Demokratikleşme süreci, hem de yalnızca siyasal değil aynı zamanda bir bütün olarak kültürel ve entelektüel yaşamda da demokratikleşme kaçınılmaz kaderimizdir. Hoşnut olalım veya olmayalım bu seyrin önüne geçilmez. Dolayısıyla siyaset üzerine düşünen her düşünürün başlıca görevi, demokratikleşme sürecinin barındırdığı olanakları ve olası etkilerini araştırmaktır. Ancak bu tutum sayesinde demokratikleşme sürecinin etkileri istenen yöne döndürülebilir.
Çağımızın hâkim düşünce ve davranış kalıplarındaki demokratik niteliğin giderek daha da olgunlaştığı iddiası, diktatörlüklerin demokrasiyi bastırmalarına sıklıkla tanık olduğumuz günümüzde biraz çelişkili görünüyor.[1] Yine bu diktatörlüklerin varlığı, günümüz siyasal gerçekliğinin özünde giderek daha az demokratikleştiğini kanıtlamaz. Çünkü diktatörlükler yalnızca demokrasilerden türeyebilir; onları olanaklı kılan bizzat demokrasinin siyasal yaşama soktuğu muazzam akışkanlık imkânıdır. Diktatörlük, demokrasinin anti tezi değildir; o, demokratik toplumların karşı karşıya kaldığı sorunları çözmeyi denediği yollardan biridir.
Plebisiteryan diktatörlük, siyasal demokrasinin kendi kendini sıfırlaması olarak tanımlanabilir. Siyasal demokrasi genişleyip, içine yeni grupları aldığında, yeni gelenlerin fevri faaliyetleri bir krize ve toplumdaki siyasal karar düzeneğini felç eden bir çıkmaza yol açabilir. Böylece siyasal aygıt kısa devre yapıp diktatörlük evresine geçebilir. Bu özellikle, gelişimini ani bir şekilde tamamlamış siyasal demokrasilere sahip olan toplumları ciddi biçimde tehdit eden bir tehlikedir.
Demokratikleşmenin erken dönemlerinde siyasal karar mercileri genellikle, şöyle veya böyle tek tipli diyebileceğimiz ekonomik veya entelektüel seçkinlerin denetimi altındaydı. Henüz halka oy kullanma hakkı genel olarak tanınmadığından, kitleler iktidarın siyasaları üzerinde etkili olamıyorlardı. Siyasal gücü uzun zamandır fiilen elinde bulunduranlar, idari sorunlarla tanışık olduklarından bunların nasıl üstesinden geleceklerini biliyorlar ve ütopik tasarılara girişmiyorlardı. Ama oy kullanma hakkının yaygınlaşmasıyla, siyasal gerçekliğe aşina olmayan gruplar kendilerini siyasal işlevler yüklenmiş buluverdiler. Bu durum çok özel bir karşıtlık doğurdu; siyasal düşünceleri gerçeklik odaklı gruplar ve toplumsal kesimler, siyasal alanla ilk kez karşılaşmış, düşünceleri hâlâ ütopyacı bir nitelik taşıyan diğerleriyle birlikte hareket etmek veya onlarla siyaseten mücadele etmek zorunda kaldılar. Burjuva elitleri de bu aşamayı yaşamıştır; ama bir önceki çağda. O zaman bugün demokratikleşme sürecinin tamamlanmasıyla, bakışları eş zamanlı olmayan, aynı çağa ait olmayan gruplar siyasal işleyişte birleşmiş oldu. Bu da elbette dengesizliklere yol açacaktır.
O halde demokratikleşme, yönetici seçkinlerdeki türdeşliğin yok olmasıdır. Modern demokrasinin sık sık sekteye uğraması doğaldır. Zira modern demokrasi, yürütmenin çok daha türdeş gruplarda olduğu erken demokratik –ya da pre-demokratik- toplumlardaki sorunlara göre açık ara çok daha karmaşık sorunlarla doludur. Günümüzde bu sorunları tüm kapsamıyla görebiliyoruz, çünkü demokrasi, çağımızda uygulanma hâlindedir. Bizim için o, bir ideal değil, tüm olumlu ve olumsuz yönleriyle bir gerçekliktir. Artık demokrasiyi, bir zamanlar görüldüğü gibi, kusurlu gerçekliğin tam karşı olan, ideal temennilerin toplamı olarak göremeyiz. Doğru demokrasi kavrayışı artık onu ‘mutlak mükemmellik’ ile özdeşleştirme olamaz, zira bu, ancak uçuk bir muhayyilenin doğurabileceği bir hayaldir. Yapılması gereken, demokrasinin, kusurlarını da kapsayacak ciddi bir dökümünü çıkartmaktır. Çünkü kusurların düzeltilmesi için önce onların belirlenmesi şarttır.
Çağımıza özgü durumlardan biri de demokrasiye bir ideal olarak inananların onun bu fiili durumu karşısında hayal kırıklığı yaşamaları ve bunu aşağı görmeleridir. Siyasal demokrasilerde çoğunluğun, davranışlarında ve arzularında her zaman ‘ilerici’ olmadıklarını keşfetmeleri onları dehşete düşürür. Siyasal yaşamdaki demokratikleşme ilk olarak sol bir eğilim gösterse de sonradan siyasal güçlerin esneklik yeteneği sonucu bu eğilimde ‘muhafazakâr’ ya da ‘gerici’ akımlar el üstünde tutulabilir.
Fiili olarak uygulanmadan ve fiili olarak sınanmadan önce demokrasinin, aklın egemenliğinin muştucusu olacağını ve hiç olmazsa siyasal gücü ‘akılcı’ düşünen kişilere teslim edeceğini ummak yaygın bir alışkanlıktır. Ama bu dereyi görmeden yapılan kehanetler hiç de gerçekçi değildir. O dönemlerde toplumsal ve siyasal güçler, siyasal demokrasi karşıtlığının akıldışı eğilimler ve muhafazakârlıkla el ele yürümesine izin verecek biçimde dağıtılmışken demokrasi yanlısı tutumlar aklın egemenliğine duyulan inanç ile birleşiyordu. Bu rol dağıtımı birkaç kuşak boyunca sürdü. Sonunda, ‘akıl demokrasisinin (Vernunftfemokratie)’ yanında -Scheler’in tabiriyle- bir de ‘dürtüler demokrasisinin (Stimmungsdemokratie)’ olduğu ortaya çıktı. Gördüğümüz gibi demokrasi, her zaman akılcı düşünme eğilimlerini taşıyan bir toplumsal araç olmak durumunda değildir, hatta tersine anlık duygusal dürtülerin açıkça dile getirilmesine hizmet eden bir organ olarak ortaya çıkabilir.
Yine benzer şekilde demokrasi, bir zamanlar evrensel, uluslararası uyumu güvence altına alan belge gibi görülüyordu. Ama bugün demokraside içkin olarak, ulusların kendini dayatması ve saldırganlıklarının demokratik topraklarda serpilebilmesi gibi karşıt olasılıkları da görüyoruz. Benzer duygusal dalgalanma demokrasi ile bireycilik ilişkisinde de görülür. Demokrasi bir yandan, özgürlüğü ve bireylere özgü kişiselliğin gelişimini besleyip, her bireye ortak siyasal sorumluluk yüklemek suretiyle bireysel özerkliği canlandırır. Ama diğer yandan aynı demokrasi, bireyleri özerkliklerini bırakmaya ikna eden, gü.lü, toplumsal düzenekler de geliştirir. Siyasal sorumluluklar için henüz yeterince olgunlaşmamış kesimler kendilerinin de aniden bu siyasal güçten pay aldıklarım hissedince, bireysel özgürlüğü geliştirmekten çok bu türden düzenekleri kullanmaya yönelirler. Demokrasi bireyleri teoride özgürleştirir; ama birey kendi düşüncesini izleyebilme hakkını bir kenara bırakıp, kitlelerin anonimliğine sığınmak ister.
Özet olarak; bir yürütme tarzı olarak demokrasi, demokratik olmayan düşmanlarınca bozulmaz; demokrasiler, bizzat demokratik düzende gelişmiş, işleyen birçok etkenin kendi kendilerini etkisizleştirmeleri sonucu çöker.[2] Bizzat demokrasinin bünyesindeki yapısal tehlikelerin yanında, merkezden daha dışardaki bazı etkenleri, belirli demokratik kurumların işlevsiz hâle gelmesi gibi durumları da analım. Böylece C. Schmitt, parlamentoların bazen ustalıkla yönetilmesi gereken acil durumlar hakkında bir karara varmayı başaramaması üzerinde durarak, parlamenter demokrasinin zayıflığına gayet yerinde bir gönderme yapar.
Karl Mannheim [2017], Kültür Sosyolojisi,
Çev. Mustafa Yalçınkaya, Pinhan Yayıncılık,
s. 229-233.
Dipnotlar
[1] Bu metin 1933’te yazılmıştı. [İngilizce’den Çeviren Notu]
[2] Anti-demokratik güçlerin demokrasinin çöküşüne katkı sağlayabileceklerini yadsımıyoruz. Hatta demokrasilerde, grupların siyasal işleyişe katılımları, tamamen gruplardaki anti-demokratik eğilimlerin güdümüyle bile olabilir.