsuzca beklenenin kendisine dönüşür.
Ancak mesele bununla sınırlı değildir. Adalet, kendi başına var değildir; çünkü o, mevcudiyette bulunan bir yokluktan kaynaklı olarak çağrılmaktadır. Peki adalet adına işlenen bir edim ya da adalet talebinin kendisi, sırf adaleti varsayması itibariyle “haklı” sayılabilir mi? Derrida’nın adalet ve hukuk arasına çizdiği o ince sınır, Benajmin’e karşı bir eleştiri olarak da okunabilir. Benjamin, her şiddeti yok edecek bir ilahi şiddetten, kendisi şiddete dönüşen yasayı ilga edecek nihai şiddet anından söz ederken, adeta mesiyanik bir beklenti içine girmektedir. Ancak Derrida, ilahi şiddetin kendisini dayandırdığı noktanın tarihsel bir uğrakta biçimlenmiş bir deneyim olduğunu, bu nedenle de ilahi şiddetin kendine böylesi bir yetkiyi neden ve nasıl verebileceği konusunda şüphelidir. İşte o zaman bambaşka bir problemle karşılaşırız: Adalet talebimiz olduğu için değil, hukuka – yani kendimizin yine kendimizi haklı saydığı bir “düzen” fikrine – ihtiyacımız olduğu için talebimizin çıkış noktasını adalet oluşturmaktadır. Bu dünya, adaletsiz bir dünyadır, çünkü kendimizi bir özne olarak konumlandıramamaktayızdır. Bu dünyanın değişmesi gerektiğine dair talebimiz, değiştirenin biz olması gerektiği düşüncesiyle desteklenir ama bunun için kendisini “herkes için” veya “herkese hitaben” geliştirilen bir “adalet” söylemiyle inşa etmek gerekir.
Tekrar Klimt’in tablosuna dönelim. Klimt, adaletin yasa (hukuk olarak okuyalım) karşısındaki suskunluğunu, bilerek bir kurban sahnesiyle kurgulamıştır. Kurban, şiddetin cinayet olarak adlandırılmadığı yegane kolektif momenttir ve herkesin eline bulaşan kan, öldürülenin haklılığını düşünmeyi geçersizleştirilir (Dostoyevski’nin Cinler adlı metninde anlattığı bundan başka nedir?). Adalet, yasa karşısında bilerek suskun değildir, o, kendisini çağıracak bir davetten mahrumdur. Herkesin eline bulaşan kan, edimi, talebi olamayacak bir sıradanlığa dönüştürmüştür. Adalet, bulunduğu yerde beklemektedir; silik vaziyettedir, töreni dolduran kalabalığın onaylayan bağrışları arasında adaletten söz edenin sesi duyulmaz. Adalet için talep, öyleyse, başka bir yerden gelmek zorundadır.
* * *
Şahsiyet dizisiyle ilgili benden bir yazı istendiğinde, nedense aklıma önce Klimt’in tablosu geldi —finale yakın bir bölümde Roma dönemine ait bir gladyatör tablosu gördüğümde aklıma mıh gibi çakılmıştı. Daha doğrusu Klimt’in tablosunu bu metne dahil eden şey, hepimizde bulunan adsız bir özlemin – ya da talebin – varlığı olarak adaletin beklentisiydi. Nitekim adalet ile hukuk arasındaki tezatlık, final sahnesinde iyice belirginleşmişti (Agâh Bey’in bu sözleri hukukun, yani düzenin “koruyucusu” olmakla yükümlü olan Nevra’ya söylemesindeki simgesellik başka nasıl böyle ifade edilebilirdi). Nevra, bir polis olarak, adaletin ancak hukukun ötesinde düşünülmesiyle gerçekleşeceğini – geç de olsa – fark etmişti. Agâh Bey’in işlediği cinayetlerde, konuyu bilmesek dahi, başından beri bir adalet istenci aramamızın nedeni, onu kendimizle, daha doğrusu kendimizin yapamadığı fakat yapılmasının arzulandığı sahnelerde hep o gelmesini istediğimiz “üçüncünün varlığı” ile özdeşleştirebilmiş olmamızdı. Agâh Bey, kurban olarak seçilen ve bu nedenle ölümü cinayet sayılmayanların intikamını alıyor gibi gösterildiğinde ilk aklımıza bunlar gelmedi mi? Basit bir cinayet davası gibi başlayan ama özünde “intikam” olan eylemler zincirinin nedenleri ortaya çıkmaya başladığında, Klimt’in tablosunda bir “kadın” olarak tasvir edilen adaletin oturduğu o silik yerden doğrularak ortaya çıkması (tıpkı bastırılanın geri dönüşü gibi) daha anlaşılır olmuştu benim açımdan. Nitekim adaletin silik kalışının nedeni olan kurbanlaştırma sahnesinde kurbanın konuşturulmayışı, adaletin de suskunluğuna neden olmaktaydı. Oysa adalet, kendisi konuşamayan bir acizlik, ama herkesin gözüne sokulabildiğinde kimsenin karşısında duramadığı bir hakikat değil miydi? Nevra, herkesin bildiği fakat unutmaya çalıştığı Reyhan’ın resimlerini Kamburalı insanlara gösterdiğinde bu olmadı mı?
Ancak Şahsiyet dizisi bizi sadece adalet ve hukuk arasındaki kronik ikiliğe götürmüyor. Dizi aynı zamanda kolektif olana dair bir ilke olarak adaletin belli bir öznellik inşası ile mümkün olabileceğini gösteriyor —yalnız bir noktayı es geçmeyelim; postmodern bir dizi olarak Şahsiyet, kolektif olanın kurulumuna değil, öz-benliğin inşasına odaklanıyor ve her tür meta-anlatı yerine öznellik inşaları geçiriliyor. Burada elbette Nietzsche’den Foucault’ya uzanan bir hattı görebiliyoruz: Dizinin hemen başında Agâh Bey sesleniyor “Şahsiyeti hatırla!” diye. Burada hatırlayacak ve hatırlanacak olan sensin; dünyaya karşı refleksif bir tavır gösterecek tepkisel insan olmanın ötesine geçerek, anlamı yaratabilecek yegane canlı olarak sen. Kızdığı zaman bağıran, öfkelendiği zaman eyleme geçen tepkisel hınç insanı değil, tepki vermesinin haklı nedenlerine dönmek için kendini içinde bulunduğu tarihin gerisine atabilen bir etki insanı. Etiği inşa eden bir adalet kısaca; eylemi, öfkesinin bir uzantısı değil, öfkesini aşan bir neden ve sorumluluk ile desteklenen bir tavır. Nitekim taklit Köpek Öldüren’lerden farkı dizide çok iyi işleniyor. Mizansen cinayet anlarında farklı Köpek Öldüren’lerin eylemlerinde tuhaf bir boş vermişlik hali var. Salt öldürmek için cinayete yeltenen bir arzu boşalması.
Adaletin hukukun karşısına konulduğu bir yerde Nietzsche’nin bize bilinçaltımızdan seslenmesinde alışılmadık bir yan yok. Ancak benim asıl önemli gördüğüm kısım, adaletin açığa çıkma biçimi olarak öznellik çağrısı. Bir tür kendilik kaygısına iliştirilmiş etik görüyoruz burada. Bu kendilik biçimi, dizinin daha ilk bölümlerinden itibaren kaygısız, amaçsız ve nihilist takılan Deva’nın kendi varoluş amacını adaletin öznesi olan “Köpek Öldüren” aracılığı ile keşfetmesidir. Buradan itibaren Köpek Öldüren kendine ait bir “şahıs” olmaktan çıkar, herkesin kendisini dönüştürme biçimine dönüşür. Köpek Öldüren açık biçimde öznelliğin imgesel evresindeki kurulumundaki yansıtıcı yüzeydir; ona bakarak kendimizi kavrarız ancak bu kendilik bize “ne olduğumuz”dan çok, “ne olmamız gerektiği”ne dair ipuçları sunar.
Adalet adına cinayetlerin olumlandığı bir dizi değil Şahsiyet, bu nedenle cinayetlerin süslendiği yanılgısıyla anlaşılmamalı. Şahsiyet, kitlesel ya da kolektif olana dair tüm anlatıların geçersiz kılındığı post-nihilist çağda bu tür anlatıların aslında kendimizden hiç de uzakta olmadığını göstermeye çalışıyor. Dizi, yalnızca meta anlatılar arasındaki boşluklarda ya da sarmallarda dolaşmıyor. Her birinin geçerliliğini ve varlığını içkinlik düzleminde arıyor. Nitekim dizinin sonunda görüyoruz ki asıl ikilik adalet ile hukuk arasında değil, adalet ile etik arasındaki o minik boşlukta saklıdır. Nevra, geçmişini hatırladığı andan itibaren – ki burada Freudyen bastırma yerini Reich’çı bir dışavuruma bırakır – hatırladığı ve fakat o güne değin bastırdığı geçmişinin kendisini sakladığını anlar. Bastırdığımız ve unuttuğumuz geçmiş, kendimizi de bize karşı unutturmaktadır.
Yine de adalet ve etik olanla ilgili mesele aydınlatılmalıdır. Neden adalet değil de etik? Ya da başından beri adalet ile kendimizi avuturken, neden ve nasıl mevzu bir anda etiğe kaymaktadır? Burada ontolojik bir fark vardır: Adalet, bize dışsal olanla ilgili bir taleptir, ki bu dışsallık hakkımızın aranması noktasında bile vardır, yani buradaki talebin kendisi bizle ilgili olduğu ölçüde dahil dışsaldır zira talep, burada ve bunun gibi her yerde bize ait olmayana dönüktür – bize ait olduğunu düşünsek dahi. Oysa etik, bizim kendimizi kavrama biçimimizdir, dahası kendimizi anlamlandırma tarzımızdır. Dünyaya karşı neredeyiz, sorusunun yanıtları o sert görünümlü fakat iş ahlakına uygun davranmanın ağırlığı altında en derin arzusunu bastırmak zorunda kalan başkomiserin karakterinde gösterilmiyor mu? Suçluları aramaktan kendini unutan bir işkolik, neoliberal öznelliğin çok yalın bir halini yansıtıyor. En sonunda işsiz kaldığında tavırlarındaki rahatlık, Nevra’nın hastanede babasını ziyaret ederken sahip olduğu o hafifliğe, yükünü atmış olmanın getirmiş olduğu rahatlığa benzemiyor mu? Ve yine Ateş’in o son gülümsemesinde, biraz sonra olacaklara karşı dahi bir kabul ediş, ölümü dahi olumlayan Stoacı bir kaygısızlık (ataraksiya) yok mu?
Dizi, tek bir olayın sonrasında meydana gelen meta-taleplerin (adalet, haklılık, vs.) eşliğinde akıyor gibi görünse de, her karakterin bu olay içinde kendini inşa etme biçimlerindeki o sekanslar sayesinde çok daha anlamlı bir örgüye dönüşüyor. Ve görüyoruz ki, dizi boyunca silik olan tüm saklı öznellikler (Klimt’teki adalet gibi) kendilerini olayın içkinliğine davet ederek kendilerini yaratıyor.
Fakat buradaki problem şuradadır: Saklı olan öznellikler, öznelliğin standart uçları içerisinde ortaya çıkmamaktadır —bence dizinin asıl başarısı da budur. Belki pek çoğumuz için “çelişki” gibi addedilebilecek bir durum vardır: Hatırlayalım, daha dizinin başlarında, Agâh Bey’in iki defa vazgeçtiğine şahit oluyoruz. O anlarda Agâh Bey’in psikolojisi açık: “eylemi işleyebilirim, çünkü adalet istiyorum. Ama hangi gerekçe ile olursa olsun, işlediğim cinayeti sonradan hatırlamak beni kahrediyor”. Çok ilginç değil mi bu? Adalet istencinin körüklemesine yansıtıldığı bir kurguda Raskolnikov gibi bir kahramanın tam tersi istikamette ilerleyen bir hümanist olayın merkezine alınıyor. Hatırlarsınız, Raskolnikov, Suç ve Ceza’da cinayeti tek bir gerekçe ile ruhunda es geçebiliyordu: Adalet. Oysa Agâh Bey için bu yeterli değil. Peki adaleti ortaya çıkaracak olan nedir? Alzheimer! Evet, Agâh Bey hastadır ve yakın bir gelecekte tüm geçmişi silinip gidecektir. Öyleyse adalet için vakit gelmiştir: Zaman eskisi gibi akmayacak, ben eskisi gibi olmayacaksam, dünyanın olduğu gibi olmasına ne ihtiyaç vardır ne de bir gerekçe. Hatırlamayacak olmak, unutmak istenen tüm eylemler için ontolojik bir gerekçeye dönüşür böylece. Peki adalete, yani o kaçınılmaz hakikate ne olur? Yine de gelir mi?
Bunca adalet istencinin yansıtıldığı bir yerde dizinin istemsiz ya da kasıtlı biçimde ideolojinin tuzağına düşmesi kurguda işlenen adalet çağrısı ile inceden bir tezatlık oluşturuyor gibi görünebilir. Evet bu ideoloji hümanizmdir, zira hümanizma esaslı bir ideolojidir ve kaynağında “sorumluluk” duygusu vardır. Ama bu sorumluluk, özne-ben’in ego’suna zarar verecek olan her tür sorumsuzluğun dıştalanması anlamında bir sorumluluktur.
“Ben, evrensel Ego’ya sorumluyum: Adalet için eylemde bulunmam doğru değildir, çünkü bana düşen adalete uygun davranmaktır. Adaletin kriterini ben belirleyemem, çünkü adalet tüm ben’lerin dışında belirlenmiştir, her ben bunu belirlemeye kalkışırsa o zaman bizi birbirimizle türdeş kılan ve bu türdeşlik üzerinden evrenselliği kuran o ahlaki standarda ne olur?”
Bu Kant’çı ilke çok iyi bilinmektedir: İnsan, kendisi dışındakilerin insan olduğu kabulü ile kendini de onlar gibi algılamak suretiyle kendisine bir evrensellik katabilir. Bu evrensellik, insanı ilkeyi yeniden tasarlayan bir durumdan uzaklaştırır —zira adaletin ilkesi belirlenmiştir, ona düşen, belirlenen ilkeye uygun davranmaktır. Bu yüzden “normal”, “anormal” karşısında ahlaki düzeyde üstündür —Foucault’nun modern hümanizm eleştirisinde delilere göz kırpmasını burada anabiliriz sanıyorum. Ve tam da bu yüzden adalet ancak “dışarıdan”, mevcudiyet içindeki bir yarıktan —bir meczup, bir derviş, bir deli ve post-modern zamanlarda elbette bir “hasta”— gelebilir.
Agâh Bey’in psikolojisindeki korku da kaygı da gayet “insani” boyuttadır ve onun travmasındaki içsel neden, kendini “diğerleri gibi” görme sorumluluğunda yatmaktadır. Agah Bey’in psikolojisindeki o gel-gitler hümanizma ideolojisine gayet uygun biçimde verilir: yapmak ister, yine de yapamaz —burada Marx’ın ünlü ideoloji tanımının esaslı bir nüktesini görmemek mümkün mü: “Biliyor, yine de yapıyor” değil, “istiyor, yine de yapamıyor”). Agâh Bey kendisini “yapabilecek biri” olarak görmek istiyor – yapabilir, çünkü “herkes” gibidir. Fakat içinden bir şeyler onu engelliyor – “kimse yapmıyorsa, ya da herkes bundan kaçınıyorsa, ben nasıl yapabilirim?!?” Fakat birden hastalığı, onu serbestleştiren yegâne şey olarak çıkageliyor. Yapma, sorumluluk vb. tüm edimler veya ilkeler, bunların öznesi olarak beliremeyecek bir kutbun ufkunda parıldamaya başlıyor —Alzheimer’lı birinden beklenmeyen şeylerin ona uygun düşürülmesi karşı-ideolojik bir hamle olarak beni çok etkilemişti. Kim bilir adalet belki de bu gelişte saklıdır: Tıpkı Benjamin’de, kendi gibi her adalet iddiasını ve talebini geçersiz kılacak o ütopik ufkun kendini de ortadan kaldırma zorunluluğuna düşmesi gibi, tıpkı Derrida’da, adaletin ancak bir ihanet, bir yarık, bir kopuş deneyimi olma zorunluluğunu taşıması gibi ve tıpkı Klimt’in tablosunda adaletin ancak bir parıltı ile gelip ardından hemen kaybolması gibi; hatırlanması gereken de Agâh Bey nezdinde ve Agâh Bey’in kendisinde unutulmak, yok olmak zorundadır. Kimse bir daha hatırlamak zorunda kalmasın diye.
Efe Baştürk
efe.basturk@sosyalbilimler.org
Sosyal Bilimler / Yazar
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.
[…] Efe Baştürk, “Bir Parıltı… Sonra Kayboluş…”: Şahsiyet’in Düşündürdükleri Üzerine […]
[…] Baştürk, “Bir Parıltı… Sonra Kayboluş…”: Şahsiyet’in Düşündürdükleri Üzerine Kapak […]