Doğu Batı dergisinin 2011’de yayımlanan 56. sayısında Tevfika İkiz’in Üniversitede Psikanaliz Öğretmeli miyiz? başlıklı bir makalesi yer alır. Aradan geçen altı yılın ardından yazılan bu yazının maksadı, İkiz’in, Freud’un 1913 yılında yazmış olduğu bir makaleden yola çıkarak gündeme getirdiği sorunu, bir öğrencinin perspektifinden tartışabilmek olacak.
Bilhassa Lacancı psikanalize yönelik artan bir ilgiden bahsedebilmek uzunca bir süredir mümkün. Özetle, muhtelif yayınevleri, Türkçenin imkânlarını önemli çeviriler ile sürekli olarak geliştiriyor. MonoKL, Benim Öğrettiklerim’i İkiz’in makalesinden bir sene sonra bastı ve ardından iki kitap daha geldi. Hâlihazırda III. ve XX. seminerlerin yayıma hazırlandığını da yayınevinin web sitesinden öğrenebiliyorsunuz. Encore, “Lacancı Bakışlar Dizisi” adı altında bir dizinin yayımına başladı ve Bruce Fink’ten Özgür Öğütcen’in yaptığı çeviri, Türkçedeki ikinci giriş kitabı oldu, ilki malumunuz, İmge’den Özge Erşen ve Murat Erşen’in çevirisi olan J.-d. Nasio’ya ait eserdi. Metis, hâlâ Türkçeye çevrilen yegâne seminerin yayımcısı konumunda ve Salecl, Zupančič ve Žižek’ten yapılan çeviriler ilgili okuyucunun ulaşabileceği kıymetli kaynaklar, çevirmenlerini şükran ile anmak gerekir. 6:45’i de Fallus’un Anlamı ve Dinin Zaferi’nin yayımcısı olarak es geçmemeli. Aynı zamanda, akademiyi doğrudan ilgilendiren mühim bir gelişme olarak ODTÜ’nün önümüzdeki eğitim döneminde Türkiye’de bir ilk olacak biçimde Lacanyen klinik psikoloji yüksek lisans ve doktora programlarını hayata geçireceği biliniyor ve tüm bunlar, İkiz’in makalesini bilhassa lisans düzeyinde verilen eğitime bağlı olarak yeniden düşünürken unutulmaması gereken gelişmeler.
Öncelikle İkiz, makalesinde, “klinik psikolojinin ve psikopatolojinin hizmetine girecek” bir biçimde psikanalizin çalışma alanını belirler ve makalenin taşıdığı sorunun cevabı olarak özetle şu fikirleri geliştirir: Üniversitede psikanaliz çalıştırılmalıdır. Kuramın pratikte işlerliğinin sağlanabilmesi adına akademide psikanalitik araştırmalara bir alan açılmalıdır ve TAT gibi Rorschach gibi projektif testler, bir çeşit araştırma yönteminin birincil ölçeği, tekniği, veri sağlayıcısı olarak pekâlâ kabul edilebilir. Fakat burada öncelikle başlangıçta, psikolojiyi psikanalizi kapsar olarak tasavvur ederken konuşulması elzem meseleler var. Psikanalizi ve kavramlarını, bir bilim olarak Türkiye’deki yeri hâlâ sarsıntıda olan/geliştirilmeye çalışılan psikolojinin hizmetine sunmak ciddi bir jargon problemi doğuruyor:
Herkes psikanaliz üzerine yeterli bir fikri olduğuna inanır. ‘Bilinçdışı, şey işte, bilinçdışıdır.’ Artık herkes bir bilinçdışı olduğunu biliyor. Artık sorun yok, itiraz yok, engel yok. Peki ama nedir bu bilinçdışı?”1
Dahası, [düşünce] dışarıdan gelip de kendini yeniden düşünce olarak kavramayı düşünen şeyi cesaretlendiren gözlemleri hiç de memnuniyetle kabul etmez. Bilinçdışının keşfi işte budur.”2
Doğrusunu söylemek gerekirse tam olarak bunu doğuruyor. Bugün psikolojinin pek çok alanı bir kenara, farkında olunmayanın kastedildiği her anda Türkçede anlam bilinçdışı ile karşılanıyor. Ve hatta bu durum, örneğin, önbilinç / bilinçöncesi / bilinçdışı gibi kavramların rastgele birbiri yerine kullanılabilmesi gibi durumlarda oldukça belirgin. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak bilhassa henüz lisans eğitimi görmekte olan psikoloji öğrencileri arasında (mezunlar da elbette) ve tabiî olarak toplumda bilinçdışı, entelektüel olarak “farkında olunabilecek”, onun etkilerinin farkında olunarak yaşanılabilecek bir çeşit aura gibi bilincin etrafını saran, her yerde olan, bir “ne olduğu belirsiz şey”miş gibi şeyleştiriliyor. Veyahut farklı bir perspektiften bilinçdışı, bir çeşit kutsal ya da tam tersi, bir günah olarak konumlanabiliyor klinikte: Adı söylenemeyen. Altı oyulan psişik determinizm, kliniğe gelmiş hastaların çeşitli hâl ve hareketlerinin “altında” bir şeyler olabileceğini sanki söyleyen bir kavram hâline geliyor. Sanki söyleyen… Zira, bilinçdışınızı bir şekilde mağlup edebilirsiniz ya da neuro-formatlayabilirsiniz! Hâlbuki karşı karşıya olduğumuz mefhumu eksiksizce her yanından kapsayabilecek bir aklın varlığına iman/bu özellikleri taşımayan bir mefhumun yokluğuna duyulan, aksi hâlin mevcudiyetinde karşısındaki nesneyi reddeden kabul, işler hâldeki bilimsel söylemin çok güzel bir örneği. Ve ne yazık ki hâl böyle olduğu vakit, giriş kitaplarında “Lacancı psikanalizin Kral Yolu dil’dir”, “bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır” gibi önermelerin varoluşunun Türkçenin psikanalizi ağırlayabilecek bir dil olarak açılmasına herhangi bir katkısından söz etmemiz imkânsızlaşıyor. Dilde açılmamış bir alanı, herhangi bir temelinin, imkânının bulunmadığı konumu sırf radikalliğinden ötürü net, yutulabilirmişçesine düşlemek, yalnızca düşlem olarak kalıyor. Ya da “kadın yoktur”, “cinsel ilişki yoktur” gibi radikal önermeleri kuramdan cımbızla çekip üzerlerine sayfalarca yazı yazmanın hiçbir hükmü kalmıyor. Tabiî bu türden önermelerin toplumda tam manası ile kullanılabileceği bir ütopyayı düşlemiyoruz fakat zaten hâlihazırda psikanalizin kavramlarına “batan geminin malları” muamelesini yapan lisans seviyesinde öğrenciler (ve maalesef ki bolca da akademisyen) olduğunda İkiz’in gündeme getirdiği sorunun ne kadar temel olduğu anlaşılabiliyor.
Makalenin seyrini takip ederek meseleyi psikoloji tarihinden temel alarak çözümlemek de maalesef ki psikoloji ve psikanalizin aykırı paradigmalarını uzlaştırabilmek için yeterince iyi bir yol değil. Türkçede psikoloji tarihine ilişkin yazılmış tek kitap, Yılmaz Özakpınar’a ait Psikoloji Tarihi; Özakpınar İkiz’in İstanbul Üniversitesi’nde kurulan psikoloji bölümünün tarihsel gelişimini aktarırken bahsettiği Mümtaz Turhan’ın öğrencisi. Bu mühim bir ayrıntı zira kurulan bu ilk psikoloji bölümü, Almanya’dan gelen profesörler vesilesi ile kurulmuş ve daha ilk yıllarda dahi deneysel psikolojiye ilişkin bir temel atılmış, tarihsel süreç muhakkak ki bunu kaçınılmaz kılmıştır. Nitekim Özakpınar’ın kendisi de Türkiye’de ve yurtdışında bu alanda çalışmıştır ve derslerini almış öğrenciler kadar kitaplarını okumuş olanlar da bilirler ki kati suretle bir doğa bilimi olarak kabul ettiği psikolojinin metodu deneydir. Nihayetinde yadsınamayacak tarihsel süreç, Türkiye’de psikolojiye çalışabileceği alanı bu sınırlar dahilinde açarken psikanalizin bilhassa psikolojiye hizmet eder bir yapıya bürünebilmesi olanaksız olacaktır zira bugün bu genç bilim Türkiye’de araştırmacı yapısını da her geçen gün kaybetmekte ve psikoloji klinikten, klinik psikoloji de salt pratikten ibaret bir alanmışçasına kabul edilmekte. Çalıştırılmıyor bellenmiş bir alanın altında çalıştırılacak bir alanın tasavvuru olarak psikanaliz… Şüphesiz bu eleştiriler ana referansımız olan makaleye değil, vaziyetin ta kendisine. Lacan, Picasso’dan bir alıntı yaparak tam olarak bu hususta “Ben aramıyorum, buluyorum” der3. Dolayısıyla Lacan’ın psikanalizi bir bilim olarak nitelerken bulunduğu noktanın da, bir doğa bilimi olarak psikoloji ile benzeşir bir yanını hayal etmek son derece güç. En nihayetinde Lacan, deneysel psikolojinin temellerini atan psikofizik araştırmalarını da “tırı vırı” olarak nitelendirir4. Her şey yeterince açık. Bu, herhangi birini diğerine tercih etmek meselesi değil, bir ve aynı şey olmadıklarını gösterme uğraşı.
Eğer psikanalist iyileştirmeyi arzu ediyorsa, emin olalım, iyileşmeyi sağlayamayacaktır. Eğer buna karşılık -iyileşmenin kendisine bağlı olmayan fazladan bir yarar olduğuna inanarak- arzusunu frenlerse, o zaman ıstırabın kalkması için bir şans olacaktır5.
Psikanaliz basitçe bir tedavi yolu, bir ilaç, bir yakı, bir kocakarı ilacı, tüm bu iyileştiren şeyler midir? İlk bakışta, neden olmasın? Yalnız, psikanaliz kesinlikle bu değildir6.
Psikanalizin ne olduğu bizim için hâlâ muallak, bu açık, fakat hâlâ ne olmadığı üzerinde bir şansımız varken bunu değerlendirmek iyi olabilir. Bahsettiğimiz bir çeşit kür veya klinik psikolojinin sahip olduğu yüzlerce terapiden birisi değil. Ve evet, “psikanalitik terapi” hiç değil. Bugün klinik psikolojinin hizmetinde terapi denen şeyden hiç kimsenin sayısını net olarak bilemeyeceği kadar çok var; herhangi bir ismin sonuna getirilecek “terapi” kelimesi ile siz de kendinizinkini evde deneyebilirsiniz. Bu konudaki suiistimal, hakkında yazılacak bir kitabı gerektirir. Kendisini açıkça bir sağaltım mekanizması olarak konumlandırmayan bir paradigmadan bahsediyoruz. Fakat psikanalizin konumunun bu oluşu, onu, herhangi bir sanat eserini/gündelik hayatın herhangi bir anını değerlendirirken marjinal bir okuma yapabilmek maksadıyla kullanan sözde entelektüellerin yazılarının sığınağı da yapmaz. Sırf bulunduğunuz ortamın biraz daha otantik olmasını sağlayabilmek maksadıyla arzu ettiğiniz biçimde oynadığınız bir nesne ise hiç değil. Evet, psikanaliz çalıştırılabilir ve evet bu gerçekten de klinikte olabilir lâkin hayır, sağaltım maksadıyla değil ve hiçbir vakitte de olmamalı. Lacan, şöyle söylüyor: “Özneyi yeniden-bulma teşebbüsüne motive eden şey ile bulduğu şey birbirinden farklıdır7. Burada psikanalizin analize girme motivasyonuna sahip kişiyi bir şekilde dolandırdığı kastedilmiyorsa, açıktır ki kastedilen şudur: Analizin ortaya çıkarttığı bilgi, tahmin edilebilir bir bilgi değildir. Şüphesiz ki özne, analisti bildiği-varsayılan-özne konumuna koşulsuzca atar ve talebi kendisine sıkıntı veren semptomundan kurtulmak-mış-gibi-yapar. Lâkin analiz öznenin yalnızca devridaimine çomak sokulmuş semptomunun yeniden işlerlik kazanmasını talep ettiğini meydana çıkarttığında, bildiği-varsayılan-özne, bir öfkenin nesnesi olarak konum değiştirecektir ki evet, bu açıdan bakıldığında, psikanaliz analize girenleri daha fazla hasta etme sanatıdır, yalnızca bu açıdan, tekrar tekrar, yalnızca bu. Tam olarak bu anda ortaya çıkacak direncin, modernitenin süper şişkin öznesinin sahip olamadığı bir gerçeklik ile, Gerçek ile karşılaşmasının bir tezahürü olduğu zannediyorum ki pekâlâ söylenebilir. Doğu Batı’nın aynı sayısından, bu kez Özge Soysal’dan bir alıntı ile devam edelim:
Bununla birlikte yaygın pazar ekonomisinin ürettiği birçok tedavi ve psikoterapi yöntemi kimlik, benlik, kendilik ve kendini gerçekleştirme gibi kavramlara azımsanamaz bir popülerlik kazandırarak, bunları ulaşılması gereken ideal bireysel noktalar olarak tayin etmiş, bilinçdışı öznesine de susmak ya da kendince çırpınmak düşmüştür8.
Yine Özge Soysal, geçtiğimiz Nisan ayı içerisinde İstanbul Arel Üniversitesi’nde düzenlenen bir sempozyumda, kendisine “psikanalizin Türkiye’deki geleceğine” ilişkin sorduğum bir soruya verdiği cevapta umudumuzu koruyabileceğimizden bahsetmişti. Peki nasıl olacaktı bu? Yazarak, yazarak ve yazarak. Bir şekilde langage içinde lalangue ile. Her tarafımızı kuşatmış olan dilin içerisinde, her türlü belirlenmişliğin öncesine doğru bükülerek, bir şekilde yazarken biçimseli kat ederek, kat kat ederek. Elbette ki burada şu eleştiri ile karşılaşılabilir: Okur-yazarlığa verilen kıymet, bir çeşit entelektüalizme kapılmak değil midir yine? Yazarak bilinçdışını kökünden tutabilir hâle mi geleceğiz veyahut yazdıkça cismanîleşecek mi, gözümüzün önüne düşecek mi bilinçdışı? Elbette hayır, kelimenin tam manası ile hayır. Uyanıkken daha uyanık olabilmek yazık ki mümkün değil oysa sonlanabilir rüya. Yazmanın kendisinin bir çeşit kür olduğunu iddia eden sayısız kitaba atıfta bulunmak da değil mevzubahis olan. Lâkin hakikaten de bilinçdışı bir dil gibi yapılanmış ise, ki bunu Freud Signorelli’de çoktan göstermiştir, her türlü biricik semptomun öncelenemez bir Öteki olan dil ile bir münasebeti vardır. Sözde özgürlüğün irade dolu öznesi, Öteki tarafından delik deşik bir vaziyetteyken “kendini gerçekleştirmenin” üçgenlerini çizmek yalnızca trajikomik bir uğraş, hepsi bu. Dinin, ailenin konumuna ilişkin bir asır öncesine nazaran çok daha rahat bir biçimde ileri geri konuşabilmemiz hakikaten de ruhumuzu veyahut irademizi yeterince özgürleştirmiş olsaydı, zamanımızın büyük çoğunluğunu kusursuz bir kendiliğin yeniden, yeniden ve yeniden inşası ile geçiriyor olmazdık. Ne kadar bükülürsek bükülelim, bir başka kimliği doğuramayacağız zira sahip olduğumuza atandık ve bu müesseseden yeterince haberdar değiliz. Kimlik, bir sorunun mizanseni. Türkçedeki hiçbir kelime bu kadar göz önünde olup bu kadar gizli saklı kalamıyor belki de. Kim-lik: Bir soru ifadesinin alabildiğine kayganlığına ve yersiz-yurtsuzluğuna atanmışlık hâli. Üstelik kaybettiğiniz takdirde cezasını da ödemek durumundasınız.
Velhasılıkelam, bir bilinmezliğe doğru gitmiyoruz, hayır. Fakat bir sonuca yaklaşmamız gerekiyor. Hiç de şaşırtıcı değil psikanalizin konuşulmaya başlandığı her yerde mevzubahsin bilinmezliğe doğru kayıyor olduğunun zannı. Bilinçdışı vardır; entelektüel bir kavramanın ötesinde olarak bilinçdışı vardır. O hâlde bilinemez olmalı, bahsedilemez olmalı. Hayır. Bu sebeple psikanalist olmanın öncelikli koşulu herhangi bir üniversiteyi tamamlamak veyahut bir test eğitimine binlerce lira vermek değil, analize girmek. Tevfika İkiz, çok kıymetli bir şeye değiniyor akademik kadrolarındaki iki kişinin analiz sürecinden geçtiğinden bahsederken. Kurama hâkimiyetimiz ne seviyede olursa olsun, analizden geçmiş olmadıkça psikanaliz hakkında sarf ettiğimiz her söz kendisini bir ölçüde dahi olsa entelektüel bir çaba olmaktan kurtaramayacak. Zannediyorum ki bu yapılabilecek en büyük eleştiri, her ne kadar analize girmeyenlerden gelecek olsa bile. Freud oldukça erken bir dönemde, 1911’de bunun uyarısını yapıyor: Entelektüel haz ve bu hazzın en revaçta motoru, bilim, en nihayetinde pratik bir hazdan ötesini sunamayacaktır ve kaçınılmaz olarak bu çaba, her ne kadar erdem dolu gözükse de gerçekliğe kurban edilen onca zevkten yalnızca bir tanesi olarak kalmaya yazgılıdır9. O hâlde burada okuduklarını anlayan bir öğrenci olarak zorunlu olanı yaptığımı kabul etmeliyim: Bir analizden geçmeden psikanalizden bahsederken onu, anadilimde, her ne kadar kaçıyor olsam da klasik bir mantığa indirgemekteyim. Fakat bu konumun kabulü olmasaydı, bu yazı da olmayacaktı.
Kaçınılmaz olarak ne kadar indirgenirse indirgensin, psikanalizden psikoloji altında, psikopatoloji altında çalışmasını beklemek oldukça güç zira psikiyatri ve psikoloji/psikolojik danışmanlık ve rehberlik gibi birbirini tamamlayan alanların çokdisiplinli bir çalışmasından bahsetmekte değiliz, bahsedememekteyiz. Kabul edilmeli ki Tevfika İkiz makalesinde mevcut şartlar düşünüldüğünde hiç de kötü bir öneride bulunmuyor, hatta bu öneriden memnuniyet dahi duymalıyım. Lâkin bunun psikoloji eğitimi veren tüm üniversitelerde hayata geçtiğini düşündüğümüzde dahi psikanaliz adına olumlu bir tablonun çizilmiş olduğunu söyleyebilmemiz mümkün olmuyor. Evet, kesinlikle İkiz psikanaliz eğitiminin örgün eğitime dahil olarak verilmesi icap ettiğini savunmuyor. Dolayısıyla bilhassa yazının başında bahsedilen yaygın problemlerden lisans eğitimini bir noktaya kadar sorumlu tutamayız. Lâkin… Yalnızca bir noktaya kadar. Şayet psikoloji eğitimi veren pek çok okul ve bu derslerden sorumlu öğretim görevlileri kendilerini gelişim psikolojisi, öğrenme psikolojisi, kişilik, psikopatoloji ve çocuk psikopatolojisi gibi derslerde en azından belirli noktalarda Freud’a ve psikanalize atıfta bulunmak zorunda hissediyorlarsa, burada tesadüfî karşılaşmalara emanet edilemeyecek kadar kıymetli bir kuramdan bahsediyoruz demektir. Psikanalizin bir okulu yok ama bu durum onu sırf bir okulu olduğu için psikoloji altında çalıştırılacak bir “şey” yapmaz. Keza sırf bu yüzden onu felsefeye doğru da “itemeyiz”. Zupančič, Neden Psikanaliz?’in girişinde çok güzel bir biçimde bu vaziyeti özetliyor:
Tam da fazlasıyla geliştirilmiş ve yapılandırılmış kavramsal önerilerinden dolayı, psikanalizin çağdaş felsefi tartışma sahnesine girmesi ve burada varlığını sürdürmesi Lacan sayesinde olmuştur. ‘Psikanaliz felsefe değildir’ şeklindeki ısrarlı iddiasına rağmen Lacan, kendi teorisini devamlı felsefeyle kurduğu diyalogla geliştirmiştir10.
Çok açık: Felsefe değildir ve “fazlasıyla geliştirilmiş ve yapılandırılmış kavramsal önerileri” bir oyuncak hiç değildir, geçiştirilebilir değildir. Naçizane, bana öyle geliyor ki psikoloji, bir bilim olarak kendisini diğer bilimler arasında kabul edilir kılmanın bedelini felsefeden koparak çok ağır bir biçimde ödemiştir. Bırakalım psikanalizi, bilhassa sosyal psikoloji alanındaki kavramsal ve yöntemsel sürtüşmeleri göz önünde bulundurduğumuzda görebiliyoruz ki psikoloji, hâlihazırda bir kim-lik bunalımını kendi içerisinde uzunca bir süreden beri yaşamaktadır. Bilimlerin gençlerinden olarak yetkinliği ve en önemlisi sınırları belirlidir. Keza bu elbette psikanaliz için de böyledir. Bir ve aynı şey olmamaları, birini diğerine karşılık değersizleştirmeyecektir lâkin Zupančič’in de belirttiği gibi psikanalizden mümkün mertebe cinsellikten arındırılmış psikolojikleştirilmiş bir felsefe yaratma uğraşı nafile ve hazindir.
İ. Şahin Ateş
sosyalbilimler.org Blog Yazarı
blog@sosyalbilimler.org
Kaynakça
- Fink, B. (2016). Lacancı Psikanalize Bir Giriş (Ö. Öğütcen, çev.). İstanbul: Encore.
- Freud, S. (2013). Metapsikoloji (E. Kapkın & A. Tekşen, çev.). İstanbul: Payel.
- İkiz, T. (2011). Üniversitelerde Psikanaliz Öğretmeli miyiz? DOĞU BATI, 257-267.
- Lacan, J. (2012). Benim Öğrettiklerim (M. Erşen, çev.). İstanbul: MonoKL.
- Lacan, J. (2013). Psikanalizin Dört Temel Kavramı Seminer XI (N. Erdem, çev.). İstanbul: Metis.
- Nasio, J.-D. (2007). Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders (Ö. Erşen-Soysal, M. Erşen, Çev.). Ankara: İmge.
- Soysal, Ö. (2011). Bilmemek ve Dile Getirmek Arasında: Psikanalizin Bilinçdışı Öznesi. DOĞU BATI, 127-143.
- Zupančič, A. (2011). Neden Psikanaliz? (B.E. Aksoy, çev.). İstanbul: Metis.
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.
Dipnotlar
↵1 | Jacques Lacan, Benim Öğrettiklerim (Murat Erşen, çev.), 2012, MonoKL, s: 21 |
---|---|
↵2 | Jacques Lacan, a.g.e., s: 128, köşeli parantezle eklenen kısım bana ait. |
↵3 | Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı (Nilüfer Erdem, çev.). 2013, Metis |
↵4 | Benim Öğrettiklerim, s: 49 |
↵5 | J.-d. Nasio, Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders (Özge Erşen & Murat Erşen, çev.), 2007, İmge |
↵6 | Benim Öğrettiklerim, s: 27 |
↵7 | Bruce Fink, Lacancı Psikanalize Bir Giriş (Özgür Öğütcen, çev.), İstanbul, Encore |
↵8 | Özge Soysal, Bilmemek ve Dile Getirmek Arasında: Psikanalizin Bilinçdışı Öznesi, Doğu Batı Dergisi |
↵9 | Sigmund Freud, Metapsikoloji içinde Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar (1911) (Emre Kapkın & Ayşen Tekşen, çev.), 2013, Payel |
↵10 | Alenka Zupančič, Neden Psikanaliz? (Barış Engin Aksoy, çev.), s: 11, 2011, Metis |
[…] bir ay önce sosyalbilimler.org’da yayımlanan Psikanalizin Aktarımı isimli yazımın ilk paragrafında artan ilgiye binaen Lacancı psikanaliz hususunda Türkçe […]