Ölüme doğru akıyor zaman Kırmızı Pazartesi’de. Herkesin bildiği, beklediği, hakkında kimi vakitler konuşabilirken kimi vakitlerde de konuşamadıkları bir ölüm bu. Hiçbir farkı yok her birimizin her geçen gün alelâde bir biçimde orada ve burada ve ora(da) geçirdiğimiz günlerden, tek bir fark dışında: Ölüm, zamana bir iz bırakacak romanda ve zaman bu ize doğru akıyor, bu izden demir almıyor. Herkesin hakkında her şeyi bildiği bir cinayetin yaşanıp yaşanmaması, birilerinin çıkıp engel olup olmaması değil mevzubahis olan; kasabadaki herkes, unutmak isteyecekleri bir hatıraya doğru zamanın aktığının farkında ve burada artık akan zamanın yönü değil bizi şaşırtacak olan, sünneti. Her gün içerisinde bir başka deliği kapatmak için mücadele verdiğimiz yaşantının bizi şaşırtması başka nasıl düşünülebilir? Santiago Nasar’ın ölümü, bir başka etik ihtimâlinin habercisi olarak kendi açtığı yarayı, bıraktığı izi, acıtmaktadır yalnızca: Tam olarak yirmi yedi yılın ardından yeniden kurulan bir gün.
“’Kesim’ özneyi önceleyerek, ona ‘son’ halini, ‘yapısını’ verir. Etkiye açıklığına yapılan bu ‘kesim’, öznenin yapısını ‘aynı-içinde-başka’, yani etik ve ‘sosyallik’ olarak kurar. Dolayısıyla etik kendini, çocuğun hakkında hiçbir hatıraya sahip olmadığı bir dönemde -sekiz günlükken-, yine hakkında hiçbir hatıraya sahip olamayacağı bir ‘olay’ olarak kurar.” <fn>Mehmet Mansur, Felsefe Tarihinde Antisemitizm ve Sünnet, Varlık, Eylül 2016</fn>
Mansur, alıntılanan bu satırlarda Lévinas ve Derrida’da etikten, bu etiğin kendisini nasıl kurduğundan bahsediyor. Yazar, Circonfession’da Derrida’nın yarasını nasıl bir paradigmaya dönüştürdüğünden de bahsedecek: Bir yaranın açılışı, zaman boyunca… Lévinas özneye öyle bir yer bırakıyor ki etiğinde ötekinin karşısında, ilk bakışta kulağa fevkalâde ahlâkî geliyor: “Benliğin biricikliği ancak kaçışın mümkün olmadığı bir sorumluluğun, ödeşmiş olamayacağım bir sorumluluğun ortaya çıkmasıyla gerçekleşebilir.” <fn>Emmanuel Lévinas, Ölüm ve Zaman (E. Başer, çev.), s: 26</fn>. Şimdi, romanın zamansallığını bir kez daha düşünmek icap ediyor: Ölüm, en açık olduğu anda, bir yara olarak kendisine aşina olan bedenlerde en çok sızladığı anda, en çok önlenebileceği anda kesmekte zamanı. Lévinas’ta işaret edilen yaşantı sünnet, şüphesiz; sünnet ve yaşanmayan hatırası. Ölüm, bambaşka bir zamansallık içerisine yerleştirilmiş değil romanda. Zamanda geriye veyahut ileriye doğru fırlatılmış değiliz, en azından, her zamankinden başka bir zamansallık ile çevrelenmiş değiliz. Fakat Santiago Nasar, bize ölümü ile bambaşka bir şeyi bahşediyor, bir Hiç, Hiç denilebilecek bir şey, birşey olabilecek bir Hiç. Romanı kat eden yegâne duygu, korkuya ilişkin, Heidegger söylüyor:
“Peki ama bu köklü korkuya ancak ender anlarda düşülür ne demektir? Hiçin, kendi özünce, öncelikle ve çoğunlukla bize örtük kalmasından başka bir şey demek olamaz. Neyle o halde? Bizim, kendimizi, belirli bir biçimde, tamamıyla Varolanın içinde kaybetmemizle. Kendi etkinliklerimizde Varolana ne kadar eğilirsek, onun o kadar az raydan çıkmasına yol açar ve bu şekilde de Hiçten o kadar uzaklaşırız. Böylece de kendimizi daha emin bir şekilde Varolmanın kamudaki yüzeyselliğine iteriz.” <fn>Martin Heidegger, Metafizik Nedir?, s: 39</fn>
Korku Heidegger’de aşağılık bir duygudan başka bir şeydir. Varolanlardan bir Varolan olarak insan, Dasein, Varolan ile yetinmeyip bir Varlık ihtimâlini duyabilecek yegâne Varolandır ve bu müstesna konumun Hiçliğe açıklığı, korkunun vuku bulduğu vakitlerde mümkündür. Burada bir entelektüel çaba duyulmamalıdır elbette, Dünya aşağılık bir Varolan olduğu için dışlanmakta değildir. Bambaşka bir etik, bir Varolan için bambaşka bir konum kendini duyulabilir kılmalıdır Santiago Nasar’ın ölümünde. Tüm kasaba, cinayetin işlendiği gün, aynı güne dair bildiği ne varsa anlatmak için koşuşturmaktayken anlatıcının cinayetin hikâyesini yazıya dökmek için yirmi yedi yıllık bir süre beklemiş olması, görebilen gözler ve duyabilen kulaklar için, tesadüfî değildir. Bir fantazmdan bahsedilmişti zira ilk yazıda. O fantazmı kıran bir cinayetti bu, dile bir darbe. Canı acıyan bir çocuk, yarasını gösterir bir acı ile ona bakanlara, acıyor ve bunun için yapabileceğim hiçbir şey yok, der gibi. Bir hikâyenin dillendirilmesi, canı acıyan bir çocuk. Kimse öptüğü için daha az acımayacak o yara ama anlatılacak. Sünnetli bir çocuğu ziyarete gelecek tanıdık tanımadık herkes. Yarasını onayacaklar. Yarasından ötürü tebrikleri kabul edecek o çocuk, hikâyesini arz-ı endam edecek görenlere. Daha az acımayacak. Ama acı ve iz, onun ile birlikte yaşayacaklar artık ömrü. Dile bir darbe değil midir babanın yasası da ve o dili tüm ömrü boyunca konuşacak olması ölümlünün: “Konuşabildiğim yegâne dil benim değildir dediğimde bu dilin bana yabancı olduğunu kastetmiyorum. Arada bir fark var” <fn>Jacques Derrida, Monolingualism of the Other or the Prothesis of Origin, s: 5</fn> diyor Jacques Derrida. Dil ile onu konuşan arasındaki bir boşluk, sürtünmezlik, ölüm ile Dil arasındaki boşluğu hatırlatır. Heidegger, Antik Yunan’da Dilin de bir Varolan olarak kabul edildiğini dile getirir [Metafiziğe Giriş] ve o da ölümü tatmamıştır, Dasein gibi ve fakat yasanın izini taşır, yine onun gibi. İşte roman, Kırmızı Pazartesi, tam olarak buradan yazılmıştır.
“Başkasının ölümünde kaygılandıran, kendini haber veren ve bizi ilgilendiren, dehşete düşüren öyle bir yokluktur ki varlık ve yokluk mantığında yer almaz; bu yok olma bir skandaldır ve sorumluluk gibi ahlâkî kavramlar sanki ilave gibi oraya sonradan eklenmez.” <fn>Emmanuel Lévinas, a.g.e., s: 93</fn>
Başkasının ölümünde varlık ve yokluğun konuşulamaz oluşunun manası nedir? Ölüm, öylesine yıkıcı ve öylesine travmatiktir ki onu dillendirmek sağ kalanların altından kalkabilecekleri bir mesele değil midir? Lévinas’ın vurgusu tabiî bu değildir.
“Oysa ölümden etkilenme duygulanımdır, edilgenliktir, ölçüsüzlük tarafından etkilenmedir; mevcut olanın mevcut olmayan tarafından etkilenmesidir, kopuşa varıncaya kadar her türlü mahremiyetten daha mahrem olandır bu, her türlü a priori’den daha yaşlı bir a posteriori sunar, deneyime geri götürülemeyecek kadar eski zamanlardaki unutulmuş ardışık zamansal sıra düzenine boyun eğer.”<fn>[Emmanuel Lévinas, a.g.e., s: 20</fn>
Kırmızı Pazartesi’de “ardışık zamansal sıra düzenindeki” yeri belirginleştirilmiş ölüm, yalnızca belirginliği sebebiyle bu zamansallığı kırmakta değil. Yazı, bu mevzubahis içerisinde romanın kendisi, etiği kurma çabasına isabet etmektedir. Çocuklar gibi yarasını gösterecek bir öteki arayan kasabanın, en nihayetinde bu kapanmaz yarayı, tutmayan fantazmı, toparlayabilmek gayesi olarak Kırmızı Pazartesi bir telafi edimi olduğu kadar bir borcu ödeyebilmek kaygısı ile yüklü. Öğreniyoruz ki kasabanın sorgu yargıcı, henüz “çiçeği burnunda bir mezun” <fn>Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi, s: 88</fn>. Hiç şüphesiz Santiago Nasar’ın ölümüne en uzakta olan o, ötekiliği ile. Lévinas, “borcumuz kalmamalıdır” diyor bir başkasına. Borcunu ödemeye mi koşuyor onca kasabalı? Başkasının ölümü ile yüklendikten sonra, nasıl borçsuz ve acısız kalabilecek insan? Peki, bu borcun manası nedir tam olarak? Nietzsche ile duyuyoruz: “Örneğin bu ahlak soykütükçüleri şu temel ahlak kavramı suçun kökeninin maddesel bir kavram olan borçlarda bulunduğundan en ufak bir kuşku duydular mı?” <fn>Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üzerine, s: 79</fn>. Nietzsche, iki kelime arasındaki ilişkiyi hatırlatıyor: Suç (schuld) ve borç (schuld).
Bir borcun karşılığı olarak yazı, imkânsızı kolaylaştırmıyor; kesimi, yarayı ve izi taşıyor; haksızlığı ve hazsızlığı taşıyor. Çırılçıplak sokaklara çıkıyor Hortensia Baute, “üç kuşağın doğumuna yardım etmiş ebe” Aura Villeros, mesane krizi geçiriyor, ölene kadar işeyemiyor. Soruyor Nietzsche “acının zarar ziyanın bedeli olup olmadığını” <fn>Friedrich Nietzsche, a.g.e., s: 79</fn>. Bir bedel ki ödenmeli bu ölümden sonra, bir haksızlık zira bilinemiyor Nasar’ın suçlu olup olmadığı ve bir hazsızlık, yaşamaya devam etmek artık güç. Ya hepimiz aynı izi taşısaydık, hakkında hiçbir hatıraya sahip olmadığımız izi, bizi önceleyen izi. Lévinas ölümün varlık ve yokluk ile kapatılamayacağını dillendiriyor. Zira ölüm, ötekinin yüzünde görülen ölüm, her türlü a priori’den önceki a posteriori. Paradoksal bir zamansallık duyuluyor evvelâ, değil. Paradoksal olacak olan izden öncesindeki özneyi aramak olurdu.
“Sünnet derisi ben’den eski olan bir kayıptır. Bıraktığı ize musallat olması, ben’den eski bir kaybın ben’e musallat olmasıdır. Bu musallat olma, ben’den ‘bensiz bir ben’ (Parages, s: 91, 100) yaratır. Paradoksal olarak, sünnet derisi hiç varolmamıştır ve yine paradoksal olarak hiç meydana gelmemiş bir olayın meydana gelişiyle ortadan kaybolmuştur. Yara izi kendisini hiç hatırlamadığı bir ‘varlık’tan itibaren hatırlıyor olmasaydı, ne kendisi ne onu mümkün kılan ‘olay’ var olurlardı.” <fn>Mehmet Mansur, a.g.y.</fn>
Derrida, diline yabancı olmadığını dillendirirken onun dil ile ilişkisinde, etiğini duymak gerekir. Nitekim Derrida da dilinin kendisine ait olmadığını söylüyor, asla yabancı olduğunu değil. Öyleyse bir özdeşleşememe meselesi değil bu, sıradan bir başkaldırı da değil. Bahsi geçen paradoksallık, sünnet ile duyulamıyorsa bunun en makul yolu Dil’de denenmesidir. İnsan, her türlü hatırasını Dil ile kurar, yaşatır. Bu Dil’in alanına düşmeyecek kadar eski lâkin izi taşınacak kadar da canlı, bedende bir yeri olan, yaşanmamış hatıra, tutar ve tutturur. Beden ve Dil, zorunlu-verili olanlar olarak hiçbir zaman çırılçıplak kalamayacak olan insanın taşımak zorunda olduğu bir yük gibi kendisine yüklenir. Hortensia Baute sokaklarda çırılçıplak dolaşırken bunu en alasından basit bir kriz ile açıklamak, trajikomik olurdu. Yazı ile borca sadık kalınırken, beden ile kalınması, delilik denecek şey midir? Kasabalılar hikâyelerini anlatmak için sokakları doldururken bu bir erdem örneğidir de çırılçıplaklık değil midir? Dil çırılçıplak kalsaydı, ne hâlde olurduk? Eksiksiz olsaydı dil, hiçbir izi, yasayı taşımasaydı üzerinde, söylenebilecek ne kalırdı? Hortensia, yargıca herkesten çok şey anlatmıştır belki, belki de bir iz bıraktı Santiago’nun ölümü onun bedenine, kimileri görülür, kimileri görülemez. Mesele bir ölüm, mesele herkesin bildiği bir ölüm değildir Kırmızı Pazartesi’de. Santiago Nasar’ın ölümü, bir ailenin etiğini, bir kasabanınki hâline getirmiştir. Ölümü paylaşan her bir bireyin fantazmını paramparça etmek uğruna Santiago Nasar, yasanın bizzat kendisini kesmiş, kastrasyon ile yasayı yüzleştirmiştir. Onun yası ve sorumluluğu herkesindir artık lâkin asla bir çeşit millî yas gibi değil, hiç değil. Lévinas’tan son bir alıntı yapılacak, onun yaptığı Hegel okumasından bir paragraf:
“Vatandaş olmadan evrensel bir öze sahip birisi varsa o da ölüdür. Ailenin gölgeyle ilişkisi açısından kendine özgü bir erdemi vardır. Ölülere karşı görev onları gömme görevidir ve ailenin kendine özgü erdemini bu gerçekleştirir. Gömme eylemi ölü olanla bir ilişkidir, ceset olanla değil.” <fn>Emmanuel Lévinas, a.g.e., s: 99</fn>
Marquez’in tarifince ortada bir çeşit ceset de kalmamıştır -ki belki de yirmi yedi yılın ardından sorumluluğu dayanılamayacak hâle getiren de budur- fakat Nasar’ın ölüsü, herkesin üzerinedir artık. Başkasının ölümü, Kırmızı Pazartesi’de, zamanın akışının etik tarafından kırılmasına sebebiyet verir. Hiçbir zaman ödenemeyecek bir borcun, cezası çekilemeyecek bir suçun kasabayı bir etik kastrasyona maruz bırakmasının nihayeti, yirmi yedi yılın ardından gelen yazıdır ki, yazı bizatihi paradoksaldır, zamansallık değil. Dilin, demir attığı boşluğu mümkün kılan yasaya karşılık belirsizliği kırılmış ölümün darbesi, bir etiğin kökeni ki kendisinden itibaren her şey kayganlaşabilir olsun; yara gibi açılan bir köken, ölüm.
İ. Şahin Ateş
Sosyal Bilimler Platformu Blog Yazarı
s.ates@sosyalbilimler.org
Kaynakça
- Derrida, J. (1998). Monolingualism of the Other or The Prosthesis of Origin (P. Mensah, çev.). Stanford, CA: Stanford University Press.
- Heidegger, M. (2014). Metafiziğe Giriş (M. Keskin, çev.). İstanbul: avesta | METABOLE.
- Heidegger, M. (2015). Metafizik Nedir? (Y. Örnek, çev.). Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
- Lévinas, E. (2014). Ölüm ve Zaman (N. Başer, çev.). İstanbul: Ayrıntı.
- Mansur, M. (2016). Felsefe Tarihinde Antisemitizm ve Sünnet. Varlık.
- Nietzsche, F. (2015). Ahlakın Soykütüğü Üzerine (A. İnam, çev.). İstanbul: Say.
Yasal Uyarı: Yayınlanan bu yazının tüm hakları Sosyal Bilimler Platformu’na (www.sosyalbilimler.org) aittir. Kaynak gösterilse dahi yazının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.