Akademik yayıncılar halihazırda tarihsel olarak yüksek sayılarda kitap üretmeye devam ediyorlar. Bu durum sert bir şekilde, bütünüyle değişmek üzere. Bu, anlaşılması oldukça zor, paradoksal bir an, tıpkı Kitabı Mukaddes’in dünyanın sonu kehanetindeki gibi. Yere çakılmadan önce, nasıl yumuşak bir iniş yapabileceğimize karar vermeli ve inişten sonra nasıl acilen havalanabileceğimizi planlamalıyız.
Kitaplar ne işe yarar? Yayınlar ne içindir? Burada, huzurunuzda bulunuyor olma sebebim kitaplara karşı beslediğim ölçüsüz sevgi. Onları neredeyse insanları sevdiğim kadar çok seviyorum. Eğer bu bir fetişizm veya putperestlikse, suçumu kabul ediyorum. Marshall McLuhan’ın yıllar önce ileri sürmüş olduğu gibi, kitabın insani gelişimin merkezinde yer almış olduğu bir zaman diliminden topyekün bir çıkışın arifesinde bulunuyor olabiliriz. O halde, kendimize karşı bir yükümlülüğümüz var: Kitapları bizim için değerli kılan şeyin ne olduğunu keşfetmeliyiz. Keşfetmeliyiz ki o şeyi korumaya çalışmamız mümkün olabilsin.
Bu yazı, benim, piyasa hepimizi esareti altına almadan ve kitap değer kaybetmeden önce, akademisyenleri, bağımsızlıklarını, bir zamanlar anladıkları şekilde kitaplar ve makaleler üretmek gibi faaliyetlerindeki bağımsızlıklarını korumak üzere adım atmaları için kışkırtma teşebbüsüm. Daimi bir yeniden değerlendirme dönemine girmiş bulunuyoruz. Temsilciler kurulu üyelerimizden birinin geçenlerde belirtmiş olduğu gibi, üniversiteler artık bünyelerinde “çürük elmalar” barındırmaya devam etmeyecekler, “… çünkü pek çok akademik disiplin ne yeni bir şeyler öğrenebiliyor, ne de gerçekten ne yaptıklarının farkında.” Yayıncılığa başlamış olduğum 70’lerin sonlarından beri gökyüzü git gide kapanıyor. Şimdi meselemiz, toprağın da ayaklarımızın altından kayıp gitmemesi.
Kar amaçlı olmayan akademik yayıncılık alanı içinde, hem yayınevinin kendi kendini döndürmesi hedefini güden, hem de düşüncenin ve kitapların itibarının korunması için çabalayan bir yayıncı olarak konuşuyorum. Aynı zamanda bir bilim insanı olarak da konuşuyorum. Bu elinizdeki metni tebliğ olarak sunduğum zaman, bazı itirazlarla karşılaşmıştım: “Nasıl olur da sistemi eleştirebilirsiniz? Harvard Üniversitesi Yayınevi olarak sistem siz değil misiniz zaten? Bu gerçeği görmezden geliyorsunuz.” İtiraz etme sorumluluğunun öncelikle sistemin içindekilere düştüğü fikrindeyim. Biz yayıncılar konumumuz itibariyle bu sorumluluktan kurtulmuş olmuyoruz.
Bu günlerde akademik yayıncılar çepeçevre kuşatılmış durumdalar; kamuoyu, vergi mükellefleri, akademisyenler, öğrenciler, kütüphaneciler, yayıncılar… Üniversite yöneticileri ve hatta bazı akademik yayıncılar kendilerini üniversite yayınevlerinin “kar merkezleri”ne dönüştürülüp üniversitenin genel bütçesine katkıda bulunması gerektiğine dair gayri makul bir beklentiye riayet etmek zorunda hissediyorlar. Bu saçma fikir de nereden çıktı acaba? Batıdaki yayıncılık faaliyetlerinin mali kayıtları Gutenberg’den itibaren mevcut ve şu açıkça görülüyor: Paralarını kitaba yatıranlar kaybediyor. Herhangi bir ıvır zıvır iş, her zaman daha iyi bir tercih olacaktır. Yayıncılık camiasının en fakir üyeleri olan üniversite yayınevlerinden kar sağlamayı düşünmek abesle iştigal. Sanırım, biz bilim insanları ve yayıncılar, tefecilerin tapınağa girmelerine göz yumduk. İsa’nın yaptığını yapıp bu tefecileri defedebilmemiz mümkün olmasa bile en azından faaliyetlerini kısıtlamak zorundayız. Tabii ki, pek çok üniversite önemli ölçüde şirket gibi çalışmaktadır. Buna sakın şaşırmayın. Pek çok kilise de öyle! Ne de olsa üniversitelerin yeteneklerimizin heba olmaması için iyi idare edilmesi gereken paraları var. Oysa geliştirilmesi gereken -maddi değil manevi- başka yeteneklerimiz var. İkinci rahatsızlığım; üniversitenin şirketleşmesinin ardından tapınağı tefecilere bırakarak, kitapların ve yayınların içlerini boşaltıp onları dünyevileştirmek isteyenlerin pek çok alana, özellikle de beşeri bilimlere hakim olmalarına rıza göstermiş oluşumuz. Yüksek eğitimin ticarileşmesinin üniversitelerin beşeri bilimler bölümlerindeki yenilik arayışlarını durdurduğuna inanıyorum. Buradaki kilit nokta -Jeremy Gunawardena’nın iddia ettiği gibi- yayın faaliyeti olabilir: Yayın faaliyeti akademik sürecin merkezinde yer alır. Beşeri bilimciler, insanlığın ortak geçmişinin izlerini sürerlerken, kitaplar ve insan eliyle üretilmiş şeyler üzerine çalışırlar. Üretkenlik artışına yönelik şirket talebiyle, yayınların sayı olarak taşıdıkları değer dışındaki bütün değerlerinin önemsizleşiyor olması arasında bir nedensellik ilişkisi olduğunu iddia ediyorum. Bugün beşeri bilimler krizde; çünkü neyin kıymetli olduğuna dair -sayılara dayanarak yapılan- pek çok varsayım beşeri bilimleri tahrip ediyor. Kitaplar karmaşık bir ortam olmaktan çıkıp, nicelik belirten nesnelere dönüştükleri zaman, beşeri bilimlerin çalıştığı diğer bütün şeyler de değerlerini kaybediyorlar. Eğer beşeri bilimciler ne yaptıklarını iyice akıllarında tutmazlarsa, başkaları hiç tutmayacaktır. Geride bırakmış olduğumuz otuzdan fazla yıl, üniversiteyi mekanikleştirme eğiliminin beşeri bilimler için ölümcül olduğunu göstermiştir. Batıda kitaba karşı yürütülen savaş Orta Asya’da, Bamiyan’daki Buda heykellerine yapılan saldırıya benziyor: Sözde daha yüksek değerler adına yapılan bir şiddet tavrı. Birinci kareye geri dönmeliyiz: Bir insanın konuşmak, yazmak veya yayımlamak istemesinin nedeni nedir?
Yeniden en değerli olan şey neyse ona yönelmeliyiz. Temel sorular sormaya cesaret etmek zorundayız, çünkü çok sevdiğimiz şey, ölüm döşeğinde.
Lindsay Waters, 2007, Akademinin Düşmanları, Çev. Müge Özbek, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, s. 7-9.