Sevilen bir kişinin ölümünü izleyen yalnızlık Augustinus’un ve Roland Barthes’ın tanıklıklarında dile getirilmiştir; peki ama ölmekte olan kişinin iç dünyasına, yalnızlığına yaklaşmak nasıl mümkündür?
Depresif bir kaygının ateşiyle yanmak insanı öldürür. Bu çok acı verici bir şeydir, içeriği ölmekten, ölüme varmaktan ne kadar ayrıdır bilmiyorum ama burada, gene de metaforik bir ölüm söz konusudur. Kaygıyla bitip tükenmiş genç bir hanım hastamın umutsuz sözlerinden bir bölümünü aktarmak isterim:
Öldüğümü hissediyorum. Dün sabah ölüyordum. Öldüğümü hissediyorum. Kendimi bir trajedinin içinde gibi hissediyorum. Bu kadar da değil, hep uyumanın hayalini kuruyorum ve sonunda da, öldüğümün hayalini kuruyorum ama bu son hayalim, ölümüm ailemin canını yakar diye sarsılıyor. Bu yüzden intiharı hiçbir zaman ciddi olarak düşünmüyorum. Ölmek kolay değil. Kendimi kaptırmamaya çalışıyorum umutsuzca. Öldüğümü hissediyorum. Canım yaşamak istemiyor çünkü yaşamak demek ölmek demek.
Bu son sözlerde yaşamanın ve ölmenin ne demek olduğuna dair yakıcı bir tanıklık bulunmaktadır: Metaforik olmakla birlikte, kanayan bu ölüm, kaygı ve ölümün yiyip bitirdiği yaşamaktır.
Maurice Blanchot’nun[1] dediği gibi:
Sadece sonsuzluğa ölüyormuşuz gibi ölmek. Ölmek: Buzun üzerindeki yansıma, belki de, bir görüntünün yokluğunun kıvılcımı…
Ve bunlar sadece sözden ibaret değildir.
Her depresif durumda, ölüm ve ölmek, ölümün ikilemliliği ve ulaşılmazlığı, imkân ve imkânsızlığı konularına rastlanır; depresyonun fenomenolojik kökeninin derinliklerine, ancak, ölümün ve ölmenin can alıcı keskinliğiyle buz tutmuş ve sislenmiş yolu katedilerek ulaşılır. Depresyonda, depresyonu kökten bir şekilde belirleyen yalnızlıkta hayat sönmez, bununla birlikte V. E. von Gebsattel’in dediği gibi, depresyondayken zaten hayatın sonundayızdır; içsel olarak ölmüş-olma deneyiminin gölgesinin vurduğu anlatılmaz bir boşluğun çölündeyizdir. Ölümü bekleme, yaşamı beklemedir: Yeni bir yaşam biçimini beklemedir ve ölüm, mümkün bir ölümdür: Adeta bilindik bir şey gibi elle tutulur ve aşinadır, tek bir ânın cisimsiz hafifliğiyle kesintiye uğratılabilecek bir şeydir. Elle tutulamayan, sonu olmayan bir ölüm sürecini sona erdirecek bir ölüm umudu bile olmadığında, kaygı, genç hastamda da olduğu gibi, hiç dinmez:
İntihar edemeyeceğimi hissediyorum ama bu, acımı ve kaygımı daha da derin ve sancılı kılıyor. İntihara umut bağlayabilseydim, öylesine yakın bir ölüme bel bağlayabilseydim, ölümü seçebilseydim, bu korkunç acıya daha kolay dayanırdım çünkü sonumu biliyor olurdum. Ölümden yana umudum yok.
Ölüm ve ölme kaygısının ve bunlara eşlik eden yalnızlığın ifşası ve arkeolojisi, “Karmelit Diyaloglar”ında[2] altüst edici yönüyle anlatılır: Bu, Georges Bernanos’un eserinin doruk noktasıdır. Ancak bu muhteşem diyaloglara atıfta bulunuyorsam, bunun yegâne nedeni, yazarın tümör nedeniyle ölmesinden iki ay önce tamamlanmış olmalarıdır; bu diyaloglarda, özellikle de manastırın iki baş rahibesinden birinin can çekiştiğinin gösterildiği sahne, Bernanos’un kendisinin eli kulağındaki ölüme doğru yollanırken yaşadığı, belki de yaşamaktan korktuğu kaygılardan bazıları anlatılır gibidir. Ölümcül bir hastalıktan mustarip Karmel’in baş rahibesi, mere Henriette de Jesus, ölüm üzerine tefekkürle geçmiş bir hayatın, bir dua hayatının hiçbir şekilde dindiremediği bir yalnızlığın ve kaygının uçurumlarına gömüldüğünü hissetmektedir. Kendisinden sonsuz kat daha katı ve emin olan bir rahibeyle yaptığı can alıcı konuşmada şöyle demektedir:
Evet, Rahibe, öldüğümü görüyorum, doğru. Hiçbir şey bu görüntüyü benden alıp götüremiyor. Tabii ki sizin ilginiz beni hislendiriyor, buna karşılık da vermek isterim, ancak ilginizin bana herhangi bir yardımı dokunamıyor: Siz benim için geçmiş görüntülerden ve geçmiş hatıralardan hayal meyal seçebildiğim gölgeler gibisiniz ancak. Yalnızım, Rahibe, kesinlikle yalnızım ve hiçbir tesellim yok… (…) Tanrı’nın kendisi bile bir gölgeye dönüştü… Vah vah, rahibelik yemini ettiğimden bu yana otuz, başrahibe olduğumdan bu yana da on iki yıl geçti. Hayatımın her bir saatinde ölüm üzerine tefekkürde bulundum ve bunun bana şu an hiçbir faydası yok.
Rahibeyle, mere Marie de l’Incarnation ile konuşurken başrahibe şöyle demektedir:
Ne söylediğimin ne önemi var! Ne dilime ne de yüzüme hâkimim artık. Kaygı, tenimi balmumundan bir maske gibi sarıyor… Ah! Şu maskeyi tırnaklarımla sökebilsem!
Bu sözleri delilik olarak tanımlayan diğer rahibeye, şu karşılığı vermektedir:
Delilikmiş! Delilik! Benim gibi deliren birisini gördünüz mü hiç? Ah, inanın bana, kum torbası gibi yatan bu bedenin daha günlerce çok çekeceği var.
Baş rahibe, kendisini doğayla olan savaşını uzatmamaya davet eden rahibeye şunu söylemektedir:
Doğayla savaşmak mı? Bütün hayatım boyunca bunu yapmadım mı ben? Yapmasını bildiğim bundan başka bir şey var mı ki? Ve işte şimdi tuzaktayım. Mutsuzum! En meşru zevklerden bile men ettiğim şu zavallı bedenime, artık hissetmekten bile âciz olduğum şu bitkin hayvana, şimdi, hayatımda ilk kez, teslim olabilir miyim ki?
Ve Marie de l’Incamation’un, “Ah, Rahibe, size kim merhamet etmez ki!” şeklindeki buz gibi ve acımasız sözlerine, başrahibe şu karşılığı vermektedir: “Keşke öncelikle ben kendime merhamet edebilsem!” Ölümün hani neredeyse daha şimdiden hareketsiz ve bitkin bıraktığı baş rahibenin bakışı, rahibenin yüzünde dolaşmaktan vazgeçmez.
Ölmenin ve ölümün gizi, yalnızlığın derin sularına dalmıştır ve ancak Espérance‘ın gölgeli ışığında bir anlam ufku bulur. Georges Bemanos’un son sözü budur.
Eugenio Borgna, Ruhun Yalnızlığı
Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu
Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 178-181.