Günümüzde akademik felsefe ile haşır neşir olan herkes, bu alana belirli bir üslubun hâkim olduğunu çabucak fark eder. Bu tarz açık ve net konuşmakla birlikte yoğun bir jargon içerir. Argümanlar özenle hazırlanır ve tartışmalar da hızlı itirazlar ve cevaplar şeklinde gerçekleşir. Felsefenin merkezinde olduğu düşünülebilecek ağır sorular hızla daha önemsiz bulmacalara dönüşür. İşte analitik felsefe budur.
Analitik felsefe bugün tuhaf bir hâlde. Bu durum, analitik felsefecilerin analitik felsefenin artık var olmadığını iddia etme eğilimlerine de yansımaktadır. Bu olgu göründüğünden daha enteresandır. Sanki profesyonel felsefeciler artık dar tanımlı bir yaklaşıma bağlı kalma hususunda daha serbestlermiş ve belki de atalarının karşı çıktığı yaklaşımlara daha açıklarmış gibi görünebilir. Bu durum, analitik felsefecilerin kendilerine anlattıkları, geçmişte açıkça tanımlanabilir bir “analiz programı” olduğu, ancak bunun dışında gelişen şeyin tanımlamadan kaçınacak denli çeşitli ve nüanslı olduğu yönündeki hikâyeye kesinlikle uyacaktır.
Bugün Amerika’nın baskın felsefi geleneğinin kendine özgü durumunu anlamak için bu hikâyenin aşağı yukarı tam tersinin doğru olduğunu görmek gerekir. Bu, eskiden açıkça tanımlanabilen bir “analiz programı”nın yerini daha fazla çeşitliliğe bıraktığı anlamına gelmez. Kesinlikle öyle değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce “analitik felsefe” diye tanımlanabilir bir şey yoktu (ve bu terim kullanılmıyordu). Bunun yerine bir dizi farklı ve birbiriyle rekabet eden düşünce hareketleri vardı. Bu hareketler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde son derece özel siyasi ve kültürel koşullar altında bir araya geldi. “Analitik felsefe”nin ortaya çıktığı vaftiz eylemi, daha önce farklı olan hareketleri yeni bir karışım içerisinde kaynaştırdı. Bu yeni oluşumun tarihi -analizcilerin tercih ettiği hikâyenin aksine- çeşitliliğin değil katılaşmanın tarihi olmuştur.
Analitik Felsefenin Kökenleri
Analitik felsefe ve onu meydana getirmek için bir araya gelen öncül hareketler, kendilerini tarihin değişen sahnelerinin üzerinde asılıymış gibi düşünme eğiliminde olmuştur. Ancak analitik felsefenin mevcut durumunu, onu yapısal olarak karşı çıktığı bir tür muameleye tabi tutmadan anlamak mümkün değildir: onu şekillendiren sosyal ve politik güçlerin incelenmesi.
Hikâyedeki önemli bir faktör, 1930’lardan 1940’ların sonuna kadar entelektüel dünyanın yapısındaki sismik değişimdir. 1930’ların siyasi sahnesi faşizm ve komünizm arasındaki çekişme ile karakterize olmuş; bu dönemde pek çok entelektüel komünizmi benimsemiştir. Ana akım Oxford filozofları bile diyalektik materyalizmi hararetle tartışmıştır. 1945’e gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı’nın tek parlak ve kesin galibi olarak ortaya çıktığında ve Amerikan neoliberalizmi “özgür” dünyanın ekonomik ve siyasi yapısına damgasını vurduğunda, artık her şey çok farklıydı.
1945’ten önce “analitik felsefe” diye bir şey yoktu. (Eğer bu terim kullanıldıysa bile, İngiliz filozof R. G. Collingwood’un 1933’te yaptığı gibi, hatada birleştiklerini düşündüğü filozofları bir araya getirmek için küçümseyici bir şekilde kullanılıyordu). Bunun yerine, geriye dönüp bakıldığında “analiz” bayrağı altında yürüyen bir dizi farklı yaklaşım vardı.
Cambridge’de Bertrand Russell ve G. E. Moore 1898’de yeni bir felsefe başlatmak için güçlerini birleştirdi, ancak ikisi hızla birbirinden ayrıldı. Bir matematikçi olarak işe başlayan Russell, “mantıksal-analitik yöntemi”ni iddialı yeni bir “bilimsel” felsefe inşa etmek için bir araç olarak tasarladı. Aslen bir klasikçi olan Moore, filozofların tutkulu söylemlerini bir ya da iki kademe aşağı çekmek için “sağduyu analizini” devreye soktu. Russell’ın teknik ilerlemeleri muazzam derecede etkiliydi, ancak felsefi projesi yaygın olarak bir başarısızlık olarak görüldü; Moore ise bunun aksine muazzam bir kurumsal etki yarattı ve Cambridge felsefesi az çok “Moorecu analiz” imgesinde ve Moore’un tartışmada kullandığı ısrarlı soruyla şekillendi: “Ama tam olarak ne demek istiyorsunuz?”
Russell’ın bu kadar hararetle katkıda bulunduğu “yeni mantığın” heyecanla incelendiği yerlerden biri de Viyana’ydı. Burada her türden bilim insanı (fizikçiler, matematikçiler, sosyal bilimciler) Moritz Schlick’in etrafında toplanarak bilimlerin temellerine ilişkin felsefi konuları tartıştı. Kendilerine Viyana Çevresi adını veren bu grubun tartışmalarından “mantıksal pozitivizm” doğdu.
Mantıksal pozitivizm, Habsburg Avusturya-Macaristan’ını karakterize eden aşırı gösterişi ortadan kaldırmaya çalışan keskin, modernist bir hareketti. Üyeleri Dessau’daki Bauhaus’ta ders verme fırsatlarını coşkuyla kucakladı. Oldukça iddialı programları, mutlu ve rasyonel bir şekilde organize olmuş bir toplumla birlikte “bilimin birliğini” sağlamaktı. Bu projeler birbiriyle bağlantılıydı: deneyciliğin bilimde titizlikle uygulanmasının, evrensel eğitim ve barınmanın “topyekûn toplumsallaştırılması” yoluyla aydınlanmış bir halkın yetiştirilmesiyle bağlantılı olduğu düşünülüyordu.
Toplumsal projeye duyulan coşku grup üyeleri arasında farklılık gösteriyordu (bazıları “mantığın buz tutmuş yamaçlarında kalmayı” tercih ediyordu), ancak sosyolog Otto Neurath kısa ömürlü Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’nde ekonomik planlamacı olarak görev yapacak kadar kendini bu projeye adamıştı. Viyana Çevresi, felsefeye bakış açıları bakımından hem Russell hem de Moore’dan önemli ölçüde farklıydı. Her iki İngiliz’in de kabul edebileceğinden çok daha keskin bir şekilde, Viyanalılar felsefeyi yalnızca deneysel bilimlerin sunduğu ifadeleri denetleme, düzenleme ve tanzim etme rolüne indirgedi. Felsefe artık bilimlerin kraliçesi değildi, yalnızca onların hizmetçisiydi.
Viyana’da mantıksal pozitivistler radikal bir hareket olarak görülüyordu —haklı olarak, Çevre’nin programı Naziler tarafından serbest bırakılan popülist irrasyonalizm güçlerine karşı çıkmayı amaçlıyordu. Faşist şansölye Engelbert Dollfuss’un yerini bir başka faşist Kurt Schuschnigg’in aldığı 1934 Avusturya İç Savaşı sırasında, pozisyonları kati surette savunulamaz hâle gelmişti. Şair Ingeborg Bachmann’ın daha sonra ifade edeceği gibi, Viyana’da Viyana Çevresi ölmüştü. Üyelerinin çoğu Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. Amerika’da kendilerini bilim felsefecileri olarak yeniden keşfettiler. Bu, aslında hiçbir zaman olmadıkları bir şeyi ifade ediyordu: bilim insanı olmuşlardı. Ancak şimdi önemli ölçüde felsefe bölümlerini ve dolayısıyla kurumsal felsefe disiplinini şekillendirmeye başladılar.
Yüzlerce Çiçekten Yalnızca Bir Tanesine
Avrupalı göçmenlerin Amerika’da buldukları ortam, felsefi yaklaşımların akıl almaz bir şekilde çeşitlendiği bir ortamdı. Dergiler spekülatif idealistlerin büyük sistem kurma çabalarını içeriyordu, ancak eleştirel realistler ve pragmatistler de vardı. Bir de Thomistler, yani teolog Aziz Thomas Aquinas tarafından yeniden şekillendirilen Aristotelesçi gelenek içinde çalışan felsefeciler vardı. Hintli düşünürlerin antik değil çağdaş çalışmaları bile o zamanlar olduğu gibi şimdi de alanın en prestijli dergilerinden biri olan Philosophical Review’un sayfalarında tartışılıyordu.
Mantıksal pozitivistler felsefenin yeniden şekillendirilmesinde öncü bir rol üstlendikçe tüm bunlar hızla değişecekti. Yaptıkları şey, esasen kendi yaklaşımlarını kendileriyle geniş bir sempati içinde olduğunu düşündükleri diğer yaklaşımlarla bir araya getirmekti. Bu yörüngeye Russell ve Moore’un çalışmaları, Avusturyalı ama Cambridge eğitimli filozof Ludwig Wittgenstein (bir anlamda Russell ile kendileri arasında bir köprü) ve Amerikan pragmatist geleneğinin kimi unsurları çekildi.
Amerikan felsefesi hızlı bir dönüşüm geçirdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce hüküm süren “yüz çiçek açsın” rejimi yerine, yeni kurulan analitik felsefe artık hızla bölümleri ve dergileri ele geçirdi. Amerika’nın dünyadaki baskın konumu göz önüne alındığında, bu yeni analitik felsefe artık İngilizce konuşulan diğer ülkelerde ve ötesinde (özellikle İskandinavya’da) ortamı belirleyecekti.
Bu neden bu kadar kolay ve hızlı bir şekilde gerçekleşti? Bu yalnızca “fikirlerin gücü” ile açıklanamaz, ancak 1940’lardan itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nde hüküm süren politik iklim bağlamında ele alındığında anlaşılabilir. Bu durum, mantıksal pozitivistlerin Avrupa’dan Amerika’ya göç ederken geçirdikleri dönüşüme de yansımıştır. Rudolf Carnap (Viyana Çevresi’nin önde gelen isimlerinden) ve Hans Reichenbach (muadili Berlin Çevresi’nin başındaki isim) gibi isimler Avrupa’da açık sözlü sosyalistlerdi; Amerika’da ise politikaları konusunda suskun kaldılar ve çalışmalarında sosyal boyut kayboldu.
Analitik Felsefe ve “Kızıl Tehlike”
Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet etki alanına karşı dünyada yeni kurduğu egemenliğini pekiştirmeye çalışırken, akademinin sıkı bir siyasi kontrol altına alındığı bir döneme girdi. Bu zulüm ve paranoya dönemine genellikle “McCarthycilik” yakıştırması yapılsa da olgu bu terimin çağrıştırdığından çok daha geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Zulüm, kötü şöhretli McCarthy’ci Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin (House Un-American Activities Committee-HUAC) çok ötesine uzanmıştır. Gözetim ve zulmün baş aktörü aslında J. Edgar Hoover’ın FBI’ıydı. Hem Carnap hem de Reichenbach FBI’ın gözetim ve baskısına maruz kaldı. FBI düzenli olarak mektupları ele geçirdiğinden, herkes onun kuşku dünyasına sürüklenebilirdi (Carnap’a bir başka Viyana Çevresi üyesi Philipp Frank’ın yazışmalarını okuyarak ulaşmışlardı). Komünist fikirlerin ya da faaliyetlerin kokusunu almak bile haklı bir endişeye yol açmaya yetiyordu.
Korku iklimi çok basit bir mantığa göre işliyordu. Komünist olduklarından şüphelenilen akademisyenler HUAC’a ya da ilgili çeşitli komitelere (New York’taki Rapp-Coudert Komitesi, Washington Eyaleti’ndeki Canwell Komitesi) çağrılıyordu. Tanık olarak çağrılıyorlardı ama fiilen sanık konumundaydılar. Komünist olduklarını itiraf ettikleri ya da sessiz kaldıkları için suçlu bulunurlarsa, Victor Lowe tarafından Journal of Philosophy sayfalarında şematize edilen aşağıdaki basit argüman aracılığıyla işten çıkarılıyorlardı:
(1) Profesör X bir komünisttir.
(2) Bir Komünistin araştırma özgürlüğüne ya da öğretimde nesnelliğe saygısı yoktur; açık bir ifadeyle, parti çizgisi ve Sovyet diktatörlüğü için telkinde bulunur.
Bu nedenle (3) X profesör olmaya uygun değildir.
Başka bir deyişle, profesörün gerçek siyasi görüşlerinin ya da öğretim sicilinin incelenmesine gerek yoktur. (Bu muameleye maruz kalan filozofların ders verme konusundaki karneleri her zaman kusursuzdu; hatta kendi bölümlerindeki en popüler ve başarılı hocalar arasındaydılar). Mançuryalı Aday filminde tasvir edildiği gibi bir tablo vardı. Bir komünist, tanımı gereği, kendi bağımsız düşünce gücüne sahip olmayan, Moskova’dan kontrol edilen bir kuklaydı.
Felsefeciler Komite Önüne Çıktı
Bu tür komitelerin karşısına çıkan ve bunun sonucunda neredeyse her zaman işten çıkarılan felsefeciler, yalnızca olayın görünen yüzünü temsil etmektedir. McCarthyciliğin çok daha önemli bir işlevi, düşünce ve eylemde siyasi statükoya geri çekilmenin en iyi politika olduğu yönünde genel bir korku yaymaktı. Genel korku iklimini ölçmek artık doğası gereği imkansızdır, özellikle de akademide McCarthycilik olgusunun üzerine anlaşılır bir şekilde çöken sis perdesi sayesinde. Bu durumun ışığında, bu sürecin nasıl bir şey olduğunu en iyi, tasfiyelerin doğrudan mağdurlarının tanıklıklarına ve deneyimlerine bakarak anlayabiliriz.
Doğrudan mağdurlardan bazıları felsefi olarak Marksist iken, diğerlerinin siyasi bağlılıkları çalışmalarına yansımamıştır. İkinci türden bir örnek, 1930’larda Viyana Üniversitesi’nin faşist ayaklanmalar nedeniyle kapatılmasına tanık olduktan sonra Komünist Parti’ye katılan seçkin mantıkçı William T. Parry’dir. Parry, HUAC’ın önüne çıktığında nispeten ucuz kurtulmuştur: görev süresi elinden alınmış ve doçent olarak “bir senelik atama” ile görevlendirilmiştir. Felsefi kariyerinde Marksizmle ilişkisine dair tek gösterge, McCarthyciliğin bir başka kurbanı olan V. J. McGill ile birlikte yazdığı “Karşıtların Birliği” adlı makaledir. McGill, 1956 yılında New York’taki Hunter College tarafından, kendisi Komünist olduğu için değil, Komünist Parti üyesi olan diğer kişilerin isimlerini vererek “kendini temizleme”yi reddettiği için kovuldu.
Felsefi çalışmalarında Marksist bir yaklaşım izleyenler söz konusu olduğunda, kariyerleri McCarthycilik tarafından bastırıldığı ölçüde, analitik felsefenin doğrudan bir karşı gücünün etkinliğinin ciddi şekilde yara aldığı açıktır. Bunlar arasında, her ikisi de 1930’larda Komünist Parti’ye katılmış olan Barrows Dunham ve Stanley Moore da vardı. Dunham, adı, yaşı ve adresiyle ilgili olanlar dışındaki tüm sorulara yanıt vermeyi reddederek ve ardından Beşinci Değişikliği (kendini suçlamaya karşı koruma) ileri sürerek HUAC önünde kendini bir denek konumuna getirdi.
Temple Üniversitesi tarafından usulüne uygun olarak işten çıkarıldı. Bu olayın ardından Dunham’a daha önce verilen destek hızla azaldı. Belki de en ünlü Amerikalı pragmatist filozof olan John Dewey, Dunham’ın Marksist entelektüel tarih çalışması Man Against Myth’i kendisine prova aşamasında gönderildiğinde coşkuyla onaylamıştı. Kitap yayınlanmadan önce Dewey, Dunham’ın başının Kızıl-Avcılar ile dertte olduğunu öğrendi. Dewey birdenbire Dunham’a daha önce destek verdiğini hatırlayamadı ve desteğini geri çekti. Dunham 1981 yılına kadar Temple’daki görevine iade edilmedi.
Dunham hayatının geri kalanında serbest yazar olarak kendini geçindirebildi. HUAC’a çağrılan bir diğer Marksist filozof Stanley Moore da benzer şekilde Portland, Oregon’daki Reed College tarafından kovulduktan sonra kariyerini bir araya getirmeyi başardı. Diğerleri o kadar şanslı değildi. McCarthyciliğin ilk kurbanlarından Herbert J. Phillips, Washington Üniversitesi’ndeki görevinden sırf Komünist Parti üyesi olduğu gerekçesiyle kovuldu. Phillips, Marksist görüşleri konusunda açık olan ve bunları öğrencileriyle özgürce tartışan mükemmel bir eğitimci olduğu için, parti üyeliğinden başka bir şeyle suçlanamazdı; Phillips davası, üniversite rektörlerinin daha sonra benimseyeceği genel yaklaşımın şekillenmesine yardımcı oldu; buna göre Komünist olmak, bağımsız düşünememek ve dolayısıyla üniversite yaşamının karakteristik özelliği olan ifade özgürlüğünü savunamamak anlamına geliyordu. Phillips daha sonra bir mobilya fabrikasında ve bir inşaat şantiyesinde çalıştı. Daha genç bir kurban olan Morris Judd, Boulder’daki Colorado Üniversitesi’nde yetenekli bir eğitmen olarak görev yapmaktaydı ve departmanı tarafından oybirliğiyle uygun bir pozisyona terfi ettirilmesi tavsiye edilmişti, HUAC önünde adeta bir gösteri sergiledi. Bu da işine son verilmesiyle sonuçlandı. Judd hayatının geri kalanında bir hurdalık işletti.
Bu felsefeciler tabi ki artık çoğunlukla bilinmiyor. İyi bir başlangıç yaptıktan sonra ardında iz bırakmadan çarpıcı bir şekilde ortadan kaybolanlardan biri de Forrest O. Wiggins’tir. Wiggins, Minnesota Üniversitesi’nin felsefe bölümünde bir pozisyon elde ettiğinde “beyaz” bir kurumda tam zamanlı olarak görev yapan ilk siyah kişi olarak tarihe geçmişti. Bu, o dönemde basında büyük bir ilerleme olarak lanse edilmişti.
Ancak 1951’de Wiggins farklı bir nedenden dolayı olay oldu. Kampüste “Çıkar İdeolojisi” adlı bir konuşma yaptı ve kapitalizmi ırkçılık ve emperyalist savaşla ilişkilendiren güçlü bir argüman ortaya koydu (1948’de Henry A. Wallace’ın başkanlık adaylığı için kampanya yürütürken yaptığı gibi). Bu konuşma Wiggins’in kovulması için yeterli oldu, ancak gerekçe olarak (açıkça mantıksız olmakla birlikte) mesleki yeterlilik ve akademik yetersizlik gösterildi.
Daha önce FBI, Wiggins’in homoseksüel olduğuna ve beyaz kız öğrencilerle cinsel ilişkiye girdiğine dair söylentiler yaymıştı. Wiggins davası öğrenciler arasında büyük bir tepkiye yol açmış, iki binden fazla öğrenci Minnesota Üniversitesi rektörüne bir dilekçe vermiştir. Bu öğrencilerin birçoğu daha sonra kara listeye alınacaktır. Siyahi İnsanların İlerlemesi için Ulusal Birlik (The National Association for the Advancement of Colored People-NAACP) devreye girdi. Ancak Wiggins’in hiç şansı yoktu. Eşi ondan boşandı ve kariyeri paramparça oldu.
Felsefe profesörlerine yönelik McCarthyci zulmün Joseph McCarthy’nin 1957’de ölümüyle sona erdiği düşünülmemelidir. Radikal siyahi Marksist filozof Angela Davis, Otobiyografisi’nde 1969 yılında Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi (UCLA) tarafından işten atılmasına yol açan süreci “McCarthy usulü bir engizisyon” olarak tanımlamıştır.
Bununla birlikte, Davis vakası olayların çeşitli açılardan nasıl değiştiğini göstermektedir. Bir kere, UCLA’da sıkı analitik bir bölüme atanmıştı (Donald Davidson bir yıl önce onu Princeton’da benzer şekilde sağlam analitik bir bölüme almak için başarısız bir girişimde bulunmuştu). Bir diğeri, Komünist olmak artık işten çıkarılmak için yeterli değildi. Aslında bir değil iki kez kovulan Davis, bunu göstermeye özen gösterdi. İlk seferinde Davis, rektörlük ofisinden gelen ve Komünist Parti üyesi olup olmadığını belirtmesini isteyen bir mektuba, cesur bir şekilde Komünist Parti üyesi olduğunu belirterek yanıt verdi. Görevden alınma kararı iptal edildi. Ancak ikinci seferinde, Komünist olduğu için değil, üniversite yaşamıyla bağdaşmadığı düşünülen açıklamalar yaptığı için suçlandı. Kampüste yaptığı konuşmalardan birinde Davis, “bu ülkenin baskın, baskıcı fikir ve eylemlerini açığa çıkarmak için” kullanılmadığı sürece akademik özgürlüğü -ölçüsüz bir şekilde- “gerçek bir saçmalık” olarak nitelendirmişti.
McCarthyizm ve mirasının, ampirizme ve liberalizme genel bağlılığı ile karakterize edilen analitik ana akıma muhalefetin belirli bir kesiminin (genel olarak Marksist olanlar) hayatını zorlaştırmak için yeterli olduğu gayet açıktır. Ancak analitik ana akımı sağlamlaştırma gücü bunun ötesine geçti. Dönemin tüm eğilimi, disiplinler arasında uzanan bir paradigmanın alternatiflerini engellemek yönündeydi. Rasyonel seçim teorisi, yöneylem araştırması ve oyun teorisi gibi Soğuk Savaş araştırma ve geliştirme hedefleri doğrultusunda geliştirilen metodolojilerden oluşan bu paradigma, toplumun temel birimi olarak özerk rasyonel birey şeklindeki klasik liberal fikre dayanan bir toplum ve araştırma vizyonunu pekiştirme işlevi görüyordu.
Bu dünya görüşüne göre, her paydaş fikir pazarına girebilir ve mallarını uygun gördükleri şekilde sunabilir. Görünüşe göre felsefe en saf biçimiyle böyle bir arenaydı; burada önemli olan tek şey, güç çıkarlarının olmadığı bir alanda gerçekleşen fikirlerin yarışmasıydı. Elbette bunun göz ardı ettiği şey, Marksizm, eleştirel ırk teorisi, feminizm ve diğer toplumsal düzen eleştirilerinin analitik felsefecilere kabul ettirmekte zorlandıkları temel kavrayıştır: iktidar ilişkileri daha kimse pazara girmeden pazarı şekillendirir.
Analitik felsefe, John Rawls’un A Theory of Justice (Bir Adalet Teorisi) adlı eseriyle, onlarca yıllık kısırlığın ardından nihayet 1971 yılında kendine ait bir siyaset felsefesine kavuşmuştur. Daha sonraki tüm analitik siyaset felsefesinin çerçevesi içinde yürütüldüğü bu çalışmanın Amerikan liberalizmi için genişletilmiş bir özür dileme biçimini alması şaşırtıcı değildir. Rawls, “iyi düzenlenmiş toplum” olarak adlandırdığı arayışında, her biri kendi iyi yaşam vizyonunun peşinden giden bireylerden oluşan bir yapı varsaymış ve ardından kaynakları bu bireylere tahsis etmek için ayrıntılı bir plan tasarlamıştır. Bireyler bunu, kendilerini toplum içinde kim olduklarını bilmekten alıkoyan bir “cehalet peçesi” altına sokarak yapacaklardı. Böyle bir güç boşluğunda müzakere eden bireylerin varlığını sürdürebileceği hiç düşünülmemişti.
Bununla birlikte, kendi kendine dayatılan bu tür bir daralmadan muzdarip olan yalnızca analitik kalıba sokulmuş siyaset felsefesi değildir. Mantıksal pozitivizmin diğer felsefi akımlarla birleşmesi ve siyasi boyutundan sıyrılmasıyla 1940’ların sonunda ortaya çıkan analitik felsefe ile ilgili sorun, tüm söyleminin liberal fikir pazarı alanı içinde yer almasıdır. Bu durum, analitik felsefenin şu anda eleştirel ırk teorisyenleri ve feministlerin içgörülerini bünyesine katma çabalarında yaşadığı tuhaf sarsıntıları açıklamaktadır. Wiggins ya da Davis’in 1950’lerde ya da 60’larda benzer anlayışları getirmeye çalıştığı zamanlara kıyasla şimdi daha duyarlı olabilir. Fakat yine de bu görüşler ister istemez tuhaf bir biçimde çarpıtılmış olarak ortaya dökülüyor; bu düşünürlerin tam da yıkıp geçmeye çalıştıkları liberal fikir pazarındaki hamleler olarak.
Bu yazı Talha Dereci tarafından sosyalbilimler.org’un “Felsefe” kategorisinde yayımlanmak üzere Türkçeye çevrilmiştir.
Orijinal Kaynak: Schuringa, Christoph. (2023, 09 January). “The Birth of Analytic Philosophy Out of the Spirit of McCarthyism”, Jacobin. Atıf Şekli: Schuringa, Christoph. (2024, Temmuz 01). “McCarthycilik Ruhundan Analitik Felsefenin Doğuşu” çev. Talha Dereci, Sosyal Bilimler, Erişim Linki. Kapak Resmi: Senatör Joseph McCarthy, 7 Haziran 1954 tarihinde bir duruşmada konuşurken (Bettmann / Getty Images). Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org çevirmenleri tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlâli söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir. |