Taxi Driver’da [Scorsese, 1976] Robert De Niro’nun karakteri, Travis Bickle, kendi çılgın paradigması içinde yaşar; yine de sonunda olaylar onu başkalarının gözünde de bir kahraman olarak çerçevelendirir.
Bu makale, Sydney Üniversitesi Stratejik Araştırmalarda Mükemmellik Girişimi liderliğinde yayınlanan bir dizi Post-Truth Girişimi yayınının parçasıdır. Bu yazı dizisi, günümüzde kamusal söylemde post-gerçeklik sorununu irdeler: Gelişen yalanlar ekonomisi, rasyonel söylemi ve politikayı tehdit eden saçmalık ve propaganda.
Post-truth söylemine dair yorumların çoğu, bu sürecin kökenini tespit etme girişiminde bulundu. Bu söylem nereden geliyor ve üretilmesinden kim sorumlu?
Post-truth bu yönden bakılarak asla bulunamaz. Orada değil. Hakim çevreler ve politikacıların yalan söylemesi, uydurma beyanlar, propaganda üretilmesi, örtbas veya saçmalamalar konusunda yeni bir şey yok. Makyavelizm, siyasi söylemin ortak bir terimi hâline geldi çünkü Makyavel’in tüm liderlerin bir noktada yalan söylemesine ihtiyaç duyabileceğine olan inancını somutlaştırdı.
Siyasette yalan söylemek sapkınlık olarak algılanmaz. Siyaset kuramcısı Leo Strauss, ana hatları ilk kez Plato tarafından çizilen bir kavram geliştirdi ve toplumsal uyumun sürekliliğini sağlamak veya bir gündemi ilerletmek için seçkin bir elit tarafından kasıtlı olarak yayılan yalanı ifade etmek için kullandığı “asil yalan” terimini literatüre kazandırdı.
Post-truthun etmenlerine dair sorular ve siyasi saçmalıkların kaynağını belirlemeye yönelik girişimler; post-truthun yeni ve özgün yönlerini kavramıyorlar. Eğer üretim alanında post-trutha dair izler ararsak bulamayız. Bu nedenle birçok kişi post-truth kavramının yeni bir şeyi temsil ettiğinden şüphe eder. Bütün samanlıklarda iğne yoktur.
Peki, nerede konumlanır bu post-truth ve buraya nasıl geldik? Post-truth, üretim alanında bulunmaz; tepki alanında bulunur. Eğer yalanlar, örtbas, uydurma beyan, propaganda ve saçmalık yaratma her zaman politikanın önemli bir parçası idiyse, o zaman değişen şey kamuoyunun onlara nasıl karşılık verdiğidir.
Post-truthun Oxford Sözlüğü’ndeki tanımı bunu açıkça izah eder: Post-truth, “duygulara hitap etme ve kişisel inançların halk oyunu biçimlendirmede nesnel gerçeklerden daha etkili olduğu şartlar” olarak tanımlanır.
“Nesnel Olgular” Sorunu
Bu tanım sorunun özünü yakalasa da, çoğu akademisyen, özellikle de beşerî bilimler, sanat ve sosyal bilimler alanında çalışan kişiler hemen göze çarpan bir problemi tespit edecekler. Bu “nesnel gerçekler” kavramıdır. Thomas Kuhn, Michel Foucault veya Ludwig Wittgenstein’ın çalışmalarının bilincinde olan herkes, gerçeklerin her zaman tartışılabilir olduğunu bilecektir. Aksi takdirde, karmaşık politika konularında kamusal tartışmalar yapmak kolay olurdu. Nesnel olguları basitçe tespit edebilirdik ve onlarla ilgili politikalar oluşturabilirdik.
Olgular birer toplumsal yapıdır. Eğer hiç insan olmasaydı; hiç insan topluluğu ya da diller var olmasaydı o zaman hiç olgu olmazdı. Olgular, sosyal olarak yapılandırılmış özel birim türleridir.
Olgular, iddia ettiğimiz şey ile var olan arasında bir ilişkiyi ifade eder. Dünyayla ilgili bilgi aktarmak için olgular oluşturuyoruz. Ama bu istediğimiz herhangi bir olguyu oluşturabileceğimiz anlamına gelmiyor. Bir şeyi olguya dönüştüren şey, ifade ettiği dünyanın özelliklerini yakalıyor olmasıdır. Olgularımızın geçerliliği kısmen anlattıkları dünya ile olan ilişkilerine bağlıdır. Bir şeyi ya da bazı durumları açıklamada başarısız olan bir şey bir gerçek değildir.
“Alternatif Olgular”a Giriş
Alternatif olgulardan ne haber? Bu fikir göründüğü kadar inanılması zor değil. Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı bilim tarihindeki en etkili akademik metinlerden biridir. Kuhn’un paradigmalar kavramı, kamusal müzakerenin içine işlemiştir. Ama Kuhn’un bir paradigmadaki değişim vasıtasıyla vaki bulan bilimsel “gelişme” kavramı, alternatif olguları sadece meşrulaştırmaz, aynı zamanda onlara bağlıdır.
Kuhn’a göre her paradigmanın kendi gerçekleri vardır. Bir paradigmada yer alan gerçekler, alternatif paradigmalara taraftarlar tarafından gerçek olarak tanınmaz. Kuhn, farklı paradigmalardan bilim insanlarının farklı dünyalarda yaşadığını iddia edecek kadar ileri gitmişti. Kuhn’a göre olgular, her zaman kapsayıcı paradigmayla bağıntılıdır. Haddizatında, Donald Trump ve destekçileri farklı bir paradigmayı işgal ettiklerini iddia edebilirler.
Foucault’un ‘hakikat rejimleri’ kavramından benzer bir duruş türetilebilir. Foucault’a göre gerçek, içinde olduğu rejimle bağıntılıdır. Ve hakikat rejimleri, zaman ve yere göre farklılık gösterir. Ya da buna Wittgenstein’ın ‘dil oyunları’ kavramı üzerinden yaklaşılabilir: Kimse kurallarını anlamadığı bir oyuna katılamaz. Çağdaş politik tartışmaya dönüşen sağ ve solun her birinin kendi paradigmaları, rejimleri, gerçekleri veya dil oyunları var.
Kuhn’un paradigmalar kavramını kabul etmesek bile, Kellyanne Conway, daha sonra iddia etmeye çalıştığı gibi, Trump yönetiminin gerçeklerin durumu hakkında farklı bir perspektife ve gerçeklerin ne olduğuna ilişkin farklı bir görüşe sahip olduğunu kast etmiş olabilirdi.
Kellyanne Conway, Beyaz Saray basın sekreteri Sean Spicer’in “alternatif olgular” sunduğunu açıkladı.
Akademinin Rolünü Kabul Etmek
Yine çoğu akademisyen bu fikrin geçerliliğini kabul edecektir. Karmaşık konularda daima birden fazla perspektif vardır. Öğrencilerimize mütemadiyen hatırlattığımız üzere, olgular kendileri adına konuşmazlar. Hangi olguların ilintili olduğu ve onlarla ne yapılacağı her zaman bir yorum meselesidir.
Böylece, post-truth, akademide tanrı vergisi kabul edilen bilgi inşasına [yönelik] eleştirel ve gerekli yaklaşımda entelektüel meşruiyet bulur. Akademisyenler ister istemez ve haklı olarak tüm hakikat taleplerine şüpheyle bakarlar.
Öğrencileri, fikirlerini ifade etmeye teşvik ediyoruz. Onlara, alternatif görüşlere değer verilmesi gerektiğini öğretiyoruz. Nietzscheci perspektivizm, birçok akademisyen için varsayılan duruştur ve bizler, etik ve siyasi konularda özellikle kesin sonuçlara varmaktan nefret ediyoruz. Doğrusu, öğrencilerimizin “gerçeği akıllarından çıkarmaları (öğrendiklerini unutmaları)” için teşvik ediyoruz.
Bu fikir, asıl itibariyle ele alındığında, “gerçeği öğrendiğini unutma”nın sonuçları, post-truth politikalarıyla keşfettiğimiz üzere felaket olabilirse de, kulağa geldiği kadar ölçüsüz değildir. Fakat başka bir şekilde anlaşıldığında, “gerçeği öğrendiğini unutmak” bir Aydınlanma ethosu ile tamamen uyumludur.
Kant’ın Aydınlanmanın hizmetinde silahlara çağrısı, Sapere Aude’dir; ‘bilmeye cesaret et[mek]’tir. Bu insanlığa, kiliseye, monarşiye ve diğer otorite kaynaklarına olan istinadını bilgi talepleri için güvenli zemin sağlayarak yenme çağrısıydı. Hiçbir şeyi dış görünüşüyle değerlendirme ve kendin için düşün.
Aydınlanma da aynı zamanda, her bireyin sahip olduğu devredilemez insan hakları fikrini destekledi ve Antik Yunan demokrasi kavramını yeniden canlandırdı; bir birey bir oy; siyasi meselelerde herkesin söz hakkı vardır. Bu bağlamda, gerçeklik sonrası söylemi Aydınlanma’nın radikalleşmesi olarak görmek mümkündür. Özellikle, bilgi üretimi alanında, epistemolojinin demokratikleşmesidir.
Demokrasi, savunmaya değer bir politik ilke olsa da, epistemolojinin demokratikleşmesi ile arasında bir gerilim vardır. Demokrasinin, argümanları gözden geçirip bilgili yargılara ulaşabilmesi için yeterince iyi eğitimli bir nüfusa ihtiyacı vardır.
Bu, Aydınlanma liberalizminin büyük umuduydu; özellikle de eğitimin temini hususunda. Eğitime erişimin artması, ilerleme ve barış getirecektir. Yüksek eğitimli bir halk, demokrasiyi daha iyi işler hâle getirecektir.
Post-Truth Paradoksuyla Yüzleşmek
Batı toplumlarının her açıdan Kant’ın zamanından daha eğitimli olduğu gerçeğine rağmen, demokratik uygulama açısından ilerlemek yerine geriliyormuş gibi görünüyoruz. Bu, post-truth paradoksudur. Toplumlar ne kadar eğitimli hâle gelirse, demokrasiler bir o kadar işlevsiz görünüyor. Demokrasi, eğitim ve bilgi arasındaki sözde pozitif bağlantı kopmuş gibi görünüyor.
Bu paradoksu nasıl açıklayabiliriz ve bu konuda bir şey yapabilir miyiz? Birçokları, post-truthun ortaya çıkmasında postmodernizmi suçlamada aceleci davranmış olsalar da, sorun bundan daha büyüktür ve beşerî bilimlerin, sanat ve sosyal bilimler alanlarının çoğunu etkilemektedir. Postmodernizm sadece tüm fikirlere değer vermemiz ve her nevi düşünceye söz hakkı tanımamız gerektiği düşüncesinin en radikal versiyonudur.
Bunun arkasındaki politik dürtü takdire şayan. Az sayıda akademisyen, gerçeğe, bütün gerçeğe ve sadece gerçeğe haiz olduklarını iddia edecek kadar küstahlar. Diğerlerinin, özellikle de muhalifleştirilen diğerlerinin “kendi gerçeklerini” ifade etmelerine izin vermek ilerici [bir tutum] olarak görülüyor.
Birçok akademisyen postmodernizmin aşırılıklarını benimsemeyecek olsa da, bu yaklaşımın arkasındaki ethos çoğu için anlaşılabilirdir. Bu, birçoklarına göre akademinin dışında gibi görünen, fanatik bir taraftar olmanın akademi içinde neden bu kadar etkili olduğunu açıklar. Örneğin Foucault, beşerî ve sosyal bilimler konularında en çok alıntı yapılan yazarlardan biridir.
Açık olmak gerekirse, Trump ve yönetimindeki diğer kişilerin Kuhn, Foucault ve Wittgenstein’ın benzerlerini okuduğunu iddia etmiyorum. Sorun bundan çok daha kötü. Bu yapısal bir mesele.
Eğitime artan erişim, bu fikirleri sosyal alan boyunca yaymıştır. Son 30 yılda sosyal bilimler alanlarındaki üniversitelere başvuran çok az kişi bu fikirlere maruz kalmaktan kurtulabilmiştir. Bunların mantıksal bitiş noktası olan henüz başlamakta olan görelilik, şimdilerde Batı toplumlarının içine derin şekilde işlemiştir. Tabii ki, akademisyenler post truthun tek kaynağı değildir. Ama önemli bir şekilde, buna katkıda bulundular. Toplum üzerindeki etkimizi ölçerken sadece iki seçeneğimiz var. Ya biraz etki ederiz ya da etmeyiz.
Bir süredir, sosyal bilimler konularında çalışanlar, araştırmalarının ve öğretilerinin toplum için pratik anlamda nasıl önemli olduğunu gösterme endişesi içindelerdi. Hükümetler, toplum üzerindeki sözde etkilerine dayanarak, sosyal bilimler alanlarına verilen fonları artan şekilde meşru kılmaya çalıştıkça, bunun bir mantığı olduğu anlaşılmaktadır.
Gerçeğin, bilginin ve bilime bağlılığın sözde koruyucuları olarak, üniversiteler ikisini bir arada yapamaz. Akademisyenler bir fark yaratsa ve kamuoyu artık olguları, gerçeği ve mantığı umursamıyor gibi görünse bile, bu durumun bütün sorumluluğundan yine de muaf tutulamayız. Aslında, epey sorumluluğumuzu reddedersek, toplum üzerinde çok az etkimiz olduğunu âdeta itiraf etmiş oluruz.
Bu Konuda Ne Yapabiliriz?
Eğer üniversiteler, işlevleri bilgi ve gerçeği üretmek ve korumak olan sosyal kurumlarsa ve eğer bu aynı bu kurumlar, kısmen de olsa post-truthun kaynağı iseler bu konuda ne yapabiliriz?
Öncelikle entelektüel cüretimizi iyileştirmeliyiz. İçerikteki bilgi üretimine eleştirel yaklaşımları konumlandırmamız gerekiyor. Öğrencileri eleştiriyle tanıştırmanın ötesine geçmeli ve onlarla birlikte, argümanların geçerliliğini araştırmalıyız. Bazı perspektiflerin diğerlerinden daha iyi olduğunu ve neden olduğunu açıklamaya hazır olmalıyız.
Çoklu bakış açılarının kuşatması bizleri bütün bakış açılarının eşit derecede geçerli olduğu sonucuna götürmemelidir. Ve eğer hepsi eşit derecede geçerli değilse, birini diğerine tercih etmek için sağlam epistemolojik nedenlere ihtiyacımız var. Kısacası, Aydınlanma dürtüsünü yeniden gözden geçirip yeniden canlandırmamız gerekiyor.
İkincisi, objektif gerçeğe olan bağlılığımızı iyileştirmemiz gerekiyor. George Orwell, ileri görüşlü bir figür olarak post-truthu anlama sürecinde çokça alıntılandı. Orwell şuna inandı: “Nesnel hakikat kavramı dünyadan kayboluyor. Yalanlar tarihe geçecek.”
Oysa “nesnel hakikat” kavramı sadece dünyadan silinmedi; sürgüne gönderildi. Bugün kavramı kabul eden çok az akademisyen var. “Nesnel gerçekliğe” yönelik bu iyi kurulmuş şüphecilik, nesnel hakikatin varoluşuna dair ontolojik bir inanç ile onu tanımaya yönelik epistemolojik bir iddia arasındaki karışıklıktan kaynaklanmaktadır. Bu ikisi eş anlamlı değildir. Nesnel gerçeklik hakkındaki epistemolojik iddialara olan eleştirel duruşumuzu, sadece var olan ancak kimsenin sahip olmadığı bir şey olarak konumunda ısrar ederek koruyabiliriz.
Orwell’in çok iyi bildiği gibi, nesnel hakikat kavramı tarihin çöplüğüne taşınırsa, yalan diye bir şey olmaz. Ve yalanlar olmazsa, adalet, haklar doğrular ve yanlışlar da olmaz. “Nesnel hakikat” kavramı, sosyal adalet hakkındaki iddiaları mümkün kılan şeydir.
Buradaki ironi, tabii ki, akademisyenlerin çoğunun sadece bunu yaptıklarını iddia edecek olmalarıdır. Buna karşın, birçok akademisyen, iklim değişikliğinin insan üretimi olduğunu, kadınların hayatın birçok alanında dezavantajlı olmaya devam ettiğini, yoksulluğun gerçek olduğunu ve ırkçılığın yanlış inançlar üzerine kurulduğunu ilan etmede sorun yaşamayacaktır.
Mesele şu ki, hepimiz bu evrensel gerçeklik taleplerini öne sürüyoruz; göreciliğe yönelen epistemolojik konumları kucaklamada onları savunabileceğimiz güvenli bir zemini reddettik. Ki o durumda, bu gerçeklik talepleri, fikirlerden, bakış açılarından veya en çok değer verdiğimiz kimliklerin ifadelerinden öteye gidemeyen bir şey olarak görünür. Ve eğer akademisyenler gerçeklik taleplerini fikirler, bakış açıları veya kimlik dışında bir şeye dayandıramazlarsa, herhangi birinin bunu yapmasını nasıl bekleyebiliriz?
This article was originally published at The Conversation.
Çeviri: Zeynep Şenel Gencer
Sosyal Bilimler / Çevirmen
zeynep@sosyalbilimler.org
Kaynak: Colin Wight / The Conversation
A Robert De Niro Theory of Post-Truth: ‘Are you talking to me?’
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.