Jacques Derrida, yaygın biçimde, 20. yüzyılın sonlarındaki en önemli Fransız filozof olarak kabul edilmektedir. Buna rağmen, 1992 yılında Cambridge Üniversitesinde fahri doktora unvanı için aday gösterildiğinde, Anglo-Amerikan felsefesinin ileri gelenlerinin önemli bir bölümü bu adaylığa öfkelenir; dokuz ülkeden on sekiz filozof, bu karara karşı yazılmış bir mektubu imzalayarak The Times’a gönderirler. Mektupta Derrida’nın çalışmalarının “Dadaistlerinkine ya da somut şiir yazan şairlerinkine benzer zırvalıklardan ve saçmalıklardan” meydana geldiği ve “akıl, hakikat ve bilimin değerlerine kısmen anlaşılır saldırılardan biraz daha fazlasını” içerdiği yazılır. Dolayısıyla, Derrida’nın mirasını anlamak, neden böylesi sert eleştirilerin hedefi olabildiğinin anlaşılmasını gerektirir.
1930 yılında Cezayir’de Yahudi bir ailede doğan Derrida, insanların farklılığı üzerine sabitlenmiş kategorilerin dayatılmasının neden olduğu zararı oldukça erken yaşlarda öğrendi: 1942 yılında Vichy rejimi, okula gitmesi izin verilen Yahudi öğrencilerin sayısını azaltır. Bu uygulama, Derrida’nın okuldan atılmasına ve görece şans eseri eğitim aldığı bir dönem yaşamasına yol açar. 1949 yılında, daha sonraki eğitim hayatı için Fransa’nın başkentine taşınır ve 1956 yılında Alman filozof Edmund Husserl üzerine bir inceleme yazarak öğretmen olmaya hak kazandığı agrégation sınavını geçer. Cezayir’deki askerlik hizmetinden 2 yıl sonra, 1964 yılında Paris’te, her sene yeni bir konu başlığıyla entelektüel ilgiyi bir mıknatıs gibi çeken haftalık seminerlerini yirmi yıl boyunca sürdürdüğü École Normale Supérieure’de öğretmenliğe başlar.
Derrida, 1962 yılında çevirdiği Husserl’in Geometrinin Kökeni adlı kısa eserine, sonraki düşüncelerinin tohumlarının henüz atıldığı kitap büyüklüğünde bir giriş yazmıştır. Fakat Fransız felsefe sahnesine asıl damgasını 1967 yılında vurmuştur. 1967 yılında en azından üç kitap (L’écriture et la difference (Yazı ve Fark), La voix et le phénomène (Ses ve Fenomen), Gramatoloji Üzerine (De la grammatologie)) yayınlayarak, 2004 yılında pankreas kanserinden ölümüne değin kariyerini karekterize eden hayret verici üretkenliği ve özgünlüğünü gözler önüne serer. 5 yıl sonra, Derrida’nın konumunu İngilizce konuşulan dünyada “postyapısalcılık” olarak bilinen düşüncenin en ön sıralarında iyice sağlamlaştıran bir başka kitap üçlüsü daha piyasaya çıkmıştır: La Dissémination (Yayılım),Marges de la philosophie (Felsefenin Kıyıları) ve Positions (Konumlar). Bunları, sabit bir yayın akışı takip etti; en sevdiği yayıncı Galilée tarafından ölümünden kısa bir süre sonra basılan ciltte, kendi yayınevlerindeki elli yedi kitap ve diğer yayınevlerinden otuz bir kitap listelenmiştir. Ve bu liste, kırk yılı aşkın süredir verilen ve o zamana kadar yayınlanmamış, planlanmış seminer serisinden yalnızca ilk iki cildi içermekteydi.
Derrida’nın yelpazesi olağanüstüydü: Platon ve Aristoteles’ten kendi çağdaşlarına pek çok filozofun çalışmaları üzerine ve sayısız Fransız, İngiliz ve Alman yazarın şiir, roman ve tiyatro çalışma ile ilgili analizler yapmıştır. Görsel sanatlar üzerine eleştirileri en iddialı yayınları arasındadır ve güncel politik meselelere çarpıcı katkılarda bulunmuştur. Etkisi çok daha kapsamlı bir disipliner ve kurumsal yelpazede, politik hareketlerde ve yaratıcı pratiklerde hissedilmiştir.
Böylesi üretken ve kapsamlı bir zihni kısaca özetlemek oldukça zor bir iştir ancak yine de Derrida’nın düşüncesinin bazı merkezi başlıklarının taslağını çizebiliriz. Pek çok çalışmasında odaklandığı varsayım kümesi (hem Batı felsefe geleneğinin hem de “sağduyu”nun tam kalbindeki varsayımlar) varlık olarak nitelendirilebilir. Kendi bilincim üzerine derinlemesine düşündüğümde deneyimlediğim şey öz-varlığımdır: kendilik bilincim ile özüm arasında müdahil bir açıklık yok gibi görünmektedir. Benzer biçimde, gördüğüm ve duyduğum dünya kendini bana dolayımsız olarak sunmaktadır. Sürekli karşılaştığım anlamlar kendilerini doğrudan doğruya sunuyor gibi görünmektedir; varlığın görünüşe göre dünyadaki yalın burada (uzamsal) ve şimdisinin (zamansal) nasıl bölünüp karmaşıklaştırılabileceğini anlamak zordur.
Mevcut olanı (şimdi, burada) ve mevcut olmayanı (geçmiş ya da gelecekte) keskin biçimde birbirinden ayıran ve düşünce için saf bir köken ve güvenilir bir zemin arayan varlık, Grekçe logoskelimesi ile ifade edilmiştir. Bu yüzden Derrida’nın bu düşünme şekline verdiği isim logosentrizmdir. Şayet varlık temel ve devredilemez ise varlığı çıkmaza sokma ya da ona leke sürme tehdidi taşıyan herhangi bir şey ikincil, türev ya da müessif olarak nitelendirilmelidir. Varlık bir değer olduğundan, uygun (proper) olan şeydir; anlama, bilince, varoluşa ve aynı zamanda iyiye ve doğruya uygun olan şey varlıktır (propre kelimesi Fransızcada temizlik ve saflık gibi bir anlama da sahiptir). Derrida “varlık metafiziğini”, türev, karmaşa, bozunum, rastlantı bağlamında düşünmekten ziyade yalın, el değmemiş, normal, saf, standart, kendiyle özdeş olduğu düşünülen bir önceliğe ya da bir kökene ’stratejik’ ve ‘ideal’ bir dönüş” olarak tanımlar.
Peki ya varlık şeylerin olduğu biçimden ziyade bir fantezi ya da arzularımızın bir ürünü olsaydı? Erkek dönem çalışmalarında Derrida, varlığı tehdit eden safsızlıkları uzak tutmaya yönelik girişimlerin, ikincil olan kimi niteliklerin aslında birincil olduğunun ispatlanmasıyla başarıya ulaştığını göstermek için pek çok felsefi, dilbilimsel, otobiyografik ve antropolojik metni tekrar tekrar analiz etmiştir. Bu erken dönem çalışmalarının en iyi bilinen örneği, Gramatolojinin konusu ve Yayılımın (La Disémination)bir bölümüolan söz ve yazı arasındaki ilişkidir. Derrida, Batı düşünce tarihinde, yazının, söz tarafından tercüme olunan ikincil bir sistemken; sözün birincil ve kendine yeten bir sistem olduğuna dair bir varsayım olduğunu iddia etmiştir. İncelediği tüm düşünürlerde yazı, kökeninden koparılmış, yozlaşmaya açık, ben’in, dolayısıyla varlığın, canlı bir ifadesinden ziyade bir dizi ölü sembol olduğundan, söze göre yetersiz bulunmuştur.
Fakat Derrida, yalnızca bu önyargıyı işaret etmekle kalmaz; dikkatli bir okumayla, Platon’dan Jean-Jacques Rousseau, Ferdinand de Saussure ve Claude Lévi-Strauss’a, sözü mümkün kılan düşünürler tarafından yazının sürekli olarak yetersiz bulunmasına neden olan niteliklerin ne olduğunu gösterir. Söz, ne derece dolaysız olduğu fark etmeksizin, konuşmacı ve dinleyiciye, onların dil sistemi ve kültürel bağlamı tarafından dolayımlandığını hissettirir ve her zaman tahrif edilebilir ve yanlış anlaşılabilir bir konumdadır. Dil, herhangi bir formunda, her zaman yazının bir biçimidir (Derrida bu genelleştirilmiş anlama “arkhe-yazı” der); asla varlığın saf bir tecellisi değildir ve sadece bundan dolayı işlev görebilmektedir. Bu düşünce, incelenen düşünürlerin, varlığın saflığı ve sadeliği yanılgısını koruyabilmeleri adına, çoğu zaman şiddetli bir şekilde direnmeleri gereken kavrayıştır.
Derrida’nın, Platon’un Phaedrus, Rousseau’nun İtiraflar, Saussure’un Genel Dilbilim Derslerive Lévi-Strauss’un Hüzünlü Dönenceler gibi çalışmaları üzerine yaptığı sayfalar dolusu yakın değerlendirmesinin amacı dilin çalışma şekli üzerine bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek değildir yalnızca. Derrida’ya göre bu durum; Batı düşüncesinin merkezinde bulunan ve felsefenin anlam, öznellik ve iletişimi ele alış biçimine temel oluşturmakla kalmayıp aynı zamanda derin etik içerimleri de olan daha geniş çaplı bir problemin göstergesidir. Derrida, kariyerinin ilerleyen bölümünde enerjisinin büyük bir kısmını bu etik sonuçlarını geliştirmek için harcadı.
Derrida’nın felsefi etkinliğini isimlendirmek için icat ettiği terimler arasından sadık kaldığı “yapısöküm” (déconstruction)kelimesi pek çok dilin parçası haline geldi. Terim, en azından iki bakımdan kullanışlıdır: ilk olarak bu terim, saf bir felsefi argümantasyondan ziyade, Derrida’nın tercih ettiği yöntemi yansıtan bir okuma biçimine gönderme yapar. Saf argümantasyonun, varlığın olanaksızlığını göstermek adına neden en iyi yol olmadığı halihazırda açık olmalıdır; böylesi bir yaklaşım karşı çıkılan şeylerin doğasının sorunsuz olduğunu varsayar ve aklın geleneksel prosedürlerini kabul eder. Varlık (ya da öz-varlık) varsayımından kaçamayabiliriz fakat varlığın sınırlarının göstergelerini pek çok keskin zekalı düşünürde saptayabiliriz. İkinci olarak ise yıkım/söküm (destruction) kelimesinin, daha pozitif bir “con” önekinin eklenmesiyle, genişlemesine gönderme yapmaktadır. Bu tarz bir okumamın salt negatif olmadığını ortaya koyar. Derrida, yapısökümün olumlayıcı doğası üzerinde sıklıkla durmuştur.
Anlamın ve varoluşun temel prensibi varlık değilse nedir? Dil ve düşünce varlık varsayımına bu derece bağlı olduğundan Derrida, önerdiği alternatifi bir nebze daha dolambaçlı yollardan ifade etmek durumundadır; basitçe tayin edilebilecek ya da açıkça görülebilecek bir şey değildir. Daha önce gördüğümüz üzere, kullandığı terimlerden biri “yazı”dır. Ancak bu taktik yanlış anlaşılmaya müsaittir. Bu sebeple Derrida, Fransız söz dağarcığında olmayan bir kelime icat eder: différance. Bu kelime hem “fark” (difference) hem de “gecikme” (deferral) anlamlarını çağrıştırır. Anlamın kökeninin uzamsal mı (bir arada var olan mevcudiyetler arasındaki farklar) yoksa zamansal mı (geçmişten geleceğe gecikmeler) olduğuna karar vermek güç olduğundan Derrida’nın anahtar terimlerinden bir başkasını kullanmak gerekmektedir.
Kökenin safsızlığı görüşünün açıklık kazanmasına yardımcı olacak bir başka terim “iz” (trace)dir. Dilbilim teorisinden gelen basit bir açıklamadır. Herkesin çok iyi bildiği gibi Saussure, dilin (ya da herhangi bir işaret sisteminin) maddi özler bağlamında değil formal farklar bağlamında işlediğini göstermiştir. Bat sözcüğündeki “b” harfinin burada başarılı şekilde işlev görmesinin sebebi özü itibariyle titreşimli, çift dudak, patlamalı bir ses olması değildir; burada yer alabilecek “m”ya da “s” gibi diğer sesbirimlerinden farklı olmasıdır. Dolayısıyla anlamın oluşmasına iştirak edebilmesi ne olduğu kadar ne olmadığına da bağlıdır. Varlık ve yokluk birbirini karşılıklı olarak dışlayan zıtlıklar değildir; Saussure’ün tüm anlamın temelini oluşturan farkları différancelardır.
Derrida’nın felsefi metinler üzerine yaptığı titiz okumalar, bu metinlerin, Aristo mantığının uzlaşımlarını açıkça sürdürürken dahi bu tür rasyonel olmayan yapılara nasıl dayandıklarını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Edebi metin okumaları ise bilakis, çalışmanın ve yazarının imzası ve genel dil yasalarının kendine mahsus kullanımları için “karşı-imza” (counter-signature) kavramını önererek bu uzlaşımlar için çalışmaların kendi zorluğunu meydana çıkarmayı amaçlar. Shakespeare, James Joyce, Franz Kafka, Paul Celan, Jean Genet ve pek çok diğer yazar, yalnızca felsefi yapısöküm bağlamında değil, aynı zamanda edebi çalışmaların her birinin kendi tekil biçiminde, rasyonel düşüncenin sınırlarının sorgulanması bağlamında da bu tarz bir girişimden payını alır.
Derrida’nın etik görüşleri için anahtar bir kelime seçecek olsak bu “konukseverlik” (hospitality) olurdu. Fransa’daki “kağıtsızlar/belgesizler”in (sans-papiers)[1] haklarını desteklemek ve göçmen şehirlerini savunmak konusunda aktif bir düşünürdü ve tüm düşünce tarzı akademik disiplinlerin ve kültürün kabul gören normlarının dışında kalanları daha geniş ölçekte kapsama isteğine dayanıyordu. İnsani ve sosyal varoluşun motoru, gelebilecek olana tam anlamıyla açıklıktır ve bu açıklık, sabitleşmiş bir zeminin yokluğuyla doğrudan ilişkilidir. Varlığın arke-yazı, différance, iz-yapı gibi alternatifleri değişimin kaçınılmazlığını, dışarının içeriye yararlı bulaşımını, haricinin baskın karakterini ve imkansızın imkanını ima eder.
Haricinin baskın karakteri ve imkansızın imkanı salt retorik bir gösteriş gibi görünebilir ancak aslına bakarsanız Derrida, imkansızlık sorununu oldukça ciddiye alır. Konukseverliğin imkansız olduğunu söyler. Gerçek anlamda konuksever olmak, konuğun tam olarak özgür olabilmesi adına diğerinin, konuğun tüm hususiyeti üzerindeki kontrolünden, (konuk için de söz konusu olabilecek) tüm feci sonuçlarını da hesaba katarak, toptan vazgeçmesi demektir. Dolayısıyla konukseverliğimiz ister istemez bazı koşul ve sınırlarla çevrelenmiştir ancak bir konuğu koşulsuz karşılamanın saikiyle garanti altına alınmadığı müddetçe buna konukseverlik diyemeyiz. Aynı durum vermek, affetmek, sevmek, yas tutmak ve adalet için de geçerlidir. Tüm bunlar imkansızdır ancak tam olarak bu imkansızlıkları, onları etik değerler haline getirir.
Öyleyse Derrida’nın çalışmaları neden pek çok felsefi kurumun sadece muhalefetine değil aynı zamanda (zaman zaman gazeteciliğin de teşvikiyle) düşmanlık ve kinine de neden oldu? Sebeplerden biri, kuşkusuz, Derrida’nın tarzıdır. Gelenekle olan ilişkisi, her şeyden öte, açık sözlü bir argümanı gerektiriyordu ve The Times’taki mektubun yazarları için pek nahoş olan (İlaveten, Derrida’nın çalışmaları edebiyat bölümlerinde muazzam bir etkiye sahipti), “zırvalık ve saçmalık”tan ibaret, kendi tarzına özgü daha ziyade edebiyatla ilişkili bu biçimsel araçlardan asla imtina etmedi. Daha önemli bir diğer sebep ise Derrida’nın düşüncenin kökenlerine dair getirdiği açıklamasının, Platon ve Aristoteles’te bulunan felsefi teşebbüse bir meydan okuma teşkil etmesidir ve onu eleştirenlerin ürettiği karikatürlerin aksine bu meydan okuma günümüze kadar ulaşmıştır. Onu hakir gören bu kişilerin gözden kaçırdıkları şey ise Derrida’nın, tüm kariyeri boyunca yaptığı özenli analizlerinin, titiz anlatılarının, geniş bilgi birikiminin ve düşünülemez olanı düşünme konusundaki istekliliğinin açığa vurduğu esas felsefi değerin kapsamıdır. Yazıları, aklı müreffeh olanın ardına bakmaya zorluyorsa Derrida, felsefenin her daim yaptığı en iyi şeyi en iyi şekilde yaptığı içindir.
This article was originally published at The Times Literary Supplement.
Çeviri: Gamze Doğan
Sosyal Bilimler / Çevirmen
gamze.dogan@sosyalbilimler.org
Kaynak: Derek Attridge / The Times Literary Supplement
Jacques Derrida: The Problems of Presence
Dipnot
[1]Fransa devletinin yasal hakları tanımadığı, kimlik vermediği bu yüzden yasal olarak çalışma hakkı olmayan bir göçmen statüsü.
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.