Ray Bradbury’in distopik romanı Fahrenheit 451’den bahsederken bir es verip söze George Orwell’ın 1984‘ü ile başlamak belki daha doğru olacaktır. Bilindiği gibi roman, distopik bir dünyada, totaliter bir partinin halkı korku, propaganda ve beyin yıkama ile manipüle etmesini konu alır. Romanda geçen Büyük Birader ve Düşünce Polisi gibi kavramlar bugün halen geçerliliğini sürdürmektedir. Bu noktada kitaplar arasındaki ortak noktaların sadece iki hikayenin de entelektüel özgürlüğün ve özgür düşüncenin baskılandığı belirsiz bir distopik gelecekte geçmesiyle sınırlı olmadığını hatırlatmakta fayda var. Ki hikayelerin ikisi de toplumunun temel kültürel varsayımlarını ve kurallarını sorgulamaya başlayan bireylerin hikayesini anlatır. İki hikayede de sansürü bedeli ne olursa olsun korumaya kararlı bir toplumda isyanın ne gibi sonuçlar doğurabileceği tahlil edilmeye çalışılır. Fahrenheit 451, bir bireyin toplumun kolektif ön yargılarından kurtarılabileceğine olan inancı açısından kısmen daha iyimser sayılabilir. Bu bakımdan romandan uyarlanan Fahrenheit 451 [1966] filminin toplum mutluluğa gerçeklerden daha fazla önem vermeye başladığında doğabilecek anti-entelektüel eğilimlere dair, bir eleştiri sunduğu da söylenebilir.
Fahrenheit 451’in tek düzeliği destekleyen devlet otoriteleri, okumanın ve bilgi edinmenin bağımsız düşünmeyi yaygınlaştırarak toplumda mutsuzluğa ve kargaşaya neden olacağı desturuyla yola çıkarak, bütün kitapları yasaklamış ve sistemli biçimde yok etmişlerdir. Bu durumun uzun zamandır sürdüğüne dair işaretlerden en önemlisi birçok insanın bir kitabı neye benzediğini bile bilmemesidir. Kitaplar ortadan kaldırılmış, böylelikle ezbere dayalı görsel kültür yükselişe geçmiştir. Örneğin insanların tek bilgi edinme kaynağı dev ekranlı monitörlerdir ve buradan da sadece empoze edilen enformasyona ulaşabilirler (Linda’nın katıldığı interaktif şovda sorulan soruların cevaplarını sunucunun yönlendirmesiyle bulması gibi). Ya da otoriteye itaat etmeyi sürdürmeleri ve soru sormaktan kaçınmaları için de kendilerine verilen ilaçları (Linda’nın her gece yatmadan ilaç içmesi gibi) kullanmaları gerekmektedir. Böylece entelektüel faaliyetlerden uzak, duygusuz, kanaatkâr, itaatkar bir kitle meydana gelmiştir. İnsanların birbirleriyle iletişimleri de çok kısıtlı olduğu için yalnızlaşmışlardır. Kitaplar yok edildiğinden geçmiş hakkında bilgileri ya hiç yoktur ya da kendilerine dayatılanla sınırlıdır.
Hükümet “İtfaiyeciler” adı verilen bir özel birim oluşturmuştur. Geniş yetkilerle donatılmış bir tür polis gücü olan bu birimin görevi, ihbarları değerlendirerek ve gereğinde dedektif gibi iz sürerek gizli kapaklı okunan kitaplara el koymak ve onları yakarak imha etmektir.
İtfaiyeci Guy Montag (Oskar Werner) terfi etmek üzeredir. Bunu da verilen görevleri hiçbir şekilde sorgulamadan yerine getirmesine borçludur. Eşi Linda (Julie Christie) kendisini interaktif bir televizyon programına kendini kaptırmış, fazlasıyla ‘itaatkar’ bir kadındır. Guy bir gün otobüste karşılaştığı mahalle komşusu Clarisse (bu karakteri de oynayan Julie Christie) ile yakınlaşır. Clarisse uyguladığı alışılmadık eğitim yöntemlerinden ötürü işini kaybetme riskiyle karşı karşıya olan bir öğretmendir. Guy, gizli bir kitap kurdu olduğunu öğrendiği bu kadından etkilenir ve baskınlar sırasında yanmaktan gizlice kurtardığı bazı kitapları okur. Kafasında soru işaretleri belirmeye başlar. Baskın yaptıkları bir evdeki kitap koleksiyoncusu orta yaşlı kadının evi terk etmeyi reddedip, evi ve kitaplarıyla birlikte yanarak ölmeyi yeğlemesi üzerine Guy mesleğini sorgulamaya başlar. Evine döndüğünde karısına ve onun misafirlerine, yeni okuduğu bir kitaptan pasajlar aktarır ve onları şoke eder. Clarisse’in evi de basılır ama genç kadın çatıdaki bir geçitten kaçmıştır.
Guy, Clarisse’e yardım etmeye karar verir. Clarisse de ona “Kitap İnsanlar”dan bahseder. Gizli bir ‘tarikat’ etrafında toplanan ve kendilerine “Kitap İnsanlar” adını veren bu insanlar kitapları sonsuza kadar yaşatmak amacıyla onları okuyup ezberlemektedirler. Her biri sadece tek bir kitabı hafızasında tutabilmektedir. Kitap yok edilse bile onu ezberleyen hayatta kaldığı sürece bu kitap yaşatılmış olacaktır. Bu fikir, aydınlık bir gelecekte, insanların hafızalarındaki kitapları yeniden bastırtabilecekleri düşüncesi üzerine kuruludur. Her “Kitap İnsan” ölmeden önce ezberindekileri bir başkasına aktararak kitabı ölümsüzleştirir. Her tarikat üyesi hafızasına kaydettiği kitabın adıyla anılmaktadır. Montag da yanında getirdiği Edgar Allan Poe‘nun “Gizem ve Hayal Hikâyeleri” adlı kitabı hemen ezberlemeye başlar.
Şehre geri dönen Guy, Yüzbaşı’ya (Cyril Cusack) istifasını verir, Yüzbaşı son bir ihbarı değerlendirdikten sonra bu istifayı kabul edeceğini söyler. Gittikleri ev Guy Montag’ın kendi evidir. Onu kitaplarından nefret eden karısı ihbar etmiştir. Kitapları yakılırken Guy Yüzbaşıyı öldürür ve “Kitap İnsanlar”la yaşamak üzere kırsal bölgeye gider. Montag’ın takip edilmesi, kaçışı ve yakalanışına dair düzmece bir canlı yayın görüntüsünün devreye girmesiyle asıl meselenin toplumun algılarını yönetmek olduğunu görürüz:” Seyircinin ilgisini uzun süre tutamazlar. Gösteri devam etmeli. Birini bulacaklardır. Herkes en heyecanlı yerini bekliyor. “ der arkadaşı. Ve ekrandan yükselen bir ses: “İşte Montag tuzağa doğru koşuyor. Kapana kısılmış bir sıçan gibi.” diyerek Montag’ın sahte sonunu ilan eder.
Birçok eleştirmen kitabın/filmin devlet destekli sansür ve baskıyı dile getiren bunları yeren bir yapıda olduğunu savunurken Bradbury, sansürün varlığına ve yayılmasına imkan verenin entelektüel meraka ve kitaplara sırtını dönen toplumun kendisi olduğunu söylemiştir. Bradbury bunu başlangıçta televizyona ve onun insanların edebiyata ilgisini kısıtlamasına yönelik bir saldırı olarak tasarlamış olsa da, günümüz okuyucusu/izleyicisi alegoriyi toplumu okumanın zevkinden mahrum eden eğlence sektörünün farklı ürünleriyle de ilişkilendirebilir.
Entelektüel sansür hareketi dünya genelinde endişe verici şekilde yaygınlaşırken, modern teknik gelişmeler kitap, düşünce ve fikirlere dünyayı anında dolaşabilmeleri için elle tutulur sayfalardan bağımsız olarak yaşama kabiliyeti de vermiştir.
Kitapsız yaşamın anlamsızlığı fikrinin yüzeyselliği, daha çok filmin hikayenin cazibesini arttırmak için eklediği bazı cazip noktalar ve Orwell’in sansüre totalitaryanizmin bütünleyici bir parçası olarak yaklaşımı arasındaki farktan yola çıkarak daha net kavranabilir. Bradbury’nin distopik atmosferi, politikanın yankılarından, öngörülerinden ve önlemlerden ve hatta kitap yakmayla ilişkili bütün diğer yönetim şekillerinden yalıtılmıştır ve aslında kitap yakma meselesini politik bağlamdan kopararak bütün bunlardan bağımsız bir korku fantezisi olarak kullanma fikri/sansürü daha ilkel ve basit bir politik uyarı altmetninden daha karmaşık bir şeye dönüştürür.
Kültürel hafızası yok edilmiş kitaplardan yoksun toplumların ne geçmişleri ne de üzerine geleceklerini kurabilecekleri bir tarihleri olamayacağı fikri belki de filmin zihnimize nakşettiği en önemli vurgulardan biridir. Şef itfaiyeci, “Bak bunların hepsi roman. Hiç var olmamış insanlar hakkında. İnsanlar bunları okuyor. Bu onları gerçek hayatlarında mutsuz yapıyor. Hayatlarını başka şekilde yaşamak istiyorlar. Asla olmayacak bir şekilde.” diyerek kitapların insanların hayal dünyasını geliştirmesinin aslında var olan sistemin hiç de desteklemediği yaratıcılığı/orijinalliği doğurduğunu-sıradanlığı ve düşünmeden tevekkül etmeyi ortadan kaldırdığını itiraf etmektedir. Çünkü yaşatmaya uğraştığı sistemde sorgulamaktan aciz tornadan çıkmış kalabalıklar dışında kimse kabul görmeyecektir.
Tabii bu karakterin elit sınıflara ve tarih boyunca onlar yaratılan her türlü düşüne karşı da düşmanca bir tavır gösterdiğini söylememiz gerekir: “Tüm bu felsefe, Hepsi saçmalık. Romanlardan bile daha kötü. Düşünürler ve filozoflar hepsi de aynı şeyi söylüyorlar: ‘sadece ben haklıyım. Diğerleri aptal.” Bu bakımdan değerlendirildiğinde kitapların yakılmasından fayda sağlayan zihniyetin sadece Hitler rejimi ya da McCartizm ile ilişkilendirilebilecek bir yönetim modeli olmaktan ziyade, muhafazakar alt sınıfların öncülük ettiği bir kendine/özüne yabancılaşma ve kimliksizleşme süreci olarak okunması belki daha doğru olacaktır.
Eğer insanların politik olarak mutsuz olmasını istemiyorsanız onlara bir sorunun iki yönünü de vermeyin, bu onları endişelendirecektir; bunun yerine bir tane verin ya da hiç vermeyin. Bırakın savaş diye bir şey olduğunu unutsunlar.
Zeynep Şenel Gencer
Sosyal Bilimler Sinema Editörü
z.s.gencer@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları Sosyal Bilimler Platformu’na (www.sosyalbilimler.org) aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.