Hiç kimse kendi kalbini saf sanandan daha tehlikeli değildir çünkü onun saflığından, tanımı gereği şüphe edilemez.
1950’lerin sonunda Amerika’da yazar James Baldwin tarafından yazılan bu cümle, bugün pek çok Batı ülkesinde kamuyu meşgul eden havayı eksiksiz bir şekilde yakalıyor. Daha önce karmaşık soruşturmalar olarak düşünülen ve dikkatli inceleme ile nüanslara özen göstermeyi gerektiren sorular, şimdi ahlaki mutlaklara indirgeniyor. Sadece Trumpizme bakmak bile yeterli.
Bu durum tanıdığımız benzer bir modeli takip ediyor: İki grup belirleniyor, ilki makul olan “destekçi” ve diğeri de şeytanlaştırılmış “muhalif”. İkinci grup hiçbir şekilde kabul edilemez, iptal edilir ve dalga konusu olur. Kimlik siyaseti seküler bir din hâline geldiğinden herhangi bir radikal tarikatta olduğu gibi mürtediler ağır biçimde cezalandırılır.
Bu da daha uçlarda olan fikrin artan bir şekilde daha çok ödüllendirilmesiyle “kusursuzluk sarmalı”na neden olabilir. Nüans ve münazara bir zayiattır; ahlaki bir tür beslenme çılgınlığı vuku bulur.
Kusursuzluk sarmalları kaçınılmaz mıdır? İnsanların “içeridekiler” ve “dışarıdakiler” olarak gruplar oluşturması doğaldır. Ortak bir düşman belirlemek çoğunlukla grubun birliği için önemlidir. Milliyetçi politikacılar ve onlara hizmet sağlayan pazarlama ekipleri, bu tür stratejilerin eksik bilgilendirilmiş seçmen karşısında ne kadar yararlı olabileceğini bilirler.
Aynı şekilde, eğer bir birey grubun değer verdiği değerler ortaya koyabilirse kendi özsaygı ve aidiyet hissini desteklemiş oluyor.
Aslında biz daha önce de bu noktaya gelmiştik.
Tarih, özellikle kriz dönemlerinde sıradan insanların gaddar eylemlerde bulunduklarını gösterir. Kendini ahlaki olarak daha üstün görüp aynı fikirde olmadıklarını insanlıktan çıkardığında neredeyse her şeyi haklı çıkarabilirsin.
En önemli kusursuzluk sarmallarından biri olan 17. yüzyıl İngilteresi’ndeki Püriten Devrimi örneğine bakalım.
Tanrının Sözü
Püritenler, Kral I. Charles’ın tiranlığını devirmeleri için dindar çoğunluğun kendilerini desteklerinden emindiler. Onların gözünde, kral ve onun piskoposları, tanrının sözüne meydan okuyorlardı.
Püritenler bir İngiliz devleti kurdu ve Presbiteryenlik yerini Anglikanizme bıraktı. Aileler parçalandı ve kanlı bir iç savaşta İngiltere, İskoçya ve İrlanda boyunca savaştılar.
Putkırıcılığın ya da feshin en zor hareketi başka bir insanı öldürmektir. Şair John Milton, Eylül 1649’da Eikonoklastes eserinde I. Charles’ın idamını, monarşinin kutsal ikonunun parçalanmasının İngiliz halkının kölelere dönüşmesini engellemek için gerekli olduğu argümanıyla temellendirdi.
Bir kusursuzluk sarmalı içinde yaşamak Püriten toplumu tanımlayan şeydi. Kıyafetler sade oldu. Lüks yasaklandı. Noel iptal edildi. Ve disiplin toplumsal bir parola oldu. Hane içinde evlilik ve patriarki kutsaldı. Çocuklara “İsa-Mesih-Senin-İçin-Ölmüş-Olmasa-Sen-Lanetlenirdin” gibi isimler kondu.
“Azizler” imanlarını göstermek için yarıştılar. Yeni kültürü kabul etmeyenler kınandı. Örneğin dilenciler için, aile hayatını terk ettiklerinden “Tanrının lanetinin onları kovaladığı” söylendi. Yeni bir tiranlık eskisinin yerini aldı.
18. yüzyıla bakıldığında, pek çok kimse, ahlaki normlarını bunu istemeyen bir topluma zorla kabul ettirmeye uğraşan Püriten yeni akımların kamuya şiddet ve siyasi kargaşa getirdiğinden korktu. Tarihçi Edward Gibbon’un Haziran 1780’deki Katolik karşıtı Gordon İsyanları esnasında “kırk bin Püriten tıpkı Cromwell zamanlarındaki gibi mezarlarından yola koyuldular” diye yazması doğaldı.
İskoç David Hume gibi bazı filozoflar Püriten kusursuzluk sarmalının yarattığı kaosa değdiğini söyledi. Hume bu süreci çok güçlü bir fırtınanın ardından gelen sakinliğe benzetti. Dindar haçlılara “fanatikler” dedi ve gülünç olduklarını söyledi. Ayrıca onların özgürlük tutkularının Britanya’yı sınırlı monarşi ve genişletilmiş yurttaş özgürlükleri olan özgür bir devlet yaptığını iddia etti.
Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik
Kusursuzluk sarmallarını, özgürlüğümüzün kaynağı oldukları için desteklemeli miyiz? Hayır, desteklememeliyiz. Fransız Devrimi dönemini, büyük ihtimalle tarihteki en büyük kusursuzluk sarmalı örneğini ele alalım. Pek az olay bir toplumu bu kadar sıkı birleştirebilir.
Devrim, putkırıcıların Bastille hapishanesine şiddetle saldırmalarıyla başladı. Mutlakiyetin sembolü olan hapishaneden geriye moloz yığınları kaldı. Aylar içinde yeni bir dünya inşa edilmişti. Aristokratlar feodal haklarından vazgeçtiler. İmparatorluk ve savaş reddedildi. Özgürlük ve haklar beyan edildi. Saç şekilleri (artık peruk yok) ve moda değişti (parıldayan, lüks şeyler yok).
Ocak 1793’e gelindiğinde, özgürlüğün doğası hakkında yıllar süren tartışmalardan sonra, devletin başı XVI. Louis vatana ihanetten idam edilmişti. Monarşi anıtları devrildi. Kraliyet mezarları kutsallıklarını yitirdi. Pek çok aristokrat cumhuriyetçi devrime bağlılıklarını göstermek için isimlerini değiştirdiler. Kralın zengin kuzeni ve Orléans dükü Louis Philippe adını Philippe Égalité olarak değiştirdi.
Ancak aynı yılın sonuna doğru, devrimciler birbirlerine girmişlerdi. 1 Nisan 1793’te özgürlüğün düşmanı addedilen herkesi mahkum eden bir yasa kurultaydan geçti. Égalité, yasanın lehinde oy kullanmış olsa da onun kurbanı oldu ve Kasım ayında Devrim Mahkemesi tarafından giyontinle idam edildi.
Aşırı duyarlılaşma arttıkça cumhuriyetçi kilise de çözülmeye başladı. “Satın Alınamaz” Robespierre yönetiminde aristokrat tavrı olan ya da yönetimi eleştiren herkes hapsedildi. Binlercesi öldü. Cinsiyetler arası eşitliğin güçlü bir savunucusu olan Filozof Condorcet, Horatius’un Latince bir kitabını taşıdığı için tutuklandı.
İngiliz düşmanla herhangi bir ilişki içinde olmak şüpheye sebep oluyordu. Thomas Paine, ondan nefret eden Amerikan büyükelçisi Gouverneur Morris, artık onun İngiliz olmadığını doğrulamayınca neredeyse bir yıl hapiste kaldı. Jacques-Pierre Brissot gibi Robespierre’yi eleştirenler, giyontine giderken cumhuriyetçi şarkılar söylediler. Robespierre, deli anarşistlerin devrimi gasp ettiğine emindi ve rastgele idamlar yaptı.
Hume, fanatikliğin ve aşırı duyarlılığın kendi kendinin sonu olacağı konusunda haklıydı. Robespierre kendini idam sehpasında buldu. Bedeli iç savaştı. Daha sonra Devrim’i aristokrat yönetiminden koparan bir sürü demokratik devrimler izledi ta ki bir general darbe yapana dek. Napolyon Bonapart kamusal düzen ile askeri zaferleri birleştirip halkı memnun etti ve kendini imparator ilan etti.
Bonapart, otoritesini ortaya koyarak kendi yönetimine alternatif bir yönetimin felakete neden olacağı konusunda uyardı. Avrupa’nın çoğunu işgal edip kendi aile fertlerini kralların yerlerine oturtturdu. Bu yeni aristokrasinin adı Onur Nişanı’ydı. Stalin ve Mao’yu da içine alan becerikli takipçileri derslerini almışlardı: insanların sözde fanatiklerden korkmasını sağla ve onlar seni takip eder.
Günümüz İçin Dersler
Ders: Kusursuzluk sarmalları otoriter rejimleri devirebilir ama yeni diktacıların masum insanların hayatlarını mahvetmelerine yardımcı da olabilir. Aileleri ve arkadaşları birbirine düşman ederler.
Hume ömrünün sonunda özgürlük tutkusunun fanatik hale gelmesinden endişeliydi. Hume’un ilkeleri din savaşlarını yeniden alevlendirdiği için Fransız Devrimi’ne saldırdı. İnsanlar ruhlarını kurtarmak için başkalarını öldürmek yerine şimdi özgürlük adına başkalarını öldürmeye başlamışlardı. Yurttaşlık özgürlükleri (insan hakları) unutulmuştu.
Kutuplaşma sıkılaştıkça insanlar kendi düşüncelerini desteklemeyen düşüncelerden artarak nefret etti. Kelimenin tam anlamıyla cehenneme giden yollar iyi niyetlerle ile döşenmiş olabilir.
Bu yazı Janset Nas Kılınç tarafından sosyalbilimler.org’da yayımlanmak üzere Türkçeye çevrilmiştir.
Orijinal Kaynak: Redfern, Katrin and Whatmore, Richard. (2020, July 1). “History Tells Us that Ideological ‘Purity Spirals’ Rarely End Well”, The Conversation. Atıf Şekli: Redfern, Katrin and Whatmore, Richard. (2020, Temmuz 14). “Tarih Bize İdeolojik ‘Kusursuzluk Sarmalları’nın Nadiren İyi Sonuçlandığını Söylüyor”, Çev. Janset Nas Kılınç, Sosyal Bilimler, Link: sosyalbilimler.org/kusursuzluk-sarmali Kapak Resmi: Unknown Artist, Formerly Attributed to Jan Weesop, The Execution of Charles I of England (circa 1649) Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org çevirmenleri tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlâli söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir. |