Türk edebiyatı, Türk müziği ve Türk mimarîsi. Asırların taşıdığı ahenk ve estetik değerini borçlu olduğumuz bu üç kadim sanata dair günümüzde söylenecek şeyler maalesef ki olumsuzdur. Evvela söylenecek ilk şey, en şiddetlisi ikinci yarısı olmak üzere son 30 yıldır bu üç sanatın da büyük bir kafa konforuna sahip olduğudur. Türlü ekipleşmelerin, ajanslaşmaların ve şirketleşmelerin görünür/görünmez kontrolünde yürüyen sanatlarımız, “düşmanı gösteriyorlar ona saldırıyoruz” dizesi mucibince şekilleniyor. Bu dizedeki olumsuz anlamı olumluya çevirelim ve dergi dünyamızdan bir misal verelim: Erk sahipleri “İbn Haldun!” dediği an İbn Haldun özel sayısı, Ortadoğu her karıştığında Kudüs özel sayısı hazırlayan bir dergi, hayatı ne kadar ciddiye alabilir, ne kadar ciddi olabilir? İşte tam bu sığlığı bir de müzik ve mimarî dünyamızda düşünelim. Neler mi oluyor? Maddi dünyanın arsız saldırıları etrafında şekillenen yaşamın insanı, kültürü ve sanatı kendinden ibaret sananların şekillendirmesiyle tuhaf, metafiziksel, duygusal metin bulamacının derinliğinde boğuluyor, boğduruluyor.
İçinde yaşadığımız, icbar edilen zihniyetin esası da zaten kafa konforuna dayanıyor. Bu konfora ulaşmış insanlar için politik kaygılar, ekonomik dertler, geçim sıkıntıları yok. Allah der, ötesini bırakır. Elif gibi sever. Her ramazan halkın karşısına türlü tatlı dil oyunları, divan edebiyatı sergüzeşti ile çıkan konfor insanınca halk zaman zaman “pusuda bekleyen namussuz bir eleştirmen kitlesi” de olabilir. Yahut “Türk şiiri benim” der o insan, arada bir “solcular reklam yazarı oldu” sözüne sığınsa da dergisinin gelecek sayılarını sağlama almak adına tam sayfa reklam kullanır, Üsküdar yeni sahilyolu projesini destekler, editör okulu açar. Zamanın memuru nasıl işini biliyorsa kafa konforu insanı, kafa konforu şairi, kafa konforu sanatçısı hep işini bilir.
Her şeye rağmen kafa konforu insanının aşırı gelenekçi, ultra romantik ve anormal nostaljik bir tarafı da vardır. Onun tarihi şanlı zaferlerle doludur. Dünyaya kafa tutmuş, topraklarına göz dikeni daima dize getirmiş, kafirini de kahpesini de göğsünde yumuşatmış ve meşin yuvarlığı batı denen o hiç bitmeyen düşmanın ağlarına göndermek her zaman ondan sorulmuştur. Ecdadı kutsaldır. Onların ellerinden çıkmış her şey kutsaldır. Özellikle de camiler, çeşmeler, tekkeler, mezar taşları, surlar, medreseler… Zaman zaman türlü projeler sebebiyle camilerin duvarları çatlayabilir ama olsun, kalkınmak mühim bir meseledir. Çeşmelerin kurnası murdardır ama olsun, zaman israf zamanı değildir. Tekkeler zaten zalimlerce kapatılmıştır ama uygun ‘birileri’ bulunursa derhâl yeniden ihya edilebilir. Mezar taşları bakımsız bir vaziyettedir ama olsun, şimdi mühim olan dirilere konut tesis etmektir. Surlarda siyasi pankartlar açılabilir, asırlık medreseler plastik su boruları kullanmak suretiyle yeniden kullanılabilir. Elbette halkımız da gelişmelerden memnundur. Türkiye her ne kadar oğulları ve kızları işsiz olsa da kalkınmaktadır. Biraz sabır her şeyi çözecektir. Hem şurada Kanal İstanbul projesi vardır, orada beşinci köprü, şurada yedinci havalimanı. Zaten bunların karşısında duran, “oto ağaca tapan çapulcu takımı” da vatan haininden başkası değildir. “Benim Milletim” vardır ve gerisi yalandır.
Saf Aklın Eleştirisi‘nde “Yargı yetisinden yoksun olmak, gündelik yaşamda aptallık olarak adlandırılan duruma tekabül eder ve bu acziyetin hiçbir devası da yoktur” der Immanuel Kant. Ona göre “etrafında olup biten hiçbir şeyde kusur bulmayan kalın kafalı ve dar görüşlü bir insanın” her şeye rağmen bir bilinç seviyesi, kavrama noktası vardır. Dolayısıyla eğitilebilir. Hatta belirli aşamalardan sonra âlim derecesine bile gelebilir bu insan. Ama işte ne yazıktır ki âlim bile olsa; “bu türden insanlar yine de yargı yetisinden yoksun kalabilirler, nice âlim vardır ki, bilimsel bilgisini uygularken, bu telafisiz eksiğini ayan eder.”
Her ramazan öncesinde kafa konforu insanı anormal bir gevşemeyle konuşur. Sanki bir önceki aydan farklı olarak ramazan ayında kira, elektrik, su, telefon, internet parası ödemeyecek, iş bulamayan çocuğuna üzülmeyecek, patronundan haksız azar işitmeyecektir. Otuz gün boyunca tüm bu defterleri kapatıp ‘ne olursa olsun’ az konuşacaktır. Sahuruyla iftarıyla işe yetişip eve dönme telaşıyla zaten az uyuyacak, Allah’ın farzı sebebiyle de az yiyecektir. Otuz günün sonunda da inşallah kâmil insan olacaktır. Bayramla birlikteyse hayata daha farklı bir ‘boyut’tan bakacak, çevresine neşe saçacak, insanlar arasında bir “menba-ı feyz-i iman” gibi dolaşacaktır. Onun zaten içinde hep bir sufî saklıdır. ‘Derviş olmak’ istemiştir. Bir mürşidin kapısında mürit olarak görür kendini hep mana âleminde. Ramazanla birlikte Hakk yolunun yolcusu olacaktır.
Maalesef, olamamıştır. Kabul etse de etmese de, gülünç bulsa da bulmasa da çevresindeki ahenksizlik, estetiksizlik, ahlaksızlık, rantçılık, muhalefetsizlik, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik onu bir ay önceki hâline hızla geri döndürmüştür. Bu felaket karşısında tıpkı milyonlarca insan gibi o da çaresizdir. Pagan kültürünü hatırlatan ramazan festivalleri de ona ramazan neşesi(?) getirememiştir. Söz tam da buraya gelmişken, geçtiğimiz günlerde, bilhassa 1980 sonrası Müslüman düşünce dünyasının en saygıdeğer isimlerinden Abdurrahman Arslan’ın -nihayet- yayınlanan bir röportajından aynen aktarıyorum:
Dinimizin şakaya ve ironiye dönüşmesine asla müsaade etmemeliyiz. Din, ciddiyet ister. Biz bugün her şeyi ciddiye almayan, ironiye dönüştüren bir alanda yaşıyoruz. Müslüman’ın buna çok daha dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Ramazan kutlaması festivale dönüşmüşse bunu da televizyon ülkenin her yerine yayıyorsa, orada ciddiyet kalmamıştır artık. Dindarlık kendisini televizyonun nesnesi yapmamalıdır. Görüntünün nesnesi yaptığınızda her şeyin içi çok çabuk boşalır. Bakın 10-15 yıl içinde dinimizin içi çok hızlı bir şekilde boşaldı. Kandil gecelerinde mevlitlerin eksik olmaması, Müslümanların çoğu bunu dindarlığa yoruyorlar. Bu yeni bir dindarlıktır, ama bence bizi rahmete götürecek bir dindarlık değildir.
Biraz daha geriye gidelim. Boğaziçi Bülteni’nin 37. sayısının dosya konusu “Şehir ve Toplum”du. Söz konusu sayıda Sadettin Ökten’in de son derece önemli bir röportajı yer almıştı. Medeniyet tasavvuru ve şehir düşüncesi denildiğinde bugün özellikle söz sahibi olması gereken fakat ne hikmetse görüşlerine başvurulduğunu göremediğimiz Ökten Hoca’nın bazı sözlerini hem yazıyı zenginleştirmesi hem de güncele hitap etmesi bakımından aynen aktarmayı bir görev biliyorum. Çünkü bu alıntıların içinde hem çözüm var hem de nostaljiden uzak bir şehir düşüncesi. Batının geldiği şehir noktasından kendi geleneklerimize göre filtrelenmiş bir yorum:
Ben toplumsal bazda konuşuyorum; şimdi gidin, bütün AVM’leri dolu göreceksiniz. Bizim medeniyet tasavvurumuzla alâkası olmadan yapılan binaların hepsi doluyor. Siteler, gökdelenler, apartmanlar boş kalmıyor. Bu, modern hayatın dayatması deniyor. Buna çözümü var mı diye bakmak lâzım. Bir medeniyet tasavvuruna bilinçli şekilde sahip olan toplumlarda bunun çözümü var. Batının ciddi şehirlerine, özellikle de Avrupa’ya gittiğiniz zaman bu karmaşayı görmüyorsunuz. Orada da gökdelenler var ama başka bir şekilde kullanılıyor. Sokakları, evleri, insanlarıyla oturmuş; çünkü toplumun medeniyet değerleri zihinlerinde ve gönüllerinde stabilize olmuş. Eski şehirlerini, eski sokaklarını muhafaza ediyorlar. Böyle bir fiziksel çevrenin onlara manevi bir zemin sağladığının farkındalar. Biz ise fiziksel çevreyi yok ediyoruz ve “Otuz beşinci katta hatim sürerek Müslümanlık yaşanabilir.” diyoruz. Yaşanmaz. Osmanlı deneyimi İslâm Medeniyeti’nin yaşanması açısından çok mühim bir deneyimdi. Biz şimdi onun temellerini yıkıyoruz. İstanbul bu gidişle bir hayal şehir olarak maziye intikal eder, bir arkaik nesne olarak kalır. Şu anda İstanbul’un tekrar bir medeniyete ev sahipliği yapabileceği bir sosyolojik dinamik görmüyorum.
Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, yürümekte olan meydan düzenleme projesinin sahil şeridindeki Şemsi Paşa Camii çalışmasının, revize edilmek üzere “şimdilik” durdurulduğunu Twitter’dan duyurdu. Kafa konforu insanı burada da devreye girip başkanına teşekkür etti ve hatta onu medeniyet bekçisi ilan etti, selamladı, alkışladı. Neden? Bu bir lütuf muydu? Elbette hayır. Halkın eşsiz direnciyle vuku bulmuştu bu geri dönüş. Ancak kentleşme inadı nasıl bir zehirse, Mimar Sinan’ın uygun bulduğundan “daha iyisini, daha uygununu” yürürlüğe koymak için uygun zamanı bekliyor. Bu uygunluklar üçgeninde akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim sahibi insanların halk içinde hâlâ var olması bir umut ve şükür sebebi. Projeyi onlar durdurdular. Özellikle sosyal medyadan başlatılan içeriği zengin eleştirilerle konunun en cahilinden mevzunun en ukalasına kadar herkes doğru ve tarihî önemde bilgilerle kendilerini zenginleştirdiler. Bu zenginlik bir bilince dönüştü belki de. Memleketin her yanındaki insanımızda görmek istediğimiz, açıkçası zaman zaman gördüğümüz umut veren bir bilince.
Kentlerimizde olanlar “sonradan vazgeçilen birer hata” değil, bilakis bile isteye yapılan bir tarih, kültür, medeniyet işgalidir, yıkımıdır. El’an devam etmektedir. Geri dönüşü olmayan yola gireli yıllar olmuştur. Peki kafa konforu insanı tüm bu olanların içinde ne yapmaktadır, neyi düşünmektedir? O en çok arabasını park edeceği yeri, çocuğunun gitmek zorunda olduğu kreşin mevkisini ve yeni kazılar, tüneller, köprüler ve yollarla değerine değer katan evini ne zaman okutacağını düşünüyor. Konforuna konfor katacağı günleri…
“Estetikten ticarete, siyasetten din anlayışına, sanattan kadın-erkek ilişkilerine uzanan hayatın çok farklı alanlarında bizi parçalanmış zihin ve bedenler olmaya zorlayan, her anımızı kuşatan ilişki biçimlerini, buna bağlı değer yargılarını sorgulamadan iman-amel bütünlüğü nasıl korunabilir?” diye sormuştu merhum Âkif Emre. “Muhafazakâr iktidar eliyle küresel kapitalizmin tüm kurumları artık Türkiye’de iyice yerleşti” diyordu. ‘Zihnen iyimser ama bedenen kötümserlik hali’nden bahsederken Müslümanların kafa konforuyla hayat tarzı arasında gidip geldiğini de belirtiyordu münzevi bir haklılıkla. Rahmet olsun.
Bu yazıyı yazmama sebep Rilke oldu. Bu kıymetli lirik, romantik ama hakikatin acımasız gerçeğini kendi gerçekçiliğiyle birleştirip hissettirmiş şairin şu dizeleriydi yazımın suçlusu: “Kalbimin içinden dışarıya / kocaman göğün altına çıkmak istiyorum / dua etmek istiyorum.”
Evet, dua etmek istiyorum İstanbul ve şehirlerimiz için. Ancak bu kafa konforuyla, bu beton rahatlığıyla, bu ramazan ferahlığıyla Yüce Kapı’ya müracaat etmeyi hak ettiğimi(zi) düşünmüyorum. Olanlar karşısında bir kez bile utanmıyorum, sebep olanlar bin utansın.
Yağız Gönüler
sosyalbilimler.org Şehir Düşüncesi Editörü
sehir@sosyalbilimler.org
Yararlanılan Kaynaklar
- Benim Milletim: AK Parti İktidarı, Din ve Ulusal Kimlik, Büke Koyuncu, İletişim Yayınları, 1. baskı – Eylül 2014
- Niçin Büyüyelim? Çocuksu Bir Çağ İçin Altüst Edici Düşünceler, Susan Neiman, İletişim Yayınları, 1. baskı – Haziran 2017
- Millî Gazete, Nedim Odabaş – Abdurrahman Arslan röportajı, 17.06.2017
- Boğaziçi Bülteni, Sayı 37, “Kültür ve Toplum”, 2013/2, sf. 86-94
- Âkif Emre, “Kafa konforu mu, hayat tarzı mı?”, Yeni Şafak, 16.04.2017
- Eugenio Borgna, Bekleyiş ve Umut, Yapı Kredi Yayınları, Mart 2015
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.