En başından beri tek amacı klasik liberalizme su katmaktı.
Çeşitli ”İlerici” politik oluşumların kullandığı en itham edici ve negatif kelimelerden biridir “neoliberalizm”. “Neoliberal” olarak anılmak “fakir” olanlara karşı duran, “zengin” kesimin yaptıklarına bahane üreten ve büyük gelir eşitsizliklerine yol açan ekonomik politikaları destekleyen birini çağrıştırır.
Bu terim aynı zamanda toplumun asıl ihtiyaçlarına, paylaşımcı zihniyete karşı gelen ve arz talep ilişkisinden ötesini göremeyen, insanlığın merkezinde yer alan şeyin piyasa ekonomisi olduğunu düşünen insanlar için kullanılır. Eleştirmenlere göre; bir liberal, tüm her şeyi piyasa bazlı dolar ve sentle yargılayan, insan ırkının içindeki “insancıl” yanı görmezden gelen kişidir.
Neoliberalizm karşıtları bu görüşün destekçilerinin kendilerinden geçmiş, devlet düzenlemeleri tarafından denetlenmeyen bir piyasa ekonomisini ya da başa buyruk olarak çıkarılan mali yasaları destekleyen, bırakınız yapsınlar felsefenin “radikal” avukatları olduklarını iddia ederler. Neoliberalizm, sosyalizm öncesi “eski kötü günlerin” en kötü yanlarının ve ölçü nedir bilmeyen, “toplum karşıtı” kapitalist bir politikayla kontrolü elinde tutan müdehaleci-refah devletinin geri gelmesini ister.
Neoliberalizmin Doğuşu: Walter Lippmann ve Bir Paris Konferansı
O, bizi düzenleyici ve müdahaleci yasalarla beraber gelen “ürkütücü kolektivizm” tehlikesine karşı uyarmıştı.
Tarihsel gerçeklere bakarsak, bu tanımların neoliberalizmin kökleriyle ya da onu kurgulayanların asıl amacıyla ve ya politik ajandasıyla olan ilgisinin az olduğunu ya da hiç olmadığını görürüz. Her şey seksen yıl kadar öncesine, Amerikan bir gazeteci ve yazar olan Walter Lippman‘ın (1889-1974), 1937 yılında An Inquiry into the Principles of the Good Society adlı kitabını çıkarmasına ve 1938 yılının Ağustos ayında, Fransız bir klasik liberal ekonomist ve filozof olan, görüşlerinin merkezinde Lippmann’ın kitabında bahsettiklerine yer veren Louis Rogier’in Paris’te düzenlediği uluslararası bir konferansa dayanır. Bu konferansın transkripti daha sonra 1938 yılında (Fransızca olarak), Colloque Walter Lippmann adı altında basılmıştır.
Walter Lippmann, yaşadığı süre boyunca toplumun işleyişi, demokrasi, özgür toplum, devletin iç ve dış ilişkilerdeki rolü üzerine yazan en popüler yazarlardan ve köşe yazarlarından biri oldu. Devlet ve toplum politikaları hakkındaki görüşleri her zaman politik bir harita üzerindeydi, ileri toplumculuktan Franklin Roosevelt‘in Yeni Düzen‘i üzerine olan ”bireyci” eleştirisine, daha sonra tekrardan II. Dünya Savaşı sırasında hem içeride hem de dışarıda ”aktivist” devlet yapısına verdiği büyük desteğe kadar.
Ancak 1937’de, İyi Toplum [Good Society] hakkında yazdığı bir kitap büyük ses getirdi, kitap 1930’lu yıllarda Avrupa’da baş gösteren totaliter kolektivist sistemlerin —Sovyet komünizmi, İtalyan faşizmi ve Alman faşizmi gibi— özgür topluma karşı oluşturduğu tehlikeleri konu alan açık ve etkileyici bir deklarasyon olarak görülüyordu. Buna ek olarak, Batı medeniyetlerinde düzenleyici ve müdahaleci yasaların ortaya çıkarttığı “ürkütücü kolektivizmin” beraberinde getirdiği tehlikelerden bahsediyordu, bu medeniyetlerin arasında Yeni Düzen altında var olan Amerika Birleşik Devletleri de vardı.
Walter Lippmann’ın Şiddetle Eleştirdiği Kolektivist Devlet
Devlet müdahalesi özgür toplumun piyasa mekaniğinin gelişmesini engelliyor ve onu yozlaştırıyor.
Lippmann’ın politik ve ekonomik kolektivizm üzerine olan eleştirisi, ki bu eleştiri 400 sayfalık kitabının neredeyse yarısını oluşturur, özgürlük yandaşı biri tarafından hala okunmaya değer. Eleştirisinde, totaliter kolektivizmin neden insanoğlunun tiranlığı ve fakirliği yıkmak için asırlardır sürdürdüğü mücadeleyi ve azınlıklar tarafından rasyonalleştirilien ideolojik batıl inançlara karşı olan direncini kırmaya yönelik bir ayaklanma olduğunu yalın bir dille açıklar. Kolektivizm hem faşist örneğinde, hem de komünist olanında bireyin eşsizliğini, itibarını ve özgürlüğünü sağlayacak gerekçelere olan inkâra bir geri dönüş olarak yer almış, aynı zamanda varlığını sıradan bir insanı baskıcı ve kontrolcü bir devlet yönetiminden korumak üzerine sürdüren özgür toplumun kurumlarını ortadan kaldırmıştır.
Lippmann koşulsuz bir şekilde totaliter devlete bağlı olacak şekilde tasarlanan ve merkezi olarak planlanan topluma getirdiği eleştirisinin bir kısmında Avusturyalı ekonomistler Ludwig von Mises ve Friedrich A. Hayek‘in tamamıyla planlı bir ekonominin neden yürümeyeceği üzerine yazdıklarından yararlanmıştır. Bunun yanı sıra, daha sonraları Hayek’in rekabetçi piyasa ekonomisinde bilginin bir merkezi olmadan kullanılışına dair yazdıklarında görebileceklerimize benzer bir şekilde, Walter Lippmann dağınık bilginin dünyadaki insanlar tarafından nasıl iletildiğini ve kullanıldığını açıklamıştır. Buna göre biz tüketicilerin istekleri artık daha da tatmin edilebilecektir ve bu piyasadaki fiyatlandırma sistemleri tarafından mümkün kılınmıştır.
Lippmann, yasal kısıtlamalar aracılığıyla demokratik modern toplumlarda yayılan düzensiz planlanmaya da oldukça karşıydı, ticari çıkarlar nedeniyle kollanmayı, tekelleşmeye yol açan devlet destekli ürün yardımlarını ve kayrılan şahsiyetleri sivri bir dille eleştiriyordu. Devlet müdahalesi özgür toplumun piyasa mekaniğinin gelişmesini engelliyor ve onu yozlaştırıyordu. Güç ve karar verme yetisi müşterilerden ve toplumun ihtiyaçlarına göre hareket eden piyasa içindeki girişimcilerden alınıp, politikacıların, bürokratların ve özgür, refah sahibi bireylerin tarafından oluşan, “iyi toplum”un aleyhinde çalışan bir grup seçilmiş insanın eline veriliyordu.
Walter Lipmann’ın Bırakınız Yapsınlar Görüşünü Reddi
Kitabının ikinci bölümü olan “Liberalizmin Yeniden Yapılandırması“na geçtiğinde; Lippmann, açık bir şekilde bırakınız yapsınlar ekonomisine ya da devletin topluma belirli sınırlarla dahil olduğu bir düzene olabilecek herhangi bir geri dönüşün ne mümkün olduğunu ne de arzulandığını ifade etmektedir. Gerçekleştirmeye çalıştığı reformların özgür toplumun hüküm sahibi politik kişiler tarafından oluşabilecek bir suiistimaline ya da devlet kanallarını kendi çıkarları uğruna kullanmak isteyecek kişilere karşı birer güvence olduğunu söylemektedir. Yasaklar, şeffaflık ve demokratik toplumlarda yasaların işleyişini koruma adına söylediği şeylerin çoğu insani toplumlardaki devletin rolünü ve doğaya üstün gelme çabasını göz önüne aldığımızda genellikle mantıklıdır.
Lippmann’ın totaliter kolektivizme alternatif olarak sunduğu bu “yeni” liberalizm müdahaleci-refah devletinden başka bir şey değildir.
Lippmann, on dokuzuncu yüzyılın ve yirminci yüzyılın ilk dönem klasik ekonomistlerinden ve liberallerinden bahsederken, onların “kusursuz” bir rekabetçi piyasa içerisinde zamanın gerçeklerine göre hareket etmeyen, yanlış yönetim biçimlerini destekleyen ve mekanikleşmiş “ekonomi adamı” konseptine hapsolmuş kişiler olduğunu iddia eder. Eğer “liberalizm” yenilenecek ve toplumun çoğu tarafından kabul edilebilir bir hale getirilecekse, bu devlet kontrolünü arttırmakla ve onun hem şirketler hem de onların çalışmaları üzerinde daha fazla denetim hakkına sahip oluşuyla mümkün olacaktır, çünkü “büyük ticari kuruluşlar” şeklindeki bu oluşumlar özgürlüğe karşı birer tehlikedir. Bir başka deyişle, Lippmann, yükümlü şirketlerin gördüğü kabullenmeyi sorgular ve tekelleşmeye karşı daha fazla yasanın çıkarılması gerektiğini savunur.
“Güç”, kontrolü sağlanmayan bir piyasada haksız ve adaletsiz bir şekilde dağılır, bu da tüketicilerin ve işçilerin doymak bilmeyen özel girişimler tarafından suistimaline yol açar. Devlet, yapılacak olan işin büyüklüğünü yasalarla kontrol altına almalı ve şirketlerin karar verici güçlerini nasıl kullandıklarını devletin oluşturduğu kuruluşlarla denetim altında tutmalıdır. Gelir dengesinin korunması ve gelirin toplum bireyleri arasında eşit dağıtılması için vergi yasaları çıkartılmalıdır. Çoğunluğu “zenginlerden” toplanacak olan bu vergiler çoğunlukla “sosyal sağlık kurumları, eğitim, koruma kuruluşları, sosyal kuruluşlar ve sosyal sigortalar” gibi ve buna benzer refah sağlayıcı projeler ve programlar için kullanılmalıdır.
Bir başka deyişle, Walter Lipmann’ın dünyanın çeşitli yerlerinde demokrasi ve özgürlüğü tehdit eden totaliter kolektivizm örneklerine karşı alternatif olarak sunduğu bu “yeni” liberalizm; piyasadaki rekabetin büyümesiyle beraber “üretimi arttırma” gayesine çok daha fazla önem veren ve bunu isteyen, bireye kapitalizmin kolektivist karşıtlarından daha fazla seçim şansı ve önemli kişisel haklar veren bir müdahaleci-refah devlet biçimdir.
Walter Lippmann’ın başlangıçtaki görüşlerini oluşturan bu tartışma konusu daha sonrasında totaliter kolektivizme alternatif olması gereken şey adını aldı.
Daha önce de dediğim gibi, bu ajanda Walter Lippmann’ın kitabına bağlı olarak yapılan 1938’teki Paris Konferansı’nın temelini oluşturdu. Konferansa katılanlar arasında Raymond Aron, Louis Baudin, F.A. Hayek, Michael Heilperin, Ettiene Mantoux, Ludwig von Mises, Michael Polanyi, Wilhelm Röpke, Jacque Rueff, Alexander Rüstow ve Alfred Schutz da vardı. Toplamda yirmi beş kişiden fazla katılımcı konferansta yer almıştır.
Louis Rougier, konferanstaki giriş konuşmasını yaparken, görüşlerinden anlaşılacağı üzere Lippmann’ın yenilenmiş bir liberalizm hakkında söylediklerinden bir hayli etkilenmişti. “Liberaller”in şu an çözmeye çalıştığı meselenin devletin piyasa ekonomisine müdahale edip etmemesi olmadığını, bundan ziyade bu müdahalenin nasıl bir biçimde yapılması gerektiği üzerine olduğunu belirtiyordu.
Hangi müdahale biçimlerinin piyasa ekonomisi içerisinde mutabık kılındığını, hangilerinde anlaşmazlıklar olduğuna değindi. Bırakınız yapsınlar görüşü çoktan tarih olmuştu. “Dünyayı olduğu gibi”, kabul etmek lazımdı, özellikle de ekonomik politikaların “kitlelerin isteklerine göre” tutarlı bir şekilde gerçekleşmek zorunda olduğu bu dönemde. Bu yüzden, “yeni” liberalizm “mülkiyet, sözleşme, patent ve aile düzenlemelerine ek olarak profesyonel organizasyonlar, ticari şirketler gibi kuruluşlara” ve piyasa işleyişinde aktif olarak yer sahibi olan çeşitli ihlallere yapılacak devlet müdahalesini tanımak zorundaydı.
Walter Lipmann’ın kitabının asıl amacını vurguladığı ilk düşüncelerini takip edercesine, konferansın tartışma konusu totaliter kolektivizme alternatif olacak şeyin ismini belirleme oldu. Birkaç katılımcı konuşulanların “eski liberalizmin” bir devamı mı ya da bambaşka bir şey mi olup olmadığını sorguladı. “Liberalizm” her zaman bireyin koşulsuz özgürlüğünü ve bu özgürlüğü koruyacak sınırlı bir devleti savunmamış mıydı? Lippmann’ın kitabında önerdikleri ve konferansın konusu olan “yeni” liberalizm tam olarak nasıl olarak anılmalıydı?
Daha sonra, konferansın sonlarına doğru, Fransız ekonomist Jacque Rueff ortaya “Sol Liberalizm” kavramını attı. Bu isim çoğu konferans katılımcısı tarafından kabul görmedi. O yüzden bunun yerine diğer öneriler alındı: “pozitif liberalizm”, “sosyal liberalizm” ve “neoliberalizm”.
Tekelleşme ve Ticari Birlikler Hakkında Ludwig von Mises’in Görüşleri
Geleneksel bırakınız yapsınlar görüşünün destekçileri ya da bir başka deyişle “klasik” liberalizmi benimseyenler ve yeni ortaya çıkan neoliberalizm savunucuları arasındaki mücadele çok geçmeden konferansın ilerleyen bölümlerinde kendini göstermeye başladı. Avusturyalı ekonomist Ludwing von Mises, haddinden fazla büyümeyi sınırlandırıcı ticari yasaların gereksiz olduğu kadar istenmediğini de dile getirdi. Hali hazırda var olan tekelleşmenin ve ticari birliklerin, hükümetin kayırdığı şirketleri rekabetçi piyasanın zorluklarından korumak adına bulunduğu müdahalelerin sonucu olduğunu diğer katılımcılara hatırlattı. Söylediklerindeki haklılık payı su götürmezdi, süregelen devlet yönetimleri özel şirketleri kendi politikalarıyla kurulmuş olan, piyasada rekabet eden kuruluşlar tarafından ne istenen ne de arzulanan bu ticari birliklerin içlerine çekmek için sıklıkla zorlayıcı güçlerini kullanmışlardı.
Mises şöyle söyledi:
Devlet güçlerinin müdahalesinin birçok kez ticari birliklerin yaratılmasında etkin olmasının yanı sıra bununla yetinmeyen devlet, çıkardığı özel yasalarla şirketleri bu birliklerin bir parçası olmaya zorlamıştır… O yüzden bu birliklerin oluşumunu ekonomik güçlerin eylemlerinden doğan doğal bir sonuç olarak gören teze katılmak mümkün değildir. Bu ekonomik güçler ticari birliklerin yaygınlaşmasında kendi başına buyruk hareket etmedikleri gibi, yaygınlaşmanın sağlanması amacıyla edilen çeşitli devlet müdahaleleriyle bu oluşumların içine çekilmiştir. Bu yüzdendir ki piyasaya uygulanacak olan devlet müdahalesini tekelleşmeyi önlemek adına bir gereklilik olarak sunan meşrulaştırma çabası mantıksal bir hatadır, çünkü açıkça görülmüştür ki bu müdahaleler ticari birliklerin oluşumundaki ana faktördür.
Mises, söylediklerine benzer bir şekilde, piyasadaki rekabet karşıtı tekelleşmenin doğurduğu sorunlarında piyasa güçlerinin değil, aynı şekilde devlet müdahalelerin birer sonucu olduğu konusunda ısrarcıdır. “Bunlar ekonomik güçler tarafından özgürce yapılan şeyler değil, devletlerin izlediği anti-liberal politikaların tekelleşmenin önünü açmasıyla gerçekleşen durumlardır,” der Mises. “Tekelleşmeye yönelten şeyler buna yönelik olan kanunlaştırmalar ve politikalardır.”
Bu söylediklerinin yanı sıra, Mises ayrıca devletin, limited şirketlerin yapılarına getireceği sınırlamanın ekonomiye zarar vereceğini savunmuştur. Bu şirketlerin piyasanın istekleri doğrultusunda oluşan projeleri gerçekleştirme adına aracılık eden büyük yatırım araçları olduğunun altını çizmiş, getirilecek sınırlamalarla birlikte şirketlerin bu rolü üstenmelerinin imkânsız kılındığından bahsetmiştir.
Mises’in dediklerine karşı çıkan diğer katılımcılar, piyasanın sağlıksız ve arzulanmayan bir şekilde ilerleyen endüstriyel, ekonomik güç ve etki birleşenlerine mahkûm olarak hareket ettiğini, böyle bir gücün sadece devlet tarafından muhafaza edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ticaretin düzenlenmesi neoliberalizm ajandasının yapmak zorunda olduğu gerekliliklerindendi. Ünlü alman ekonomist ve sosyolog Alexander Rüstow, ki kendisi II. Dünya Savaşı sonrası Alman ekonomisinde etki sahibi olan bir entelektüeldir, daha da ileri giderek asıl problemin devletin, ticari kuruluşların endüstriyel amaçları doğrultusunda hareket etmesini önleme hususunda çok “zayıf” kalması olduğunu söylemiştir.
Sosyal Güvenlik Ağları ve Devletin Rolü
Bu durumun gönüllü sivil toplum kuruluşlarının bir görevi olduğu hususuna hiç değinilmedi.
Bir başka oturumda, sosyal refah ve müdahaleci devlet konuşuldu. Burada, tekrardan, özgür bir piyasa ekonomisinin “kitlelerin” kaygısını güttüğü “sosyal güvenlik” kavramını sağlamak için arzuladıklarını “tatmin edip, edemeyeceği” tartışıldı. Konferansın bu bölümünde, bu konuyu gündeme getiren katılımcılar genel olarak minimal düzeyde tutulan belli “sosyal ağlara” karşı ilkeli bir direniş içinde değildi. Bunun yerine, konuşulan şey refah devletinin “sınırlarının” neler olacağıydı. Bu devlet nasıl finanse edilecekti? Yapılacak olan mali harcamaları devletin eşit dağıtması gereken harcamaları kullanarak örtbas etme olanağından doğabilecek sorunlar neydi? Kalıcı olarak devlet himayesi altına girmeyi çekici bulanlar için hangi tedbirler alınmalıydı?
Örnek verecek olursak, Avusturyalı ekonomist Friedrich A. Hayek sosyal sigortanın getirdiği yararların eşit olmaması gerektiğini ya da çalışmayan ve ya işten çıkarılmış birinin alacağı yardımın çalışan bir kişinin alacağından daha fazla olmaması gerektiğini söylüyordu. Aksi takdirde işsiz olan bu kişi tekrardan iş sahibi olmakta ve piyasada getirisi iyi bir iş bulmakta zorlanacaktı. Jacque Rueff ise 1920’lerde üzerinde durduğu bir temayı tekrardan gün ışığına çıkarmıştı, bu tema işsizlik ödeneklerinin cömertliği ile 1920’lerde ve Büyük Buhran zamanında birçok ülkede görünen işsizliğin arasındaki açık ilişkiyi konu alıyordu.
Fakat eski klasik liberal politikanın öne sürdüğü geçici işsizlik içinde olanlara finansal devlet yardımının aslında devletin görevi olmadığına dair olan görüş hakkındaysa kimse konuşmadı. Bu durumun gönüllü sivil toplum kuruluşlarının bir görevi olduğu hususuna hiç değinilmedi.
Ancak, Mises diğer katılımcılara tekrardan hatırlatıyordu, “Uzun süren bir fenomen haline gelen ve kitleleri bulan işsizlik; maaş ücretlerini (bağımsız) piyasa koşullarının üstünde tutma politikasının (devlet ve sendikalar tarafından uygulanan) bir ürünüdür.” Mises, bu söyleminin ardından diğer birkaç katılımcı tarafından da destek gördü.
Spontane Sosyal Düzen Toplumun Devlete Yönelimine Karşı
Klasik liberalleri ve neoliberalleri birbirinden ayıran açık bir farklılık toplumun sosyal ve ekonomik katılımcılarının, yani kendi kendisinin spontane etkileşimlerinden doğacak bir ürün mü yoksa devlet müdahalesi ve “düzenlemesi” ile sağlanacak biçimsiz bir sosyal evrimin ürünü mü olması gerektiği sorusudur.
“Liberalizmin Çöküşünü Hazırlayan İdeolojik, Politik, Psikolojik ve Sosyolojik Nedenler” üzerine konuşulan bir oturumda, Alexander Rüstow, evrimleşen piyasanın devlet düzenlemesi ve rehberliğine ihtiyaç duyacak sonuçlar ortaya çıkardığı konusunda oldukça ısrarcı bir tonda konuşuyordu. Devlet politikalarının görevinin devasa materyal gelirler sağlamak olmadığını, asıl amacının “mümkün olduğu kadar tatmin edici bir yaşam biçimi.” sunmak olduğunu öne sürüyordu.
Kolektivist rejimlerin hepsi kalkınmanın ve ekonomik fırsatların planlama ve kontrolle geleceğini vadetti.
İnsanlar en çok özgürlüğe ihtiyaç duyar, diye vurguladı Rüstow —fakat aynı zamanda “birlik olma”, aile kavramına benzer olan toplumsal “aidiyet” hissi de gereklidir. Toplumun bir şekilde bunu sağlaması gereklidir ve toplumun bunu önemsemesi takdirinde, bu sadece bağımsız kuruluşlar ve piyasa organlarının görevi olmaktan çıkar. Devlet, kolektif aidiyet hissi taşıyan insanlara bunu sağlama ve veriş şekillerini birbirinden ayırmalı aynı zamanda insanların açık bir şekilde istediği özgürlüğü onlara vermeye devam etmelidir. Bu piyasa ekonomisi düzenlemesinin yanında planlanması gereken, şehir ve kırsal alan planlaması, daha dengeli ve düzen içinde bir hayat planlaması gibi çeşitli toplumsal planlamalarla mümkündür. İnsanların içindeki aidiyet eksikliğini ya bu öne sürülen yeni, reforma uğramış ve müdahaleci liberalizm giderecektir, diye iddiasını sürdürür Rüstow ya da insanların psikolojisinde oluşan bu boşluğu faşizm ve Nazizm dolduracaktır.
Ludwig von Mises, Rüstow’un öne sürdüğü bu görüşlere karşı çıkıyordu. Rüstow’un kapitalizmin doğuşundan önceki süreçte yaşamlarını sürdüren köylülerin, şu an kültürel ve materyal olanaklarla çevrili olan modern endüstriyel çalışanlardan daha mutlu olduğu üzerine olan varsayımıysa oldukça şüpheliydi. Misses, Rüstow’un kendini kırsal bölgelerde yaşayanları asil, ayrıcalıklı ve “halkın asıl ferdi” olarak gören, ticari anlayışın insanın içindeki saadeti ortadan kaldırdığını savunan piyasa karşıtı muhafazakârların boş fantezilerine kaptırdığını söylemiştir: “İnkâr edilemez bir gerçektir ki, insanlık tarihindeki milyonlarca yılın son yüz yıllık diliminde insanlar endüstriyel çalışmalar için tarımsal faaliyetlerini terk etmiştir, bu sonuçtan çıkarabileceğimiz üzere insanlar tarımsal aktivitelerin kendilerine verdiklerinden yeterince tatmin olmamışlardır.”
Toplulukların kimliği ve birliği üzerine konuşanlar içinse, diye devam etti Mises, faşist İtalya ve Nazi Almanya’sındaki, Sovyetler Birliği’ndeki kolektivist rejimlerin hepsi kalkınmanın ve ekonomik fırsatların hükmettikleri kişiler üzerinde yapacakları planlamalarla ve kontrolle geleceğini vadetti. Liberal toplumdaki bireyler sıklıkla psikolojik tatminsizliklerden dert yanar, fakat özgürlük ve piyasa bazlı zenginliğin insanlara asıl sunduğu şey kendi ilgi alanlarındaki büyük ihtiyaçlarına ve insanlığın arzuladıklarına yönelik en iyi cevabı bulmalarını sağlamaktır.
Neoliberalizm Zamanın Kolektivist Ruhuna Karşı İmtiyazlar Vermiştir
O zaman konferansta varılan nihai sonuç neydi? Ve bize neoliberalizmin anlamı hakkında ne söylüyordu? İki dünya savaşı arasında yaşamış çoğu klasik liberal özgür toplumun içinde bulunduğu alacakaranlık yüzünden moral bozukluğuna kapılmış ve ümidini yitirmişti. Kolektivist bir temayla var olan totaliter yönetim biçimleri Avrupa’nın her bir yanında yükselişteydi.
Politik ve ekonomik liberalizmi kurtarmak için bir “neoliberalizm”in formüle edilmesi gerekti.
1938 yılının Ağustos ayında Walter Lippmann konferası gerçekleştiğinde, Hitler çoktan Avusturya’yı topraklarına katmış ve Eylül’de Münih konferansına sebep olacak, Çekoslavakya’nın Hitler işgali tehdidi altında bölünmesine neden olacak kriz başlamıştı. Savaşın her yerde olmasına dair olan korku; bu hissiyat savaşla beraber liberalizmin I. Dünya Savaşı’nın öncesine kadar dayanan geçmişinin artık sona ereceği, son kalıntılarının da yok olacağı endişesine eşlik ediyordu.
Neredeyse tüm konferans katılımcıları kapitalizmin özgürlük ve refah için vazgeçilmez olduğunu düşünen, sosyalist planlamanın her şeklini ekonomik olarak işe yaramaz olan adlandıran, bu planları kişisel ve sivil özgürlüğe birer tehdit olarak gören klasik liberallerdi.
Ludwig von Mises gibi birkaç katılımcının dışındaki tüm katılımcılar politik ve ekonomik liberalizmi tümüyle yok oluştan kurtarmak için bir “neoliberalizmin” yeniden formüle edilmesinin, geliştirilmesinin yanı sıra Sovyet komünizminin, İtalyan ve Alman faşizminin sözleriyle büyülenmiş dünyaya takdim edilmesinin gerekliliğinde hemfikirdi.
Ya piyasa doğasının asıl doğasına olan inançtan ya da Batı medeniyetindeki bırakınız yapsınlar görüşüne karşı olan genel reddin getirdiği politik menfaatlerden olacak ki, üç gündür konferansta birbiriyle çekişenler, kolektivist trendlere karşı bir atakta bulunma, esas kabul edilen kuruluşları muhafaza etmede ve nispeten özgür bir piyasa üzerinde çalışmada mutabık oldular, bunlar “kitlelerin” hoşuna gitmesi için müdahaleci-refah devletinin yöntemleriyle birleştirilmesi gereken şeylerdi.
Neoliberalizm bırakınız yapsınlar zihniyetiyle dizginsiz bir şekilde yoluna devam eden kapitalizmi iyileştirmek ve ya onu rasyonalize etme amacıyla doğmadı, onun doğuşunun ardında düzenleyici yapıya sahip, piyasa düzeninin bazı esas elementlerini kurtarıcı görevde olan, yeniden kazanç sağlayan bazı programları tanıtma fikri vardı. Alengirli kısmıysa, tüm katılımcıların gözü önünde, bunu müdahaleci sistemin kontrolden çıkma ve yozlaşarak kolektivist imtiyaza benzeyen bir tür parçalanmış sisteme doğru yozlaşması tehdidini göstermeden yapmaktı, Walter Lippmann’ın da bizzat söylediği gibi, yağmacılık ve yozlaşma, kolaylıkla, planlanan toplumu bekleyen tehlike olabilirdi.
Neoliberalizm ve Müdaheleci-Refah Devletinin Yükselişi
Geçmişe bakıldığında, Colloque Walter Lippmann‘dan doğan neoliberal ajanda, çemberi daraltmak üzerine bir atılımdı; bireysel özgürlükle özgür piyasanın rekabetçi kuruluşlarını politik bir düzlemde buluşturan, devlet buyruğu ve kontrolü altında olanların verdiği reaksiyonların ve bu reaksiyonların izin verilen sonuçlarının oluşturduğu bir çember.
Bunları yaparken, özgürlüğün ve piyasa düzeninin samimi dostları, kolektivist karşıtlarının sunduğu tüm önceliklere yenik düştü; piyasa kendi halinde bırakıldığında sağlıksız ticari amaçlarla hareket eden, çalışanını sömüren bir yapıya dönüştü. Bu yüzden yapılacak olan işin büyüklüğünü ve işleyişini denetlemek gerekti; piyasa artık istikrar güvencesi, güvenlik ya da refah bakımından güvenilir değildi ve bu “aktivist” devletin, bir umutla, mali kısıtlamalar getirmesini gerektirdi; bağımsız piyasa artık kişiler ve insanlığın içinde bulunduğu durum için yeterli değildi. Bu yüzden devlet denetlemek, rehberlik etmek, “birlik” duygusunu tekrardan sağlamak ve arz talep ilişkisinin ötesine geçmek için toplumsal yapılanmayı tekrardan yapılandırmak zorundaydı.
Modern zaman “ilericileri” bu yüzden kendilerinin bir başka çeşidini reddediyor ve lanetliyor.
Neoliberalizm insanlık dışı bir toplum düzenini ya da dizginsiz bir kapitalizmi onarmak ve rasyonalize etme amacıyla ortaya çıkan bir “radikal” atılım olarak var olmadı. Bırakınız yapsınlar zihniyetinde olan, belirsizliğin ve gündelik problemlerin etkilerini azaltmak için sivil toplum kuruluşlarına bel bağlayan liberalizm düzenini reddederek daha adil ve insancıl bir düzen tasarlama amacıyla ortaya çıktı. Genel olarak benimsenecek ve “kitleler” tarafından kabul görecek bir yönetim biçimi olarak tasarlanmıştı.
Neoliberal ajandanın genel olarak II. Dünya Savaşı sonrası dünya devletlerinde, tıpkı Batı Almanya gibi, başarıyla sonuçlandığını, piyasa güçlerini ve girişimci ruhu tekrardan dirilterek beraberinde bir “ekonomik mucize” getirdiğini söylemek kesinlikle doğrudur.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde başlayan ve halen devam eden, müdahaleci-refah devletinin zaferi, zamanında “sol görüşten” olan karşıtlarının uyguladığı birçok politikanın özgürlük dostu neoliberal yandaşları tarafından meşrulaştırılmasıyla ve uygulanmasıyla var olmuştur. Onlar sadece bu politikaları “yönetilebilir sınırlarda” tutmayı umdular ki dalgalı piyasa ekonomisi verimliliğini sürdürebilsin.
Modern zaman “ilericileri”, bu yüzden rekabetçi piyasaya daha fazla bağlılık, daha az denetim ve arzuladıklarından da daha fazla yeniden dağıtım istemiş olan kendilerinin bir başka çeşidini reddediyor ve lanetliyor; ve o “ilericiler” bunu yaparken de bu denli benzerlikler taşıdıkları neoliberallerle arasındaki bağı reddetmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Neoliberalizmin köklerinden, ajandasından ve sonuçlarından şu sonucu çıkarıyoruz ki özgürlük için yeni bir ajandaya ihtiyaç duyuyoruz; gönüllü sivil toplumun ve bırakınız yapsınlar zihniyetinin gerçek, orijinal liberalizminin ülküsünü ve ardındaki fikri yeniden şekillendiren, tanıyan bir ajanda.
This article was originally published at Foundation for Economic Education [FEE].
Çeviri: Berk İlter
Sosyal Bilimler / Çevirmen
berk.ilter@sosyalbilimler.org
Kaynak: Richard M. Ebeling / FEE
Neoliberalism Was Never about Free Markets
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.