Kelimelerin manasına uyumlu sesleri vardır. Nefes sese, ses kelimeye dönüşürken içimizdeki duvarlara çarparak içerdiği anlama, taşıdığı duyguya bürünen bir form alır. Bu nedenle etkisi sadece manasında değil, söyleyişte de gizlidir. ‘Evcimen’ örneğin, edalı bir kelimedir. Söylerken de dinlerken de iyi duygu veren rahatlatan bir müziği var. Evcimen biriyim. Evde olmayı, evde eğlenmeyi, dinlenmeyi severim. ‘Düzen takıntım’ vardır. Arkadaşlarım arasında zahmetsiz şaka konusudur ev ve tertip düşkünlüğüm. Hayatla baş etmekte zorlandığım zamanlar umutsuz ev kadını gayretiyle toplar temizlerim evimi, eylemin kendiliğindenliğiyle sakinleşir, çıkar yolu bulurum.
Son rehabilitasyon seansını, istifi kütüphanenin nefesini düğümleyen eski kâğıtları düzene koymaya ayırdım. Bir biçimde hayatıma sızmış artık hükümsüz evraklar, ‘bir gün lazım olur’ kafasıyla biriktirilmiş gazete kesikleri, senaryolar, oyun metinleri, okunmaz hale gelmiş, muradı solmuş not kâğıtları ve unutulmuş mektuplar…
“Eski bir kâğıtta yeni bir mana aramak manalı mı?” tartışılır. “Peki yeni bir mana bulmak mümkün mü?” diye sorsanız, “Mümkündür” derim. Aynı zarfa sıkışmış iki eski mektup buldum o gün. 1989 senesinin sonbaharında, iki ayrı şehirde, iki ayrı insan tarafından, iki hafta arayla kaleme alınmış iki mektup. Annem ve babamdan yadigâr. Ne önce ne de sonra başka mektuplar almadım onlardan. Ben iki yaşındayken vazgeçmişler birbirlerinden, kaybedene kadar ancak birkaç defa bir arada gördüm onları. Anne-babasına ilişkin hatırlayıp burulacağı bir hikâyesi olmayan, üstelik aşırı acıklı Kemalettin Tuğcu öyküleri hatmederek büyüyen bir çocuk için dünyanın sonu değildi ayrılık. Farkında olmadan filizlenip büyüyen ve şimdi bir yaşam biçimine dönüşen ‘yalnızlık bağımlılığımı’ saymazsak…
Dönelim Mektuplara
Yıl 1989.
Konservatuvarı bitirmiş, iki ay sonra evlenmiş, Devlet Tiyatroları sınavını kazanmış, Diyarbakır’a tayin edilmişiz ilk eşimle birlikte. Diyarbakır’daki ilk sonbaharımız…
İşte 1967 senesinde birbirinden kopmuş bir çiftin, 1989’da iki hafta arayla oğullarına yazdıkları iki mektuptan seçilmiş satırlar:
Anne: Sevgili kızım ve oğlum; hasretle başlayıp, yine hasretle mi bitirsem acaba? O bilinen şey… Ve her şey bıraktığınız gibi… Yemek, içmek, uyumak, her gün tekrarlananlar…
Baba: Sevgili çocuklarım; günler bildiğiniz tüm monotonluğuyla sürüyor. Yazıhane, adliye ve lokal üçgeni hayat törpüleyen, değiştirilemeyen fasitdairenin belirli üç noktası olmakta devam ediyorlar.
A: Çok tembelleştim. Üzerimde malum kılıksızlıkla ya durmadan okuyorum ya da makinenin başına geçip abuk subuk şeyler dikmekle zaman geçiriyorum. Sanki hiç dolmayacak bir boşluktayım!
B: Bir iki titrekliği ve zaman zaman havalarda yüzer gibi, baş dönmesini andıran bir boşluktalığı dert edinmezsem sıhhatim fena değil.
A: Babanız -ikinci eşinden söz ediyor ne yazık ki; mektuptan kısa süre sonra kansere yenik düşecek- gitgide zayıflıyor ve bir şey de yediremiyorum. Çok iştahsız. Bu sabah tartıldı, 60 kiloya düşmüş. Üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimden.
B: Anneniz -ikinci eşinden söz ediyor- hayatının en sıkıntılı günlerini geçiriyor. Sağlığında gözle görülür gerilemeler var. Bu da moraline ve günlük yaşamına menfi yönde tesir ediyor. Onu tam manasıyla içine kapalı bir hale getiriyor. Üzülüyorum!
A: İkinizi tek tek hatırlamak, öyle düşünmek istedim. Olmadı! Birbirinize karışmış olarak gözümün önüne geliyorsunuz. Tek varlıkmış gibi… Birinizi görsem ne hasretim diner ne de tatmin olurum, ikinizi bir arada istiyorum.
B: Sizleri çok özledim. Eskiden olsa Ankara’da buluşmak mümkün olabiliyordu ara sıra. Şimdi mesafeler alabildiğine uzadı; hasretin bacayı sarması da caba. Ama tanrıdan ümit kesilmez, bakarsınız bir gün yeniden bir araya geliveririz… değil mi?
A: Mali durumunuz nedir? Size para veriyorlar mı? Havalar burada çok soğudu, yorganları çıkardık. Geceleri soğuk oluyorsa buradan bir şeyler göndereyim, neye ihtiyacınız varsa, çekinmeyin bildirin.
B: Burada kış gelmeden turfandalar çıktı. Akdeniz Turizm’in otobüsleriyle bir şeyler göndermek istiyorum. 17 saatte ulaşıyorlarmış Anamur’dan Diyarbakır’a. Size ulaşabileceğim bir telefon numarası ve arama saati belirleyip bildirin, paketin çıkışını size ihbar edebileyim.
A: Allah’a ve birbirinize emanet olun yavrularım.
B: Yaşantınıza ve meslek haberlerinize intizaren her ikinizi de hasretle kucaklar, öperim. Allah’a emanet olun evlatlarım.
Sizi bilmem, ben gençliğimi -muhtemelen kendime bile itiraf edemediğim bir kırgınlıkla- anne babamdan uzakta, onlara benzememeye çaba sarf ederek geçirdim. Gerzekçe bir çaba tabii. Bir kere mümkün değil; benziyorum. Babamın kısası ve daha az yakışıklısı, annemin uzunu ve daha az güzel olanıyım. Ayrıca benzememe dürtüsü onlardan değil, benim bakış açımdaki kavunluktan kaynaklanıyor. Oysa hayatta becerebildiğim ne varsa onlardan miras.
Bir zamandır çok özleyip belleğimin loş odalarını toplayıp tertiplemeye giriştiğim anlarda; anne babamı, uzun ve zorlu hayatlar sürmüş bağımsız bireyler olarak canlandırıyorum zihnimde. Böylece belleğime yeni kimlikleriyle yerleşiyorlar usul usul.
Bazen sararıp solmuş, birkaç yorgun sayfa kalp gözünüzü açmaya yetebilir. Sevdiklerinizi toplayın, çıkarın, çarpın
bölün! Belki buna katlanabilirler. Ama kendinizi onlardan uzaklaştırmayın! Yaşıyorlarsa boyunlarına, göçtülerse anılarına sarılın sıkıca. Ne de olsa onların hikâyesi biraz da sizin hikâyenizdir…
Ahmet Mümtaz Taylan
İki Mektup, Bir Adres
Hürriyet, 11 Ağustos 2013
Brian Crain / Childhood Memories / A Simple Life – 1999