Sosyal Bilimler | Kayda Değer Akademik Metinler

Sosyal Bilimler

Orwell, Camus ve Hakikat - Sosyal Bilimler
Sosyal Bilimler

Orwell, Camus ve Hakikat

Avrupa’da savaş devam ediyordu ama düşman kesin olarak geri çekilmişti. Paris’in işgali tamamen bastırılmış ve Fransa özgürdü, St. Germain Bulvarı’ndaki kafeler de öyle. Artık garsonlar SS subaylarına kahve servisi yapmak zorunda değildi.

Nisan 1945’te bir öğleden sonra, üstü başı dağınık bir İngiliz böyle bir kafeye girdi. Observer gazetesinin savaş muhabiriydi, tütün ve Hint çayına düşkündü. Takma adı George Orwell’di.

Orwell, seçkin yazar ve entelektüel Albert Camus ile buluşuyordu. Ama yine de Orwell’i hep içeride, soluk, süslü ahşap işçiliğinin arasında otururken ve kendini biraz yersiz hissederken hayal ederim. Les Deux Magots ve karşısındaki Café de Flore, genellikle Orwell’in tasvip etmediği türden bir entelektüel kesimin uğrak yeriydi. Yani komünist sempatisi olan filozof tipler: Jean-Paul Sartre, Simone De Beauvoir ve Maurice Merleau-Ponty gibiler.

Orwell oturdu ve Camus’nün gelmesini bekledi, bekledi. Camus hiç gelmedi, tüberkülozun alevlenmesiyle yatağa düşmüştü. Bir daha asla bir araya gelme şansları olmayacaktı ve Orwell beş yıl sonra aynı hastalıkla kendi savaşını kaybederek ölecekti.

Bu iki seçkin yazara olan hayranlığım birbirinden ayrı olarak gelişti -ancak onları her zaman bilinçsizce aynı türden bir yazar ve aslında aynı türden bir insan olarak tanımladım. Aralarında birtakım üstünkörü benzerlikler var: her ikisini de silahlı kuvvetlere katılmaktan alıkoyan tüberküloz teşhisi, yabancı bir ülkede doğmak, yaygın çapkınlık, faşizme karşı ortak nefret ve komünizm şüphesi. Çok daha önemlisi, aynı bakış açısını paylaşıyor gibi görünüyorlardı. Her iki yazar da doğruluğun ideolojik bağlılıktan ve metafizikten daha önemli olduğu, gerçeklerin fikirler dünyasından değil gerçek dünyadan türetilmesi gerektiği görüşünü benimsiyordu. Üslup olarak da birbirlerine benziyorlardı: her ikisi de samimi, açık ve üretken bir şekilde yazıyordu.

Camus benim görüşümü paylaşıyor gibi görünüyordu. Orwell’in 1950’de öldüğü gün metresi Maria Casarès’e yazdığı bir mektupta da aynı şeyi söylemişti.

Kötü haberlerim var: George Orwell öldü. Onu tanımıyorsunuz. Çok yetenekli bir İngiliz yazar, benimle tamamen aynı deneyime (on yaş büyük olmasına rağmen) ve tamamen aynı fikirlere sahipti. Yıllarca tüberkülozla savaştı. Bir şeyler paylaştığım çok az insandan biriydi.

Camus’nün başka bir yazarla “tamamen aynı fikirlere” sahip olduğunu ve “bir şeyler paylaştığım çok az kişiden biri” olduğunu söylemesi az şey değildir.

İki yazar arasında hiçbir yazışma yok gibi görünüyor. Aslında, aralarındaki kişisel bağlantıları araştırdığımda çok az şey bulabildim. Ancak bir ilişkiye dair biyografik kanıt arayışım sonuçsuz kalsa da, o zamandan beri çalışmalarını okumak ve karşılaştırmak için harcadığım zaman, oldukça ilgi çekici bazı bağlantılar ortaya çıkardı.

Orwell’in en iyi bilinen romanı kuşkusuz Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’tür.

Bu romanla ilgili dikkat çekici olan şey -neredeyse tüm diğer İngilizce romanların üzerinde- İngilizce konuşulan dünyaya miras bıraktığı kelime ve ifadelerin sayısıdır. Belki de Orwell’in insanlığa en büyük armağanı buydu: İçinde yaşadığımız devlet destekli gözetleme, yalan haber ve hakikat sonrası siyaset çağından bahsedebileceğimiz bir dil. Birisi bir politikanın ya da bir hükümetin davranışının “Orwellvari” olduğunu söylediğinde, insanlar tam olarak ne kastedildiğini biliyor.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten bir cümle hepimize, hatta romanı okumamış olanlara bile tanıdık gelecektir: “Tarihte öyle bir an olmuştur ki, iki kere ikinin dört ettiğini söylemeye cüret edenler ölümle cezalandırılmıştır”. Tabii ki bu sözler Orwell’a ait değil. Albert Camus’nün Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten iki yıl önce, 1947’de yayımlanan Veba romanından bir alıntı. Elbette, iki kere ikinin beş ettiği formülasyonunun hem Orwell hem de Camus’den önceye dayanan bir geçmişi vardır, ancak Orwell bunun çok benzer bir versiyonunu 1939’da Adelphi’de Bertrand Russell’ın bir kitabının eleştirisinde kullanmıştır: “Lider öyle dediğinde iki artı ikinin beş edeceği bir çağa iniyor olmamız oldukça olasıdır.”

Bu satırlar arasındaki benzerlik patentlidir. Camus’nün bu fikri Orwell’in makalesinden almış olması mümkün mü? Evet, ama böyle şeyleri kanıtlamak neredeyse imkânsızdır. Yine de Camus’nün Orwell’in yazısından etkilenip etkilenmediği önemli değildir (ilginç bir olasılık olsa da). Bu örnekte önemli olan ortak bir zemini ortaya koymasıdır. Bu alıntılar iki yazarın çalışmalarını birleştiren temel bir ilkeyi somutlaştırmaktadır: hakikatin kırılganlığına dair ortak bir kaygı.

Yirminci yüzyıl Avrupa’sının siyasi çalkantıları, hem Camus’yü hem de Orwell’i, kendi meslektaşları ve dostları arasında bile, bir zorunluluk olarak hakikat sorunuyla yüzleşmeye zorlamıştır. Orwell İspanya’dan döndüğünde, gazeteci arkadaşlarının çoğunun Stalin’in -her şeye rağmen- iyi bir güç olduğu görüşünü benimsediğini gördü. Sonuç olarak, yazılarının normalde kabul edilebilecek yayınlar tarafından reddedildiğini gördü. Bu yayınlardan biri olan New Statesman’ın editörü Kingsley Martin, Orwell’in yazılarından birini gazetenin “siyasi politikası”na aykırı olduğu gerekçesiyle reddetti. POUM ve diğer sosyalist milis gruplarından pek çok yoldaşı İspanya’daki Sovyet yanlısı militan grupların elinde hâlâ hapis ve işkenceyle karşı karşıya olduğu için bu durum Orwell’i anlaşılır bir şekilde rahatsız etti. New Statesman’ın bir editörüne yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Sanırım sizin için bir daha yazmasam daha iyi olacak… Arkadaşlarımın yanında durmalıyım, bu da önemli bir konuyu örtbas ettiklerini düşündüğümde New Statesman’a saldırmayı gerektirebilir”.

Bu fiyasko Orwell’de Kingsley Martin’e karşı kalıcı bir nefret uyandıracak, Orwell Martin’i öğle yemeğinde gördüğünde onun “yozlaşmış yüzü”ne bakmak zorunda kalmamak için masaların yerini değiştirecek kadar ileri gidecekti.

Camus de Paris’te benzer sorunlar yaşadı. Camus 1951’de Başkaldıran İnsan’ı yayımladığında, bu onu kendi tarafında hiç de sevilmeyen biri haline getirdi ve Camus ile entelektüel arkadaşı Jean-Paul Sartre arasında bir anlaşmazlık yarattı. Camus’nün kamusal bir entelektüel olarak itibarı Başkaldıran İnsan’ı yayınlanmasının bir sonucu olarak zarar görecekti, çünkü Marksizmi kınaması soldaki birçok entelektüelin onu dışlamasına neden oldu. Andy Martin’in The Boxer and The Goal Keeper: Sartre Versus Camus (2012) (Boksör ve Kaleci: Sartre Camus’ye Karşı) kitabında olayların ne kadar gerginleştiğine dair şüpheli ama yine de açıklayıcı bir anekdot yer alır: Camus, Merleau-Ponty’ye karşı bir tartışmada Arthur Koestler’i savunurken, Merleau-Ponty’nin Sovyet tasfiyelerine kayıtsız kalması Camus’yü öylesine öfkelendirmiştir ki, Camus onu yumruklamakla tehdit etmiştir. Görünüşe göre Camus her açıdan tutkulu bir adamdı. Camus özel mektuplarında bu ideolojik terk edilmişliğin kendisi üzerindeki etkisini yazmıştır: “Herkes bana karşı, acımasızca yıkımımda pay arıyor; hiç kimse elini uzatmıyor, yardımıma gelmiyor, kim olduğum için bana şefkat göstermiyor.”

Hem Camus hem de Orwell haklı olarak “anti-totaliter” yazarlar olarak anılır. Yine de böyle olmalarının nedenleri tamamen politik değildir. Sadece totaliter rejimlere karşı çıktıkları için değil, her ikisi de totaliter zihniyetin hakikatin ideolojiden geldiğini kabul etmenizi gerektirdiğini anladıkları için anti-totaliterdi. Eğer fikirler bir şeyin doğru olduğunu söylüyorsa, o şey doğru olur ve doğrudur. Faşistler ve Komünistler için ideoloji yalnızca bir değerler ya da inançlar bütünü değil, insanlığın geçmişi, bugünü ve geleceğine dair tutarlı bir açıklamadır. Camus’nün Başkaldıran İnsan’da “dünyayı insanın Tanrı olduğu bir krallık hâline getirme” arzusu olarak bahsettiği şey budur. Orwell ve Camus böyle bir düşüncenin tehlikelerini anlamış ve çalışmalarında bunu reddetmeye çalışmıştır.

İroniktir ki, ne Orwell ne de Camus nesnel gerçeğe gerçekten inanıyordu. Orwell, ifade özgürlüğünün ve gerçeğin iktidara söylenmesinin savunucusu olmasına rağmen, “nesnel gerçeğin” kendisinin faydalı ve “güçlü” olsa da bir “yanılsama” olduğunu kabul etmiştir. Aynı şekilde Orwell, totaliter ideolojinin “nesnel gerçeğin varlığına inanmamayı gerektirdiği”ni belirtmiştir. Buradaki anahtar kelime “inançsızlık”tır. Orwell için hakikat, doğruyu yanlıştan ayırmaya yarayan felsefi bir çerçeveden ziyade gerçekliğe bağlılıktır. Gerçekten de, belki de bu yüzden Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te Winston’ın gerçeğin tanımını formüle etme çabaları sonuçta başarısız olur. Ancak mesele de tam olarak budur. Orwell gerçeğin bir formül değil, bir zihniyet olduğunu anlamıştı.

Camus için de hikâye aynıydı. Nobel Ödülü töreninde yaptığı konuşmada şunları söylemişti:

Gerçek gizemlidir, ele geçirilmesi zordur, her zaman fethedilmesi gerekir. Özgürlük tehlikelidir, onunla yaşamak heyecan verici olduğu kadar zordur da. Bu iki hedefe doğru, acı çekerek ama kararlılıkla, bu kadar uzun bir yolda başarısızlıklarımızdan önceden emin bir şekilde yürümeliyiz.

Camus’nün hakikat anlayışı Orwell’inkiyle aynıydı. Camus için hakikat ulaşılamaz bir zirveydi ama tırmanmaya değerdi. Orwell ve Camus için hakikat, varmaktansa umutla seyahat etmenin daha iyi olduğu bir hedefti.

Günümüzde hakikat, birbiriyle rekabet eden anlatılardan oluşan bir soru hâline gelmiştir. Örneğin ABD’deki bazı Trump seçmenleri son seçimlerin “çalındığı”na inanıyor; bunun nedeni seçimlerde hile yapıldığına dair kanıt olması değil -aslında böyle bir kanıt yok- idolleri onlara bir hikâye anlattığı için.

Rusya’da da hikâye aynı. Rus Ordusu Ukrayna sınırını geçerken bile, ortalama bir Rus muhtemelen Rusya’nın faşist rejimin elinden hakkı olan toprakları geri aldığına dair devlet destekli anlatıya inanıyordu. Bu insanlar için Volodimir Zelenski’nin Yahudi olması önemsiz olduğu gibi, Ukraynalı aşırı sağcıların 2019 seçimlerinde sadece %2,15 oy alabilmiş olması da önemsizdir -bu oran parlamentoda bir sandalye bile kazanmaya yetmemektedir. Bir anlamda Rusların kendileri de böyle düşündükleri için suçlanamazlar: Kremlin yanlısı medya tarafından bu anlatıya inanmaya şartlandırılmışlardır. Rus filozof-faşist Aleksandr Dugin’in de belirttiği gibi: “hakikat bir inanç meselesidir”.

Görünen o ki Orwell ve Camus’nün hakikate ilişkin kaygıları 1945’te olduğu kadar bugün de geçerli. Ancak önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Gerçek dışı anlatıların egemen olduğu bir dünyada birey nasıl doğru düşünebilir?

Camus’nün anlatıcısı, Düşüş adlı romanının sonlarına doğru bu soruya kafa yorar:

Yalanlar eninde sonunda gerçeğe götürmez mi? […] Bazen yalancıyı açıkça görmek, doğruyu söyleyen adamı görmekten daha kolaydır. Doğruluk, ışık gibi, kör eder. Yalan ise tam tersine, her nesneyi güzelleştiren güzel bir alacakaranlıktır.

Camus burada yalnızca hakikat ile hakikat olmayan arasında değil, sorun hakkında düşünme biçimleri arasında da kritik bir ayrım yapmıştır. Camus, hakikatin asla tam olarak ya da doğrudan bilinemeyeceği gerçeğini benimserken, hakikati, yalanın “güzel alacakaranlığı”nın sağladığı mutlak kesinlik ihtiyacına karşı bir iç mücadele olarak kavramsallaştırmıştır. İronik bir şekilde, Camus’nün gerçek doğruluk fikri belirsizlikte ve bu gerçeğin farkındalığını özenle sürdürmekte yatıyordu. Başka bir deyişle, doğruluk iyi niyetle düşünmek, en çekici anlatılardan bile dürüstçe kuşku duymak demektir.

Orwell’in çalışması da benzer bir sonuç ortaya koyuyor gibi görünmektedir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te Winston içsel bir öz farkındalık fikriyle teselli bulur.

Kimsenin duymayacağı bir gerçeği dile getiren yalnız bir hayaletti. Ama bunu dile getirdiği sürece, belirsiz bir şekilde süreklilik bozulmuyordu. İnsanlık mirasını devam ettiren, sesini duyurmak değil, aklı başında kalmaktı.

Orwell -her zamanki protestan hümanist- şüpheci vicdan fikrine büyük bir inanç besliyordu. Romanın dünyasında “aklı başında kalmak”, gizli de olsa eleştirel kalabilmek anlamına geliyordu. Winston’ın isyan etmesini sağlayan şey iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmesi değildir: devlet tarafından yayılan ve evrensel olarak inanılan yalanlara rağmen Winston özenle ve dürüstçe düşünmeye devam eder.

Bu iki yazar için de gerçek, metafizik bir sorudan ziyade bir tutumdur. Romanları, fikirlerden ziyade şeylerde, dünyanın gündelik deneyimleri etrafında döner. Her ikisi de ideoloji yoluyla düşünülebilecek olgulardan çok, deneyimlerden elde edilebilecek olgularla ilgilenmişlerdir. Bu, onları entelektüel yaşamları boyunca ayakta tutan ve figür olarak birleştiren tutumdu. İşte bu nedenle, yolları hiç kesişmemiş olsa da onları dost olarak görmeyi seviyorum.

Bu yazı Funda Deniz tarafından sosyalbilimler.org’da yayımlanmak üzere Türkçeye çevrilmiştir.

Orijinal Kaynak: Row, Artillery. (2023, March 12), “Orwell, Camus and Truth,” The Critic.

Atıf Şekli: Row, Artillery. (2023, Temmuz 03). “Orwell, Camus ve Hakikat” Çev. Funda Deniz, Sosyal Bilimler. sosyalbilimler.org/orwell-camus-ve-hakikat

Kapak Resmi: Orwell ve Camus, Kolaj: Sosyal Bilimler

Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org çevirmenleri tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlâli söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.

sosyalbilimler.org’da yayımlanan metin, video ve podcastlerin paylaşıldığı Telegram grubuna katılmak için buraya bakılabilir. Söz konusu grubun, kuruluş nedeni, işleyiş, güvenlik hususu, sorumluluklar ve diğer detaylar için bu sayfa incelenebilir.


sosyalbilimler.org'da yayımlanan çalışmalar ile ve yeni çıkanlar arasından derlenen kitapların yer aldığı haftalık e-posta bültenine ücretsiz abone olmak için bu sayfa incelenebilir.

Telegram Aboneliği


sosyalbilimler.org’da yayımlanan metin, video ve podcastlerin paylaşıldığı Telegram grubuna katılmak için buraya bakılabilir. Söz konusu grubun, kuruluş nedeni, işleyiş, güvenlik hususu, sorumluluklar ve diğer detaylar için bu sayfa incelenebilir.

sosyalbilimler.org’a Katkıda Bulunabilirsiniz.

sosyalbilimler.org'da editörlük yapabilir, kendi yazılarını yayımlayarak blog yazarımız olabilir veya Türkçe literatüre katkı sağlamak amacıyla çevirmenlik yapabilirsin. Mutlaka ilgi alanına yönelik bir görev vardır. sosyalbilimler.org ekibine katılmak için seni buraya alalım!

Bizi Takip Edin!

Sosyal Bilimleri sosyal ağlardan takip edebilir, aylık düzenlenen kitap çekilişlerimize katılabilirsiniz.