Türkiye’ye ilişkin herhangi bir sosyal, iktisadi ya da politik kökenleştirme kaygısı ve amacı, ilgili kişi ya da kişileri doğrudan Tanzimat’a çıkartır. Neredeyse bütün yolların çıktığı bu ilk durak, Türkiye siyasal ve toplumsal hayatının hemen tüm dizgelerinin doğum anı olarak kaydedilir. İlginç olan şudur ki, Tanzimat, döneme ruhunu veren tüm ideolojik ve siyasal parametreleri ile modern Türkiye’de ideolojik yelpazeyi oluşturan hakim kutupların başvurduğu temel referans olagelmiştir. Tanzimat, bu yönüyle, bir taraftan modernleşmeye doğru açılan kapı olması anlamında, Türkiye’nin modernliğe doğru serüvenini başlatan kıvılcım olması hasebiyle, erken Cumhuriyetin ideolojisinin arkaik kaynağıdır. Ancak yine aynı sebeple Tanzimat, Cumhuriyet’i dahi etkisi altına alan bir “devletlu” mantığın tezahürü olması hasebiyle, ideolojik bir devamlılığın – ve tabi devletin kadim ve kerim olagelişinin – sarsılmaz imgesidir. Ne var ki benim konum ideolojik referansların gölgesi altında politik bir analize girişmek değil.
Meselem – daha doğrusu sorum – basitçe şu: Tanzimat, sadece ideolojik kutupların kendilerine köken aldıkları doğum evresi değil, bütün kültürel alanın ve bu alanı oluşturan unsurların da kendilerine referans olarak seçtiği bir “çocukluk” evresi olabilir mi? Bunu şu nedenle söylüyorum: Jale Parla’nın son derece yerinde tespit ettiği gibi, Tanzimat, edebiyat alanında döneme ruhunu veren mitik bir arayışın sembolik yansıtıcısıdır. Tanzimat, Türkiye’nin Avrupa karşısındaki geride bırakılmışlığı karşısında, bu geride bırakılmaya son verecek bir Baba arayışına odaklanmıştır. Toplumun yetim bırakılmışlığı, toplumu kucaklayacak ve ona arzu ettiği konumu – hiç olmazsa – sembolik düzeyde bahşedecek bir Baba’yı üreten temel itkidir. Tanzimat romancıları – ki kendilerine çocukluk evresine tanıklık etmelerinden ötürü “ilk romancılar” diyebiliriz – bir taraftan Avrupa ile uyumlaşma amacı ve zorunluluğunu içinde taşıyan ancak bu davranışından dolayı geleneğine ihanette bulunmuş olmaktan dolayı ıstırap çeken yersiz yurtsuz bir cemaatin sesi olmuştur. Bu ses, içindeki uyumsuzluğu kendi başına atlatamayan bir travmatik karakterin kolektif vücudunu da gösterir. Toplum, bir taraftan Batı’dan teknoloji almanın, ancak bunu yaparken ahlaki kodları muhafaza etmenin gerekliliğinin baskınlığı ile iki tarafa da hem uyan hem de uymayan, sözün kısası nevrotik bir duygu durumu ile yaşamaya bırakılmıştır. Batı’ya ulaşırken onun gibi olmama, bu nedenle kendini ve kendine özgü olan yerel ve milli-manevi değerleri daima koruma arzusu, Batı’ya yaklaşırken ona benzememe kaygısını beraberinde getirmiştir.
Peki arzu ile kaygının bu eklemlenişi neden kendini bir Baba imgesi arayışında göstermiştir? Belki Ödipal analizin şu yorumu işimize yarayabilir: Ödipal kurgu der ki; anneye olan arzu – ki bu arzu kendi başına kalmış olmanın, yani bir başınalığın gerçekliğini kendinden yüce bir figüre dayanarak aşma arzusudur – gerçekleşmeyecek bir arzu olduğundan, kaybın nedeni arzunun kendinden değil, arzuyu yasaklayan bir Baba imgesi ile türetilir. Yani arzu, doğal akışına bırakılsa gerçekleşecektir, ancak araya Baba, yani Yasa girmiştir. Baba’nın fonksiyonu yasaklayıcı, buyurucu olması hasebiyle otorite olmasındadır; Baba, öznenin arzusunu gerçekleştirmesindeki engeldir.
Ancak ilginç olan şudur, yasaklayıcı olanın yasaklama gücü ve kudreti, kendinden gelmez. Arzusuna ulaşamayacak olan, bu arzunun neden gerçekleşmediğine dönük cevabı kendine bakarak vermek istemeyeceği için, yasak aslında özneye referansla ve bizatihi özne tarafından üretilir. Öznenin Yasa’ya duyduğu ihtiyaç – ya da bu ihtiyacın ikili vasfı – burada belirginleşir: özne, bir taraftan arzusunun peşinden gitmek ister, lakin arzu hiç gerçekleşemeyecek bir arzu olarak belirir. O zaman özne, arzunun elinden kaçıp gitmesi yerine, söz konusu arzuyu kendi yakınında tutacak, fakat ulaşılamaz oluşu kendince anlaşılır bir mantığa oturtacak olan bir ilişki kurgular. Baba, burada belirginleşir: gerçekleşmesi mümkün olmayan travmatik arzuyu hem sürekli tutacak fakat hem de onun ulaşılamaz oluşunu özneden muaflaştırarak özneyi “rahatlatacak” – zira özne tüm sorumluluğu kendinden atmıştır artık – dışsal figürdür. Baba’nın buyurganlığının fonksiyonunun nedeni bellidir: Baba olmadan özne, arzusuyla, yani gerçekleşmesi imkansız olan ve bu yüzden özneyi nevrotikliğe meyledecek olan belirsizlik ile karşı karşıya kalacaktır.
Baba arayışının neden Tanzimat döneminde belirgin kılındığını bu Ödipal kurgu vasıtasıyla çıkarsayabiliriz. Öncelikle şunu söylemek lazım: Tanzimat dönemi, bir taraftan Batı’lı roman tekniğinin kullanılageldiği fakat diğer taraftan bu teknik vasıtasıyla öze ulaşılmaya çalışıldığı aporetik bir evredir. Tanzimat edebiyatı, bir taraftan Batılı gibidir: onun gibi yazar, düşünür, kurgular, biçimlendirir, hayal eder, vb. Fakat diğer taraftan bu tekniğin içerisinde imgeleştirdiği şeylerde (kahramanlar, olay örgüleri, vb.) kendini görmek ister. Kendini yazmaksızın kendilik arayışında olan bir kimlik krizidir bu: yansıtıcı evrede kendini görmedikçe var olduğunu anlayamayan bir bebek (infant) gibi aynaların peşinde koşar gider. Tanzimat kurgularının öze, milli olana dönmesinin sebebi biraz da budur: konuşup yazarken, kısaca dil yoluyla kendini anlayıp anlatırken kendini unutma ya da kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu yüzden anlatılar, milli rollerin merkezde olduğu geleneksel ilişki kalıplarının ön plana çıkarılması maksadıyla biçimlendirilir. Buyurucu bir dil ve muhafaza etmeye dönük çağrı, aslında anlatıda kendini bulmak isteyen bir kimliğin arayışıdır. Baba, bu anlatıdaki gizli öznedir: tüm eylemlerin referansı ve nedeni olan ama kendisi ortada görünmeyen bu meçhul figür, anlatıdaki üslup, kurgu ve biçim vasıtasıyla imgelerde üretilir.
Baba’nın bu anlatısal işlevi nedir peki? Baba, Parla’nın deyişiyle, erken çocukluk aşamasından itibaren güç ve iktidardan yetim bırakılan, bu nedenle ergenlik aşamasını bu çocukluk açığını kapatmak için otoriter olmaya bürünen bir grubun vasisidir. Vesayet, o dönemden dile ve düşünceye kazınan bilinçaltısal bir gösterendir belki de. Bir taraftan kendinde taşımak zorunda kaldığı güç boşluğunu kapatmak isteyen, fakat diğer taraftan bunun koşullarından da mahrum bırakılmış özne, bu travmayı atlatmak adına Baba imgesine başvurur. Baba, hem öze çağıran bir ses’tir; hem de öze ulaşma yoluyla öznenin kendisini öteki’nin karşısında yeniden konumlandırmasına yardımcı olan sembolik adın kendisidir. Baba, bir taraftan öykünülen fakat diğer taraftan ulaşılamaz olan öteki’nin özne’nin zihninde travmaya neden olan pozisyonunu akamete uğratacak olandır. Baba, özne ile öteki arasında travmatik ilişkiyi sembolik olarak adlandıracak, bu yönüyle özneye kendilik bilincini katacak olandır.
Bu bilinç olmaksızın, özne, arzusuyla ilişkisini doğru bir şekilde tahlil edemez. Arzunun ihtiyaçtan farklılaşma nedenini burada kavramalıyız: ihtiyacın nesnesi belli iken, arzunun belirsizdir. Dolayısıyla arzu, öncelikle “ben” diyen ve kendinde “benlik” kavrayışına sahip bir varlığın tezahürüdür. Nevrotik tehlikenin sabit göstergesi, arzunun nesnesiz oluşunun özneyi sonsuz girdapta bırakmasıdır. Özne, “ben” denilen bir varoluşu bilmiyor iken, arzusunu tanıyamaz. Öyle ki, arzunun nevrotiklik girdabına sıkışmış yönü nedeniyle ihtiyaç duyulan şey yasadır. Yasa, bilinmeyen ve bilinmezliği nezdinde varoluşu büsbütün yok olmaya ya da anlamsızlığa doğru sevk edebilecek olan arzuya öngörülebilir kanallar açacak olan buyurucu kipin kendisidir. Yasa yoluyla arzu, ben demeksizin bilinebilir olana dönüştürülecektir.
***
Küçük bir zamansal sıçrama ile Türk sinemasına sinmiş meşhur ifadeyi hatırlayalım: Sezercik, filmlerinde erken yaşta çocukluğunu olgunluğa doğru dönüştürmek zorunda bırakılan yetim olarak, arzusundan da mahrum bırakılan kimliksiz (ben-olmayan-olarak-ben) varoluşu canlandırmaktadır. Karşısına çıkan şefkatli ve onu tüm kötülüklerden koruyacak olan güçlü erkek figüre “size baba diyebilir miyim” sorusunu yöneltmesinin bilinçaltısal nedeni budur. Sezercik, yalnız kalmışlığın ve Baba’dan yoksun bırakılmışlığın bir simgesi olarak kolektif bilinçaltının temsilidir adeta. Ancak Sezercik nezdinde temsil edilen kahraman, toplumun yetişkinlerinedir: çocuk, toplumun erginleşememiş halini yansıtan bir ayna işlevini sergilemektedir ve bu simgelemede karşımıza çıkan şey, olgunlaşmakta olan bir çocuğun hem hayranlık duyulacak şekilde yetişkine dönüşmesi, fakat hem de bu dönüşümün acıklı süreçlerden oluşmasıdır. Olgunlaşmaya, erginleşmeye ve yetkinleşmeye duyulan hayranlığın, takdirin ama hem de bir taraftan acıklı bakma hallerinin yine benzer temalarda izleyiciye aktarıldığını da unutmamak gerek. Emrah’ın anne ve kız kardeşe bakma sorumluluğunu almak zorunda kalan ve bu yüzden çocukluktan bir anda erginliğe geçmek zorunda olan bireyi canlandırdığı filmlerde de benzer imgeler tasvir edilir. Ancak bu filmlerdeki en kritik unsur, erginliğin tek başına yeterli olmayışıdır. Emrah, olgunlaşmasıyla annesi ve kız kardeşine bakacak imkanlara sahip olsa da, onları koruyup gözetecek kadar “güçlü” bir figüre dönüşememektedir. Baba’nın yokluğunda anne ve kız kardeş, eril korumanın gölgesinden yoksun kalmaktadır. Baba’nın eksikliği, erginleşse de giderilemeyecek bir yokluğu oldukça radikal bir yerden üretmektedir.
Sezerciğin Baba arayışında ise farklı bir boyut vardır. Burada elbette burjuva aile yapısı içinde paylaşılan Ödipal konumların alt sınıflardaki temsil düzeylerinde işlenmediğinin altını çizmek gerekir. Sezercik, küçük yaşta olgunlaşmaya geçerken Baba’nın yokluğunu Emrah’ın deneyimlediği şekilde yaşamaz. Emrah için Baba, adeta hayatta kalma meselesidir: ailevi değerleri yaşatabilmek için bu değerlerin koruyuculuğunu üstlenecek güçlü ve otoriter bir figürün varlığına özlem duyma, bu arayışın yansımasıdır. Sezercik ise Baba’yı çok daha farklı bir yerden özler: Baba, Sezercik için aile gibi kolektif değerlerin çok gerisinde kalan “kendilik” meselesi için anahtardır. Sezercik, olgunlaşmakta, daha doğrusu erginleşmektedir (ergenliğe geçiş yapamadan erginliğe adım atmasını da es geçmemek gerek) fakat erginliğe doğru geçerken kendi arzusunu tahlil etmekten uzaktır. Ona arzusunu hatırlatacak, daha doğrusu neyi arzulaması gerektiğini söyleyecek olan figür Baba’dır: Baba, arzuyu sadece yasaklayıcı imge olarak belirmez, arzulanacak şeyi göstermek suretiyle bizatihi özneyi kuran, inşa eden ve adlandıran figürdür.
Baba figürünün bir arayıştan ziyade doğrudan temsil edildiği ve adeta arketip düzeyine yükseltildiği figürler de vardır. Bu minvalde Hulusi Kentmen’in babacan tavrında sembolize edilen Baba figürünü hatırlamak gerekir. O, mahalleliyi şefkatle, fakat yeri geldiğinde buyurucu, otoriter ve hatta korkutucu mimik ve sözleri ile dizgine getirmesini bilen “komiser”dir. Tabi komiser olmasının sembolik ayrıntısı da önemlidir. Komiser, devlet otoritesi ile paternal Baba otoritesini birbiriyle eşleştiren, böylece kamusal alanda devlet otoritesine karşı gelmekle evde babaya karşı gelmek arasındaki tüm politik, toplumsal ve hukuksal ayrımları tek kalemde kültürel ve geleneksel alana indirgeyen bir bilinçaltı faaliyetinin saf temsilidir. Komiser figürü, mahalle insanına, Tanzimat’tan beridir arzuladığı şeyi veren kahramandır sanki. Babacan komiser, mahalleyi bir arada ve özüne sadık olarak tutacak – zira komiser sadece asayişten sorumlu değildir, o yeri geldiğinde mahalle değerlerini hatırlatan bir Yasa konumundadır – süper ego’dur. İd ve Ego arasındaki bölünmede komiser, benlik dürtüleri ile kolektif yasa arasındaki gerilimin çözüme kavuşturulması için çıkagelir. Böylece komiser, arzu ile yasayı, dürtü ile kolektif kültürü ve tekil olanla genel olanı birbirine uyumlaştırarak sosyal birliği muhafaza eden otorite figürüdür. Bu otorite figürü, bir taraftan kamusal iktidarın göstergesi olarak çalışır; ama asıl işlevi, kendi nezdinde temsil edilen kamusal otoriteye paternal bir iktidarın sembolik ayrıntısını eklemlemesidir. Komiser, bir taraftan devletin otoritesini topluma gösteren kamusal figür olması hasebiyle toplumdan farklılaşmış olanı gösterir; ama diğer taraftan komiser, mahalle insanının kendisi için arzuladığı ve kavuşmaya çalıştığı bir öznenin timsalidir. Komiser, böylece, devlet ile toplumun, yasa ile arzunun, lider ile babanın, vatan ile ailenin, vb. ikiliklerin bir arada içerildiği hem ailevi hem kamusal bir figürdür.
O yıllarda “Devlet Baba” adlandırmasının kullanıldığını hatırlayalım. Devletin Babalığı, babacanlıkla paternal otoritenin eklemlenmiş halidir: devlet, hem şefkatin hem de otoritenin timsalidir. Ancak başta da belirttiğimiz gibi, kendilik bunalımı yaşayan bir varoluş, arzudan evvel, hatta onu tanıyabilmek için, yasaya ve yasayı temsil eden bir Baba figürüne ihtiyaç duyar. Arzu değil yasadır bu kendilik algısını yaratan ve üreten. Tanzimat’ın öze dönüş çağrısı ile birleştirdiği Baba mitosunda da aynı göndermeler vardır: Baba, her şeyin değiştiği ve toplumun kendini kaybetme tehdidiyle baş başa bırakıldığı bir çağda toplumun hem özünü yakalayabilmesini hem de öteki’nin gözünde ona öykünmek zorunda kalmayan gururlu varoluşu deneyimlemesini sağlayacak olan kişidir. Başka bir deyişle, Baba, Batı’dan sadece teknolojiyi almanın, ama ahlakı korumanın olanağıdır. Bu olanak, ancak Baba sayesinde gerçekleşebilir; çünkü Babasız toplum, hangi arzunun peşinden koşması gerektiğini bilmeyen erginleşmemiş bir varoluştur.
Yakın dönem sinematografik temsillerde ise farklı Baba portreleri ile karşılaşırız. Örneğin Seksenler dizisinde Fehmi rolünün işlevi, tam anlamıyla 1980’ler sonrasına tekabül eden babalık işlevinin göstergesidir. Baba, burada, artık kamusal içeriğe denk düşmeyen – çünkü onun yerini Devletin kendisi almıştır – ancak mahallede belli bir konuma sahip olan paternal işlevin öznesidir. Sadece ailede değil, mahallede de babalık rolünü oynayan bu özne, mahalleyi bir arada tutan değerlerin timsali olarak belirir. Sinemanın tipik ideolojik işlevi burada da iş başındadır: Fehmi, mahalle esnafı ile konuşurken aslında seyircilere hitap etmektedir ve mesajında yine o bilindik tema vardır. Değişime karşı geleneği muhafaza etmek, öze dönmek, kendini kaybetmemek, vb. gibi içerikler yoluyla toplumsal hafızayı canlı tutmanın timsalidir Fehmi portresi.
Tanzimat’tan beridir bu gök kubbenin altında değişmeyen bir arayışın, özlemin ifadesi olarak simgelenen Baba figürü, toplumun büyüyememesinin değil de belki büyümek istemeyişinin, çocuk olarak kalmak istemesinin, yani kısaca erginliğin sorumluluğundan kaçmak istemesinin sembolik bir yansımasıdır. Baba, kitlenin çocuk olarak kalabilmesinin sigortasıdır adeta. Sorumluluk almamasının, hep kaçmasının, bastırmasının, vb. olanakları, tüm bunları üstlenen koruyucu ama bir o kadar da korkutucu bir Baba figürü ile karşılanmaktadır. Bu kitle ruhu, Baba figürünü hep yeniden çağırmanın, çağıracak biri kalmadığında ise yeniden üretmenin temel nedenidir.
Efe Baştürk
efe.basturk@sosyalbilimler.org
Sosyal Bilimler / Yazar
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.