“Beyefendi,” demişti Samuel Johnson, filanca kitabı bitirip bitirmediğini ısrarla soran birine, komik bir inanamama ifadesiyle, “Beyefendi, siz kitapları baştan sona mı okursunuz?” Evet, okur muyuz? Ta sonuna kadar okur muyuz? Okursak Johnson’ın düşündüğü gibi keriz miyizdir?
Okumayla ilgili çok düşünüp çok yazmış olan Schopenhauer, Johnson’ın tarafındadır. Hayat “kötü kitaplara” harcanamayacak kadar kısadır, ona sorulursa “bir yazarın işlerinin geçici bir değerlendirmesi”ni yapmak için “birkaç sayfa” yeterlidir. Bu birkaç sayfanın sonunda ikna olmadınızsa kitabı rafa kaldırmanızda hiçbir sakınca yoktur.
Ama ben aslında kötü kitaplarla nasıl başa çıktığımızla ilgilenmiyorum. Her ciddi okur bir kitabı kapatma tercihini yapmak için ona ne kadar zaman ayırması gerektiğini çoktan öğrenmiştir mutlaka. Hiçbir zevk almadan inatla okumayı sürdürenler, kaygılı anne babaların aşıladığı başarı duygusuna hala bağlı olan gençlerdir sadece. Bir kitap incelemesi web sitesine yorum yazan üzgün bir okur şöyle diyor: “Ben ergenim. Bu kitabın (adını vermek haksızlık olur) tamamını baştan sona okudum, eleştirilerde söylendiği kadar iyi olacağını umdum. Değildi. Ben başladığım kitapların hemen hepsini severek sonuna kadar okurum; asla vazgeçmemeye kararlı olduğum için bitirdim bu kitabı, ama keşke bitirmeseydim.” İnsan böyle bir okuru —sırf ne kadar çok kötü kitabı bitirirse o kadar az iyi kitaba başlamaya vakti kalacağı için bile olsa—, öz saygısını bir kitabı bitirmeye bağlı kılmamayı öğrenmeye teşvik edebilir ancak. Peki iyi kitaplar ne olacak? Johnson o kışkırtıcı lafı ettiğinde sırf kötü kitaplara değinmiyordu eminim. İyi kitapları bitirmemiz gerekir mi? İyi bir kitap zaten tanımı gereği bitirdiğimiz bir kitap mıdır? Yoksa bir kitabı sonuna gelmeden, hatta yarısında bırakmaya karar verebileceğimiz, buna rağmen iyi, hatta mükemmel olduğunu düşünebileceğimiz, okuduğumuz için memnuniyet duyup bitirme ihtiyacı duymayabileceğimiz durumlar var mıdır? Bu soruyu sormamın sebebi, bu durumun giderek başıma daha sık gelmesi. Sebebi yaş mı, bilgelik mi, bunaklık mı? Bir kitaba başlıyorum. Zevk alarak okuyorum, sonra bir an geliyor, bu kadarı yeterli diye hissediyorum. Artık zevk almadığımdan değil. Sıkılmıyorum hatta fazla uzun olduğunu bile düşünmüyorum. Sadece bu kitaptan daha fazla zevk alma arzusu duymuyorum. Bu durumda kitabı okuduğumu söyleyebilir miyim? Başkalarına önerip iyi bir kitap diyebilir miyim?
Kafka bir noktayı geçtikten sonra, yazarın romanını herhangi bir anda, herhangi bir cümleyle bitirmeye karar verebileceğini söylemişti; bir ipi neresinden keseceğinize karar vermek gibi keyfi bir karar; gerçekten de hem Şato hem Amerika bitirilmeden bırakılmış̧, Dava ise, bu kadarı yeter, diye karar veren birinin utanmazca aceleciliğiyle toparlanmıştır. İtalyan roman yazarı Carlo Emilio Gadda da böyleydi; iki büyük eseri, Quer pasticciaccio brutto de via Merulana (Via Merulana Üzerindeki Korkunç Kargaşa) ve La cognizione del dolore (Kederle Tanışmak) bitirilmemiştir ve her ikisi de, olmayan bir sonu gerektirdiği düşünülebilecek karmaşık olay örgülerine sahip olmalarına rağmen klasikler arasında yerlerini almışlardır.
Bazı yazarlarsa tükenme katarsisi diyebileceğim bir durum sergiler: Kitapları zengin ve son derece zorlu deneyimlerdir ve yazarın, okurun, hatta roman kişilerinin hepsinin birden bu kadarı yeter hissine kapıldığı bir noktada doğrudan sona erer. Akla gelen en eski örnek D. H. Lawrence’tır ama Elfriede Jelinek, Thomas Bernhard, Samuel Beckett ve muhteşem Christina Stead de sayılabilir. Beckett’ın düzyazı kurmaca eserleri giderek kısalır, yoğunlaşır, tükenme noktası giderek öne çekilir. Bana öyle geliyor ki bütün bu yazarlar, belirli bir noktadan sonra bir kitabın herhangi bir yerde bitebileceğini ima ederek, okurun deneyimini eksiltmeden kitabın (örneğin Proust’un Kayıp Zamanın İzinde‘sinin ya da Mann’ın Büyülü Dağı’nın) neresinde çekilebileceğine kendi karar verebileceği fikrini meşrulaştırmaktadırlar. Kendi romanlarımdan biriyle —beklenebileceği gibi en uzunuyla- ilgili olarak aldığım en garip tepkilerden biri, durup dururken kitabı beğendiğini söylemek için bana mektup yazan bir meslektaşımdan gelmişti. Elbette bu tür mektuplar insanın gururunu müthiş okşar; tam bu çok makbul övgüyle koltuklarım kabaracakken mektubun son satırlarına geldim: Son elli sayfayı okumadığını, romanın tatmin edici biçimde son bulduğuna kanaat getirdiği bir noktaya geldiğini yazıyordu.
Doğal olarak hayal kırıklığına uğradım, hatta kızdım biraz. Dalga geçiyordu belli ki. Elli sayfa fazla yazdığımı söylüyordu; yerin dibine batırmak değil miydi bu? Açık sözlülüğünü ancak daha sonra takdir edebildim. Onun gözünde kitabım sonu olmadan bile iyiydi. Fazla uzun değildi; o belirli bir noktada tatmin olarak durmuştu sadece.
Peki, öyleyse, estetik iddiası olan kitaplardan söz ettiğime göre, sanat eserinin organik bir bütün olduğu, tamamını görmedikçe biçimini göremeyeceğimiz argümanına ne diyeceğiz? Sonra, yine temelde roman yazarlarından bahsettiğime göre, olay örgüsü ne olacak? Olay örgüsü olan bir romanın sonuna varmamız gerekir çünkü öykünün çözümü eserin tamamına anlam kazandıracaktır. Eleştirmenler böyle diyor. Kuşkusuz ben de yazdığım kitap incelemelerinin birinde bunu ileri sürmüşümdür. Ama okuma tecrübem böyle değil aslında. Tür romanları dışında da bazı romanlar vardır ki olay örgüsü gerçekten ön plandadır ve sayfaları çevirmemizin sebebi de odur. Ne olacağını öğrenmek isteriz ille de. Bunlar nadiren en önemsediğim kitaplar arasında yer alır. Çoğu kez olay örgüsüne dalınca yazılışına daha az dikkat eder, hızla, göz gezdirircesine okuruz; romanın bütün marifeti öyküdedir, yazılış bir araçtan ibarettir.
Ne var ki, olay örgüsünün sunulan başlıca zevk olduğu romanlarda bile romanın sonu nadiren tatmin edicidir; kitabı sevdiysek, başkalarına salık verdiysek, nadiren sonu yüzündendir. Önemli olan, olay örgüsünün açmazı, devreye sokulan güçler ve aralarındaki dengelerdir. İtalyancada bununla ilgili güzel bir kelime var. Olay örgüsünün karşılığı trama; dokuma, doku anlamına geliyor. Bir olay örgüsünde bize en çok zevk veren çözümü değil, örgünün desenidir örneğin Hamlet’in ikilemi ya da Dorothea’nın Casaubon’la evliliğinin müthiş sürdürülemezliği. Hatta sağlam bir olay örgüsünün sonundan, öncesini mahvetmemesini umabiliriz en fazla. Hamlet son sahnedeki katliam karnavalından önce bitseydi, onun yerine genç̧ prensin Elsinore’a dönüşünün doğurduğu nice ilginç̧ ihtimale kafa yormak durumunda kalsaydık, benim için sakıncası olmazdı.
Bununla ilgili olarak şuna dikkat çekmek gerekir ki, öykülerin bir sonu olması ya da hep aynı sonu olması öteden beri zorunlu değildi. Roberto Calasso, Kadmos ile Harmonia’nın Düğünü’nde yaşayan bir mitolojinin tanımlayıcı niteliğini ortaya koyar: Daima heyecanla birbirine bağlanan çok sayıdaki öyküsünün mutlaka en az ikişer sonu vardır ve bunlar çoğu kez birbirine “zıt”tır -kahraman olur, ölmez; sevgililer evlenir, evlenmez. Sonra, mitoloji bir bakıma tarih olduğunda, bir “doğru” versiyon olması gerektiğini düşünmeye başladık ve alternatifleri unutmaya koyulduk. Romanlarda beni en az hayal kırıklığına uğratan sonlar, okuru öykünün pekala bambaşka şekilde de gelişebileceğine inanmaya teşvik edenlerdir. Yani bir romanı sonuna varmadan bırakmak, benim için romanın şeklinin, estetik niteliğinin olay örgüsünün dokusunda ve en iyi romanlarda yazı üslubuyla bu dokunun birleşiminde bulunduğunu kabul etmektir. Üslup ve olay örgüsü, genel bakış̧ ve yerel ayrıntı bir arada, tamamen birbirine karışarak okuru büyüler. Bir kez yapı kurulduktan ve anlatı topu yuvarlanmaya başladıktan sonra, bir sonun gerekliliği talihsiz bir yükten, bir utançtan, onca imkanın önünün ne yazık ki kapatılmasından ibarettir. Birçok yazarın romanı sonlandırmak için kendini yaratmak zorunda hissettiği elli sayfalık gerilimi psikolojik bir işkence olarak yaşarım bazen; yarı yarıya da olsa inandığımız sonlar elbette mutsuz sonlar olduğu için hayatı patos ve trajedi üretme makinesi olarak görmeye mecbur ederler beni.
Merak ediyorum, acaba ozanlar mesela Atina’da erken bir akşam yemeği sonrasında ya da Norveç sahillerinde bir kamp ateşinin etrafında efsane anlatırken, belirli bir noktada dinleyenler hangi sonu dinlemek istediklerini kararlaştırmak için oylama yapıyorlar mıydı ya da erkenden yatmayı tercih ediyorlar mıydı? Çağdaşımız Alan Ayckbourn farklı sonları olan oyunlar yazmıştır; oyuncular her perdede hangi versiyonu sahneleyeceklerine kendileri karar verir.
Acaba mükemmel bir kitabı bile ölümüne kadar izlememeye gönüllü olduğumuzda, aslında yazarına iyilik mi ediyoruz, olay örgüsünden zarafetle sıyrılmak gibi neredeyse imkansız bir görevden onu muaf mı tutuyoruz? Sonların esiri oluşumuz bir tür zorbalıktır. Bitirmediğim birçok romanı bitirmiş̧ olsam, gözümdeki değerinin daha düşük olacağından kuşkum yok. Kendi romanlarımda, şu andan itibaren istedikleri şekilde ve istedikleri zaman kitabı bırakabileceklerine dair okurlarıma bir iki ipucu vermeyi öğrenmemin vakti gelmiştir belki de.
Künye: Tim Parks, 2016. Ben Buradan Okuyorum: Kitapların Değişen Dünyası, Çev. Roza Hakmen, İstanbul: Metis Yayınları, s. 20-24.
Öne Çıkarılan Görsel
- Lucy Hessel Reading (Lucy Hessel lisant)
- Édouard Vuillard/ 1913
- The Jewish Museum, New York