Korku filmlerinin kuralları, Scream‘in [Çığlık – 1996] bizlere prensipleri dikte etmesinden çok önce de herkesçe aşikardı. Muhtemelen Pet Sematary [Hayvan Mezarlığı – 1989] yaşlı insanları her daim pür dikkat dinlememiz gerektiğini, efsanevi The Exorcist‘den [Şeytan – 1973] aniden gelen karanlığın iyiye alamet olmadığını ve Halloween‘dan (Yabancı – 1978) bakire beyaz bir genç kadın olmanın [korku filmi evreninde] öldürülmekten kurtulmak için tek şansımız olduğunu öğreneli çok olmuştu. Ancak Hollywood’un subliminal mesajlar yoluyla dimağlarımıza kazıdığı ve aslına bakarsanız, sadece korku türüyle de sınırlı olmayan -bazen aksiyona da yayılan- ve çoğu zaman gözden kaçırılan bir kural daha vardı: “Siyahî olmak (yanıp sönen ışıklı tabelayla) ilk harcanacak/harcanan olmak demektir.”
Irkçılık ve Afrikalı Amerikalıların temsiliyle ilgili tartışmalar yüzyılı aşkın bir süredir devam ediyor. Siyahîler, tarih boyunca, kendilerine yöneltilen birçok diğer yaftanın dışında, genellikle sorun yaratıcı, aciz, entelektüel olarak yetersiz, aşağılık, tembel ve mantıksız olarak algılandı ve damgalandılar. Bu yaftalar, sadece koloni dönemine değil fakat aynı zamanda, stereotiplerin, kendilerini popüler hayal gücüne kolayca ve önemli ölçüde dayatan sinematik klişeler üzerinden istismar edilmesi, sürekli kılınması ve dikkatle muhafaza edilmesiyle de ilişkilidir. Sinema da bir medyum olarak, ana akım seyircinin siyahî topluma yamamak istediği yaftaları yaygınlaştırmak ve muhafaza etmek için ideal bir platform oluşturur.
Jordan Peele’nin şu günlerde çok tartışılan filmi Get Out’un [Kapan – 2017] odağında, Amerikan toplumunun bünyesine nüfuz etmiş bu amansız ırkçılık hastalığı var. Yönetmenin de ifade ettiği gibi, filmin amacı, Amerikan halkının gündelik hayatına sinmiş ırkçılığa ışık tutmak: “The Sixth Sense‘deki [Altıncı His – 1999] küçük Haley Joel Osment, ölü insanlar gördüğünü söylüyordu. Şey, ben ırkçı insanlar görüyorum.”
Kapan, genç, siyahî bir adamın zengin bir mahallede gecenin bir yarısı yürüyüşe çıkmasıyla başlıyor. Adam, cep telefonuyla konuşuyor; sırtı kamburlaşıyor, başı aşağı eğiliyor ve fısıldayarak mahallenin çoğunlukla beyazlardan oluşmasından endişelendiğinden bahsediyor. Tam da bu sırada, adamın şüphesini haklı çıkarır gibi arkasından bir araba yaklaşıyor; genç adam kaçmaya çalışıyor ancak arabanın arkasına çekiliyor. Ekran kararıyor.
Sonrasında kendimizi New Yorklu siyahî bir fotoğraf sanatçısı olan Chris Washington’u izlerken buluyoruz, genç adam, beyaz kız arkadaşı Rose Armitage’ın ebeveynleriyle tanışmak için genç kadının memleketine doğru yola çıkıyor. Rahatsızlığını arttıran şey ise, genç kadının ebeveynlerine ırklar arası bir ilişki içinde olduğunu söylememiş olması. Rose, Chris’i “Babam eğer elinde olsa Obama’ya üçüncü dönem için de oy verirdi.” diyerek rahatlatmaya çalışsa da gerginlik yol boyunca devam ediyor. Özellikle de eve yaklaştıkları bir noktada beyaz bir polis memuru tarafından durdurulmalarıyla tavan yapıyor. Sonunda, çift, Armitage’ların evine ulaşıyor. Ev ve aileye dair her şey güzel, sağlam, eski moda bir banliyö rüyası imajı veriyor. Yine de yüzeyin altında bir bit yeniği sezmiyor değiliz. İki beyaz, zengin yenilikçi, Chris’e, ezici bir nezaketle adeta saldırıyor ve çoğu zaman Obama hakkında gevezelik ediyor. Armitage’ler o hafta sonu etrafa yapaylık yayan zengin beyaz insanlar için ek bir kaynak sağlayan bir partiye ev sahipliği yapıyorlar. Beyazlar, Chris’e karşı tuhaf davranıyorlar, onu fiziksel ve sözlü olarak yokluyor, klasik “Irkçı değilim” muhabbeti ediyor, “Şimdi siyah moda!” gibi garip yorumlar yapıyorlar.
Film boyunca Chris, Armitage’ların iki siyahî kahyasıyla dayanışma içine girmeye çalışıyor. Ancak tuhaf, trans benzeri bir tavırla karşılaşıyor. Filmin başında kaçırılan adam partide ortaya çıkıyor ancak kişiliği değişmiş olarak. Gecenin bir yarısı bir banliyöde gizli gizli dolaşan adamın aksine, şimdi kolunda beyaz bir kadınla son derece özgüvenli ve jilet gibi giyinmiş biri. Chris’in telefonundaki kameranın flaşı patladığında, kısa süre için yeni kişiliğinden kurtuluyor ve bu noktada bocalayarak Chris’e “Defol!” diye bağırıyor; bu durum, başkahramanın Rose ailesine yönelik paranoyasına ivme kazandırıyor.
Chris, gizem-gerilim türünün tüm kahramanlarının yaptığı gibi etrafa bakınıyor ve kısa sürede Armitage’lar ve konuklarının sağlıklı siyahî insanların bedenlerini hasta ve zayıf üyelerin beyinlerine taşıyıcı olmaları için toplayan gizli bir topluluğa üye olduklarını ve Armitage’ların kızının bu tuzak için yem olduğunu keşfediyor.
Rose, sevimli ve düşünceli bir kız arkadaş olmak, muffinleri özenle seçip köpeklerle dolaşmak gibi bir yeteneğe sahip; ancak Chris ailesinin oyununu keşfedince bir psikopata dönüşüyor. Filmin başında Chris’e şimdiye dek çıktığı ilk siyah adam olduğunu söylüyor ancak sonrasında Chris, etrafta dedektiflik yaptığı sırada tüyler ürpertici bir yan odaya rastlıyor ve Rose’un bir dizi siyah adamla—eski erkek arkadaşları-çektirdiği fotoğrafları görüyor.
İnsan şunu fark etmeden edemiyor; Armitage’lar bunca kurbanı sadece kızlarının onları cezbetme yeteneği sayesinde çekmeyi başarmışlardır. Ki bu da, muhtemelen tercihlere veya en azından bazı siyahî erkeklerin beyaz partnerlerle ilişkiye açık olduğu konusunda bir yorum sayılabilir. 2011 yılında California-Berkeley Üniversitesi’nde online randevu tercihleri üzerine yapılan bir araştırma, siyah erkeklerin diğer gruplara oranla ırklar arası sohbet başlatma ihtimalinin daha yüksek olduğunu gösterdi. Bu bağlamda, özellikle de Journal of Experimental Social Psychology dergisinin, Ocak 2007 sayısındaki deneklere farklı çiftlerin nişan fotoğraflarının gösterilip beyin aktivitelerinin gözlendiği bir araştırmanın “Irklar arası ilişkilere dair görüntülerin izleyenler arasında nöral tiksinti tepkisi ortaya çıkardığını” göstermesini de hesaba katarsak, Peele’nin ırklar arası ilişkilerde bazı tehlikeler olduğunu ima ettiği söylenebilir: “Birçok insan bu tür ilişkileri kabul ettiğini iddia etse de, şüphesiz ki daha üstesinden gelinmesi gereken birçok engel ve ön yargı var ve beyin nakli yapan tarikatçılar da oldukça abartılı bir metafor” ancak bu konudaki birçok ön yargıya ışık tutuyor.
Peele’nin ırklar arası ilişkiler hakkındaki düşüncesi ne olursa olsun, korku filmleri sosyal yorumda bulunma konusunda muazzam bir geleneğe sahiptir. George Romero’nun Night of the Living Dead [Yaşayan Ölülerin Gecesi – 1968] bir grup beyaz çete üyesi siyahî bir kahramanı zombi zannedip vurunca kısa kesilmişti. Yakın zamanda hayatını kaybeden Romero, filmin asla ırkçı yorum yapmayı amaçlamadığını söylediyse de, seyirciler durumu kesinlikle öyle gördüler. Film 1968’de gösterime girdiğinde, Birleşik Devletler, Yurttaşlık Hakları hareketinin sancıları içindeydi; dört yıl önce 1964 Yurttaş Hakları Kanunu cinsiyet, ırk ve ten rengine dayalı ayrımcılığı yasaklamıştı.
Benzer şekilde, Roman Polanski’nin Rosemary’s Baby‘nin [Rosemary’nin Bebeği – 1968] adaptasyonunda, başkahramanın kocası Rosemary’yi kendisine ün ve servet vaat eden şeytanî bir tarikata satar. Rosemary film boyunca giderek daha paranoyak hale gelir; etrafındaki insanlar üzerinde Chris’in Kapan’da Rose ve ailesini sorguladığı tarzda bir araştırmaya girişir. Rosemary’s Baby, 1968’de, annelik, kürtaj, doğum kontrolü ve aile konusundaki tutumların değiştiği bir dönemde gösterime girdi; örneğin ilk oral kontraseptif 1960 yılında FDA tarafından onaylandı.
Romero ve Polanski’nin filmleri, seyirciler tarafından derin sosyal akımları geriye dönük olarak yansıtmaları nedeniyle dikkatle izlendi. Buna karşın Peele, filmine kasten bugünün ırklar arası ilişkileri ve politikaları hakkında yorumlar ekliyor. Kapan’ın eleştirmenlerin çoğunluğundan iyi not almış olması bir anlamda yönetmenin üzerine yorum yaptığı politikaların filmi her nevi eleştiriye bağışık kılmasıdır. Başka bir deyişle, ırkçılığa karşı olduğunu, bu kabul edilemez olguyu lanetlediğini söyleyen bir yapıma olumsuz eleştiri yapmanın bu tür yapımlara karşı topyekün bir saldırı olarak algılanabileceği korkusu yapılan yorumların mahiyetini belirlemede önemli bir rol oynamaktadır. Üstelik, Moonlight‘ın [Ay Işığı – 2016] geçen yılki zaferinden sonra, Oscar jürisinin yeni ‘ezilmiş/dışlanmış’ olanı destekleme eğilimine yakın durmanın popülerlikten daha fazla getirisi olacağı da kesindir.
Bu noktadan Kapan’a dönersek, Chris, giderek daha karmaşık ve absürt bir gösteri haline gelen partiye zorlukla katlanıyor. Beyaz konukların güçlü kollarına aval aval bakmalarının ve Afrikalı-Amerikalı olmanın avantajları ve dezavantajları hakkında saçma sorular sormalarının üzerinde durmasa da, Rose’un küçük erkek kardeşinin kendisini akşam yemeği boyunca üstü yarı kapalı ırkçı imalara maruz bırakmasını ve genetik avantajlarının daha fazla çalıştığı takdirde kendisini nasıl bir canavara dönüştürebileceği hakkında atıp tutmasını kesinlikle sinir bozucu buluyor.
Bütün bunlar anlatının içindeki eksik noktaları, sembolizmin hantal oluşu ve aşırı derecede kullanılması, hikayenin Guess Who’s Coming to Dinner‘ın [Beklenmeyen Misafir – 1967] korkutucu bir versiyonu olması gibi sorunları gidermiyor. Yine de Peele’nin sıkça kullanılan yollara başvurmaktan kaçınarak, ırkçılığı, The Texas Chainsaw Massacre [Teksas Katliamı – 2003], Children of the Corn [1984], Deliverance [Kurtuluş – 1972] gibi yapımlarda olduğu gibi kırsalın cahil muhafazakarları üzerinden sergilemeyi seçmediğini söylememiz gerekir. Bunun yerine yönetmen, zengin liberal zihniyetin altında yatan fanatikliği hedeflemeye karar vermiş ve böylece yaratıcı bir doruk noktası olmaktan fersah fersah uzak olsa da, son derece orijinal bir yapıma imza atmış. Chris’in karşılaştığı beyaz insanlar kendilerini ırkçı olarak kabul etmiyorlar ancak Jesse Owens’ın (ya da Obama’nın) ismini anmak da kimseyi temize çıkarmıyor. Chris’in ne kadar ‘varlıklı’ olabileceğine veya bir tartışma sırasında ‘genetik makyajının” onu nasıl bir ‘canavar’ yaptığına atıfta bulunmak övgü sayılmaz, bütün bunlar genç adamın kendisini daha rahatsız ve fetişleştirilmiş hissetmesine neden olan indirgeyici ve saldırgan klişelerdir.
Beyaz banliyö sakinlerinin komik ve anlamsız benzetmeleri zaman zaman abartılı görünebilir, ancak gördüğümüz etkileşimlerde utanç verici derecede iyi gözlemlenen bir gerçek var. Ve bu, filmin gönderme yaptığı gerçek hayattan durumların ardında başka bir şey yattığı hissi veriyor. Güç algılanan fakat kötücül bir ırkçı yaklaşım (Nahoş şakalar yapan yada yakışıksız argo kullanan insanlar masum ayağına yatıyor veya gerçekten de tavırlarının ırkçı olduğunun farkına varamıyor olsalar da.)
Bu küçük olaylar üst üste geldikçe Chris’in deneyimi Amerika veya ötesinde birçok siyahi bireyin deneyimlediği şeyin mikrokozmosu haline geliyor: Birine hoş geldin denilmesi onun gerçekten iyi karşılandığı anlamına gelmez. Nihai olarak ortaya çıkan hain planın işleyişi biraz naif olsa da, o noktaya ulaşmak için katlandığımız zorlu yolculuk hikayenin ayaklarının biraz da olsa yere basmasını sağlıyor.
Ve finalde, Get Out‘un beklentilerinizi tersine çevirmek konusunda mükemmel bir iş çıkardığını fark ediyoruz. Chris gibi, seyirci de, manipüle ediliyor. Ve bu inandırma durumu pek çok düzeyde işliyor:
Armitage’ların kahyaları Georgina ve bahçıvanları Walter’ın da olaylara dahil olmasıyla bütün hikaye daha da garipleşiyor. Bu iki çalışan her daim arka plandalar, Georgina peruğunu düzeltiyor ve Walter gecenin bir yarısı çimenlikte son sürat koşuyor; ve her iki karakter de yaşlı beyaz birinin siyah insanların nasıl konuştuğuna/davrandığına dair ırkçı ön yargılarını yansıtır gibi görünüyor. Betty Gabriel ve Marcus Henderson’ın performanslarına bakarak bunun nedenini söylemek oldukça güç. Chris’in bir noktada belirttiği gibi: “Ne söyledikleri değil, nasıl söyledikleri” önemli, ki Kapan’daki ana fikir de çoğunlukla bundan ibaret.
Hayatlarımız, tecrübelerimiz ve kültürlerimiz farklı olsa da Chris’in durumuyla, uyum sağlamaya yönelik arzusu ve odadaki herkese çenelerini kapamalarını söylemek istemesi arasındaki çelişkiyle özdeşleşmek hiç de zor değil. Ve Get Out nihayetinde niyetini açık ettiğinde; özellikle de kurtuluşun hem fiziksel hem de zihinsel üstünlüğün birleşimi sayesinde gelmesiyle, beyaz liberallerin siyahların sadece genetik yapılarından kaynaklanan fiziksel güçleri açısından üstün olduğu ve kendi genetiklerinin zihinsel üstünlüğü getirdiği fikri geçersiz kılınıyor. Ancak ırkçı beyaz liberaller yine de bir konuda haklı çıkıyorlar, bu da bizleri klişelerin az açığında, farklı bir kıyıyı keşfetmeye yöneltiyor: Siyah ya da beyaz [ya da başka bir renk] herkesin ‘canavar’ olma potansiyeli vardır. Ve bunu hiçbir şey değiştiremez.
Zeynep Şenel Gencer
zeynep@sosyalbilimler.org
sosyalbilimler.org Yayın Koordinatörü
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryel politikasını yansıtmayabilir.