Mekân, yaşanılan yerdir. Dolayısıyla yaşam, mekânda ortaya çıkar. Çağımızın yaşam tarzı olarak adlandırdığı şeyle mekân tipleri doğrudan ilişkilidir. Bu ilişki, psikolojiden pazarlamaya kadar birçok alanın strateji süreçlerinde önemli bir yer kaplar. Şöyle ki; çok katlı betonarme binalardan oluşan bir siteyi tek başına “sevimli” gösteremezsiniz. Onu sevimli hâle getirmek için yeşile ihtiyacınız vardır. Ayrıca güvenlik, bu çağın vazgeçilmezi olarak yine sevimli materyallerden biridir. Yeşili ve güvenliği, betonarme sitenin yer aldığı imajın (image) sağına soluna yahut arkasına yerleştirdiğinizde ortaya daha sevimli bir görsel (visual) çıkar. İmajın imajı doğurmasından ibaret bu ‘taktiğe’ görselleştirme (visualisation) denir. Geriye tek şey kalıyor, bu görselin nerede gösterileceği (show), yani satışa sunulacağı?
Her şeyin görünebilir fakat gözlemlenemez olduğu zamanlardayız. Bu durumda reklam görselleri bak-düşünmeden geç-sonra al taktiği uygular. Bunun için uygun mekanlar vardır. Mesela çok katlı betonarme sitenin reklam afişi için en ‘sevimli’ yer, hemen arkasında yemyeşil arazi, park yahut bahçe olan olan bir billboard’dur. İstanbul’un kuytu köşelerde kalmış birçok arazinde pıtrak gibi biten park-avm’ler işte bu yüzden sevimli gelir. Akışkan modernite’nin bu yeni mekânları, görsel hafızayı aldatarak hayaller dünyasına kapı aralar (image/imagination). Bu stratejiyi fikreden zalim sistemin başındaki kişi ise yaşam mimarıdır. Sık sık röportaj verir, beynin görsel yanına hücum eder. Aşırı lüks arabalarıyla, zengin yaşantısıyla bir şövalye gibidir. Kendini “şantiyeler kralı” olarak takdim eder. Çok genç başlamıştır bu talan etme zevkine. Tırnaklarıyla kazıya kazıya gelmiştir bu günlerine, kepçeleriyle kaza kaza kral olmuştur. Yaşam mimarıdır o; en doğru arazide, en iyi ölçülerde, en uygun ödeme koşullarıyla sunar yeni bir yaşamı. Yeri geldiğinde şirketinin TV reklamlarında da oynayarak sevimli stratejisini muhteşem bitirir. Müsait olduğunuz ilk hafta sonunda sizi ofisine bekler. Kalın bir puro eşliğinde (size de takdim eder, çünkü siz de içmeye layıksınız, değerlisiniz aslında) karanlık bir odada çok kısa ve bol görselli sunumla satışı gerçekleştirir. Artık siz de imajlar dünyasının bir bireyi oldunuz.
Billboard mevzusuna kısa bir geri dönüş: Manzaraya (görselin büyülü dünyasına) tam karşıdan bakıldığında imajın yeni bir imajı hatta imajları doğurmasıyla birlikte ‘gerçek görüntü’nün en arkada bir yerlerde saklandığı bariz. Bu durumda en üst katmandaki (layer) imaj iyice belirginleşiyor ve kendisi dışındaki katmanları size unutturuyor. Geriye sadece “doğayla iç içe, çocuk cıvıltılarıyla, havuzlu, üstelik güvenlikli” bu mekânı sattıracak bir cümle (call to action) kurmak kalıyor. Sloganımsı, harekete geçirici, iç gıcıklayan bir cümle: Kıskanılan bir yaşam!
Henri Lefebvre, “Yaşamınızı değiştirmek için mekânınızı değiştirmek zorundasınız.” derken şüphesiz yukarıdaki imajlar dünyasının içine girmekten bahsetmiyordu. Lefebvre kentsel alanı toplumsal bir üretim olarak görse de bu sözüyle bizim “tebdil-i mekânda ferahlık vardır” sözümüz arasında bir ilişki olduğu falan yok. Mekân elbette değiştirilir, genişletilir, yenilenir, yıkılır, yapılır ve bunun tek maksadı insanın “güzeli aramak” konusundaki ısrarıdır, öyle olmalıdır. Mekân değiştirmek, bilge mimar Turgut Cansever‘in her seferinde üzerinde durduğu “İnsanın asıl vazifesi dünyayı güzelleştirmektir.” sözünden ilham aldığı oranda ferahlatır. Günümüzde kentsel mekânlar, birbiriyle alakasız (ahenksiz) ne kadar “şey” varsa bir araya getiriyor. Bu durum da ortaya, her seferinde şiddetlenecek yeni psikolojik rahatsızlık belirtileri çıkarıyor: Huzursuz bacak, bir hikâye ismi değildir. Eviniz yahut iş yeriniz yeterince güneş almazsa, vücudunuzdaki ferritin (demir) değeri gittikçe düşer. Bir süre sonra her gece vücudun belirli bölgeleri ağrır, sızlar, huzur bırakmaz. Yani yaşadığınız mekân, huzurunuzu elinizden alıp yerine gereksiz bir sürü ilaç ve merhem verebilir. Son dönemde yapılan araştırmalar, huzursuz bacak hastalığının en çok toplantı odalarında ortaya çıktığını söylüyor. Çünkü her toplantı odası, ‘yeni nesil’ betonarme binalar gibi karanlık, kasvetli ve kötüdür. Bu durumda tebdil-i mekân kocaman bir tüketim lafı gibi kalıyor. Taşının, yeni ihtiyaçlar bulun… Turgut Cansever’in belirttiği nokta ise içinde bulunulan mekânın, yerin, alanın güzelleştirilmesi. Çünkü bu mekânı inşa eden insan, bu mekânı güzelleştirebilir (aslında en başından itibaren güzel inşa etmelidir).
Kapitalizmin en büyük destekçisinin şu zamanlarda reklamcılık olduğu su götürmez bir gerçek. Bu gerçek, kapitalizmin imajlar üzerinden yürümesini, güçlenerek yürümesini de beraberinde getiriyor. Bu kadar imaja maruz kalan toplumlarda özü görmek büyük bir hüner gerektiriyor. Öz, kocaman bir soru işaretinden oluşan yansıma, belki de yanılsama olarak kalıyor. Burada ‘gösteri’yi imajlar topluluğu, toplamı olarak düşünmemeli. Mekana yansıyan gösteri ya da gösteriyle var olan mekanlar, sermayenin kalbidir. Bu durumda Debord‘un dediği gibi gösteri, “kişiler arasında var olan ve imajların dolayımından geçen bir toplumsal ilişki” hâline gelir. Toplumsal ilişkilerin mekanlarda kendini bulduğu söylenirse, işin içinden çıkmak da pek mümkün değildir. Bir “özel yaşam” vardır ama bu yaşam nedir, nerede kalmıştır meçhuldür. Kamusal İnsanın Çöküşü‘nde Richard Sennett, Roma devriyle modern çağ arasındaki farkın “özel yaşam”a ne anlam verildiğinde yattığını söyler. Roma’da birey, kamunun karşısına “dünyanın dinsel bakımdan aşılmasına dayanan bir ilke arayışı”nı koymuştu. Biz ise özel yaşamı; “kendi başımıza, ailemizle ve yakın arkadaşlarımızla baş başa kalmayı, kendi başına bir amaç haline getirme çabasındayız” diyor Sennett. Bu durum elbette psikolojik bir yıkım yaşatıyor bireye. Mahremiyetin, sıcaklığın ve güvenliğin olmadığı kamusal mekân, bu “psikolojik ödülleri” sunamadığı için “dışımızdaki, kişidışı dünya bize yararsız görünür; bayat ve bomboştur” der Sennett. Bu durum şüphesiz aşka, dostluğa ve evliliğe, yani yaşamın “yaşanılabilir / yaşanılmalı” tarafını da tarumar eder.
Aşkta, dostlukta ve evlilikte ruhun olmayışı, mekânla birebir ilişkilidir. Bir mekân ruhsuzsa, onun ruhsuzluğu o mekândaki aşka, dostluğa ve evliliğe de yansır. Nurdan Gürbilek, “Yenişehir’de hayat iğreti bir dekor, insanlar kurulmuş kuklalardır. Bunun özel hayattaki karşılığı da ‘soğuk aile nizamı’, ‘kibar evlilik üslubu’dur. Özel hayata; aşka, dostluğa, evliliğe ruh katacak olan, kamusal olanla şahsiyetin iç içeliğidir.” der, Vitrinde Yaşamak adlı kitabında. Bir diğer kitabı Ev Ödevi‘nde, Gaston Bachelard‘ın mekan poetikasıyla Oğuz Atay‘daki mekan ve zavallılık konularına dair bahsederken, mekanı ev üzerinden kurar. Bu ev, “ömür boyu bize eşlik eden mutluluk imgelerimizin olduğu kadar, kurtulmak için hep çaba harcayacağımız korkularımızın, dağıtmak için her yolu denediğimiz iç sıkıntımızın da kaynağı, kaynağı değilse bile ilk sahnesi”dir. Dolayısıyla sahne öyle bir sahnedir ki varoluşumuzun anlamı da olabilir, iç sıkıntılarımızın kaynağı da. Evler, arsız modernizmle birlikte yerlerini konutlara, yani hafızası olmayan mekanlara bıraktığından beri insan yersiz ve yurtsuz bir sefillikle baş başa kalmıştır. Yersizlik ve yurtsuzluk, diğer anlamlarıyla mekânsızlıktır. Bu yüzden iç sıkılmalarının, psikolog ziyaretlerinin ve depresyon ilaçları kullanımının en yoğun olduğu yerler büyük kentlerdir. İmajlar büyüdükçe insanlar küçülür; ortada robotik bir yaşam kalır. Bu robotik yaşamda kişi tek başına değil ama yalnızdır. “Kendi içine kapanmış her insan, bütün öteki insanların kaderlerine ilgisiz bir yabancı gibi davranır. O insan için tüm insan türü, çocukları ve yakın arkadaşlarından oluşur. Hemşerileriyle ilişkilerine gelince, aralarına katılır ama onları görmez; dokunur ama onları hissetmez; yalnız kendi başına ve kendisi için vardır. Ve bu şartlarda kafasında bir aile mefhumu kalmışsa bile artık bir toplum mefhumu yoktur.” der Tocqueville.
Bu uzatılabilmesi son derece mümkün yazıyı artık bitirmem gerekiyor. Çünkü dönüp dolaşıp depresif bir mekânda kalıyor yazı. Mekânı depresyonun belirtileri kaplıyor. Bu da depresyonun zamanımızda tamamen politik bir şey olduğunun kanıtı. Depresyon da şeyleşti, mekânlar da.
Yağız Gönüler
Sosyal Bilimler Şehir Düşüncesi Editörü
y.gonuler@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları Sosyal Bilimler Platformu’na (www.sosyalbilimler.org) aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.