Mutlakçılık ve Kafa Karışıklığı
Güncel bir noktayı aydınlığa kavuşturabilmek adına Filiz, iki olgudan, ülkemizde darbe girişiminde bulunan Fethullah Gülen cemaati ile Ortadoğu’yu kan gölüne bulayan IŞİD’den hareket ederek, bu örgütlerin düşünsel zeminini inceliyor. Ve işi daha da genelleştirerek şu soruyu soruyor: Tarikat ve cemaatlerin bu şekilde siyasallaşmaları yapısal mı?
Filiz, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arap dünyasında süren tartışmaların hizipleşme ve siyasi çatışmalara dönüştüğünü söylüyor. Mezhepler ise bu çekişmelerin hukuki örgütlenme biçiminin adı. “Cemaat ve tarikatlar, dinin başarısız yenilenme girişimleridir.” Bu çeşitli İslamcı akımlar, modern çağda ve onun çok yönlü ihtiyaçları karşısında bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Selefi geleneğe bağlı Vahhabilik bunlardan biri. Liderlerine göre Kuran ve sünnet, hiçbir yorum, tevil ya da içtihada başvurmaya gerek olmadan uygulanmalıdır. Gazali, İbn Salah ve İbn Teymiye ise bu akımın doktriner yapısını yaratmışlar. Vahhabiliğin bu katı İslamcılığı ve zahiri dinci yoruma dayalı düşünce geleneğinin ortak noktası, felsefeyi ve filozofları küfürle suçlamaktır. İkinci olarak Fethullah Gülen cemaati, Said-i Nursi’nin başını çektiği Nurculuk hareketinin en büyük kolunu oluşturuyor. Nursi, İslam’da reformu Nur tarikatı yoluyla yapmayı denemiştir. Bu hareket de yeni oryantalist bir akım olarak reformda Vahhabiliğin uğradığı başarısızlığı tekrarlamıştır. Filiz’e göre, bu akımlar ve kanlı eylemleri, genel olarak İslam tarihi boyunca yalnız farklı mezheplerin birbirleriyle mücadelesini değil, aynı mezhep içinde de çekişmelerin, kanlı mücadelelerin olduğuna dair bir örnektir.
Yine Filiz’e göre İslamcılığın kafa karışıklığı felsefeyi reddetmeleri ile başlıyor. Artık “felsefesiz bir din, felsefesiz bir Tanrı ve nihayet felsefesiz bir insan vardır.” Oysa 7. ile 15. yüzyıllar arasında, uzun bir dönemde Müslümanlar bilgi ve varlığı dini-dindışı gibi kategorilere ayırmamışlar, “ilim ilim bilmektir” prensibini benimsemişlerdir. Daha sonra ise İslamcılık ve muhafazakârlık, İslami olmadığı gerekçesi ile bilim ve felsefeyi ve kaynaklarını dışlamıştır. “Mevlana filozofları açıkça kâfirlikle suçlamakta, felsefeyi din düşmanlığı olarak değerlendirmektedir.” Nurculuk Tarikatı’nın lideri Said-i Nursi, felsefe ve filozofları din ve iman düşmanları olarak nitelendirerek İslamcı geleneğin felsefe karşıtlığını sürdürmüştür. IŞİD ise, tarihsel köktenci ve tekbiçimci din anlayışlarının doğal bir sonucudur. Felsefe ve akıl karşıtlığı, İslam dünyasında “insan”ın ölümünü hazırlamıştır.
Filiz, çalışmasının belli bir noktasında şunu öneriyor: “Bence Türk ulusu, İslam’ı Arap kültürüne göre değil, Farabicilik Çağı’nın Türk sufileri olan Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana gibi bilgin ve düşünürlerin algı dünyasını sürdürecek yerli yöntemlerle yeniden yorumlamak zorundadır.”
İslamcılığın Kadınla İmtihanı
Kitabın ikinci ve son bölümünde dini eserlerdeki kadın yorumu, peygamberin ve Kuran’ın kadına yaklaşımı ve başörtüsü sorunu tartışılıyor. Bu bölümlerde Filiz, ilgili ayetleri yorumlayarak İslam’ın son 600 yılda nasıl bir yapay gelenek üzerinden kadını kuşattığını ve yanlış tefsirler, uydurma hadislerle kadın üzerinden bir iktidar mücadelesi kurguladığını gösteriyor. Filiz’e göre, İslam öncesi Türk kültüründe saygın bir yeri olan kadın, bu yerini Türkler İslam’a geçtikten sonra yitirdi. Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı eserinden örnekler sunuyor bize. Filiz ilk önce iyi ve kötü olmayı ahlak felsefesi açısından değerlendiriyor ve insanın mutlak anlamda iyi veya mutlak anlamda kötü olmadığını gösteriyor. Halbuki Kutadgu Bilig örneği, “özce katı ve zayıf” olan insanın kategorisindeki kadını, sırf cinsiyetinin farklılığıyla “kötünün kötüsü” diye nitelendirmektedir. Ve özcü tanımlamalara da sıkça rastlanıyor: ‘Kutadgu Bilig’de insan, varlık yapısı bakımından “kıskanç tabiatlı”, yine “yanılgı ile malül” ve “yaratılmış bir varlık”; insanın tabiatı kıskançtır, etini yer. Filiz, bu bölümdeki hesaplaşmasını insanın karmaşık bir varlık olduğu ve hiçbir zaman salt iyi veya salt kötü olarak tanımlanamayacağı yönündeki antropolojik yaklaşıma dayanarak kapatıyor.
Filiz, ‘Tesettür, Türban ve Kadın’ kısmında, ilk başta, İslam Rönesans’ı ya da Farabicilik Çağı’nda, erkek-kadın ayrımının kategorik olmadığını, bu ayrımın daha sonraki dönemlerde yapıldığını aktarıyor. “Türk filozofu Farabi’nin adıyla ünlenen tarihsel kesitte kadın-erkek, işlevsel düzlemde belirlenmiştir.” Peki, daha sonra ne oluyor? İslam Skolastiğinin yoğunlaştığı ve İslam Rönesans’ının sönmeye başladığı 13. yüzyıldan itibaren, kadın-erkek ayrımı, tözsel, kategorik ve ontolojik ayrıma dönüşüyor. Kadın, “fitne ve fesadın kaynağı”, “bedeninin tümü avret”, “cinsel cazibe ve bozgunculuğun asıl nedeni” olarak görülmeye başlıyor. Tam da bu noktada, her insanda içgüdüsel olarak bulunan örtünme duygusu ve dürtüsü, teolojik ve felsefi temelinden oynatılarak başörtüsüne indirgenmiş oluyor.
Filiz’e göre başörtüsü takılması hususunun geçtiği ayetler bugüne kadar yanlış yorumlanmıştır. Başörtüsüne İslam kaynaklarında ikna edici dinsel ve hukuksal bir kanıt yoktur. “Kuran’da kadınlar için, ziynetlerini açmasınlar, ırzlarını korusunlar emri, örtünmeyi anlatır, başörtüsü anlatmaz.” Örtünme ise başka bir şeydir. Türban veya başörtüsü değildir. İslam öncesindeki hür-cariye ayrımına dayanır. “Başörtüsünün farz olmadığını, erkek ve kadın için kaba avret yerlerinin örtülmesi ile ilgili ayetlerin bile sadece tek bir ayette geçen ve başörtüsü anlamına gelmeyen ayetten başörtüsünün farz olduğu sonucunun çıkarıldığını bir kez daha yineleyelim.” Filiz’e göre tüm bu tartışmalar, Müslümanlıkta şekilciliğin hangi boyutlara kadar vardırıldığını gösteren en açık örneklerdir.
Kitabı okudukça akla şu soruların gelmesi kaçınılmaz oluyor: Sadece yanlış İslam anlayışına mı dayalı tüm bunlar? Metnin yorumlanışındaki farklılık mı asıl sorun?
Yorum Sorunu mu?
Prof. Dr. Şahin Filiz’in yanıtı bu yönde. Çözüm olarak, 9. yy’da başlayan İslam Rönesans’ını tekrarlamayı ve ülkemizdeki felsefe öğretiminin ‘felsefe yapmak’ üzere dönüştürülmesini talep etmesi noktasında, işin maddi kısmını ıskalamış oluyor.
Maddi olguları düşünsel süreçlerin bir sonucu olarak açıklamak idealist felsefeye özgü bir yöntemdir. İşin bir de maddi süreçlerle ilgili, yani iktisadi ve toplumsal-tarihsel boyutu var. Kapitalizmin krizlerden krizlere girdiği günümüzde, egemenler için dünyayı yönetmek her geçen gün daha da zorlaşıyor, zorlaştıkça IŞİD ve benzerlerine ihtiyaç artıyor. Sermaye, dünya çapında yaşadığı bunalımdan çıkışı halkları daha fazla gericileştirmekte buluyor. Bu anlamda IŞİD ve cihatçı terör, modern fenomenler. Dinselleşme Ortaçağ’a ait değil kapitalizme ait bir olgu…
Kuşkusuz, Filiz de bu dini yapıların örgütlü bir güç halini almaları durumunda tehlikeli hale geldiklerini söylüyor. Bir yerde laikliği şöyle tanımlıyor: “Atatürk, aynı din içinde farklı mezheplerin, cemaat ve tarikatların siyasi erki elde etme yarışında birbirini boğazladıklarını çok iyi bilmektedir. Bunun için laiklik, “Müslüman’ı Müslüman’dan korumak için benimsenmiştir” Halbuki laiklik kategorik olarak sınıf savaşımları neticesinde burjuvazinin başını çektiği Fransız Devrimi’nin bir ürünüdür ve dini insanların vicdanlarında özgürleştirirken, dinin toplumsal ve siyasi alana olan etkisinin azaltılması ve yok edilmesi sürecidir.
Kitabın tezi en sonunda şu noktada şekilleniyor: “15. yy’a doğru İslam dünyası, bilim, felsefe ve sanata dayalı Rönesans’ını yitirince, içteki çekişmelerin ekseni yeniden, Hz. Muhammed ve hemen sonrasına rastgelen dönemdeki siyasal çıkar kavgalarına doğru tekrar oturmuş oldu.” Filiz’in İslam’ın gidişatına yönelik bu çalışması olayların düşünsel arka planını anlamamız açısından bizlere yardımcı olabilir.
- Eser Adı: Tarikat, Cemaat, Kadın: Neo-Oryantalizm’in Kadın Üzerinden Egemenlik Arayışı ve Siyasal İslamcılık
- Yazar: Filiz Şahin
- Yayınevi: Say Yayınları
- Basım Tarihi: Kasım 2016
- Sayfa Sayısı: 256
- ISBN: 978-605-02-0553-4