Ankara Hukuk mezunuyum ben. Okula ilk geldiğimde ana binadaki sütunları gösterdiler. Altı sütun var burada, dediler, okulun süresini gösteriyor. Emir telakki ettim, altı yıl sürdü okul. Altı yılda toplam yirmi beş saat derse girmemişimdir. Mesele basit: Her hukuk fakültesinin etrafında olduğu gibi, bizim fakültenin etrafında da ‘kopi’ler vardı. Bu kopiler ders notu satardı. Bazı öğrenciler para karşılığı not tutardı. Bir süre sonra ses kaydına dayanan notlar çıktı. Bir öğrenci hatta belki kopi çalışanı derslere kayıt cihazıyla geliyor, dersler kayda alınıyor, daha sonra bunlar yazıya geçiriliyordu. Nihayetinde ortaya çıkan not, hocanın ağzından çıkan her şeyi kağıda döküyordu, espriler de dahil. Ses kaydı meselesi, kötü tutulan not sorununu da ortadan kaldırmıştı. Hocaların kopicilerle kavgalı olduğunu da duymuştuk. Telif hakkı iddiasıyla dava açtıkları söylenirdi. Hocalar kopicileri sevmezdi. Hem kopiciler hocanın sırtından para kazanıyor ama kazançlarını hocayla paylaşmıyordu hem de öğrencinin derse ilgisi azalıyordu.
Ben de dahil olmak üzere binlerce öğrenci fakülteye sınavdan sınava uğrayarak okulu bitirdi. Ha bir de ekstern denen bir şey vardı. Yönetmelik tam olarak nasıl ayırım yapıyordu bilmiyorum ama asıl mesele şuydu: Normal öğrenciler derse gelmek zorundaydı ama ekstern öğrencilerin böyle bir yükümlülüğü yoktu. Öyle bir olay gerçekleşmiş miydi hiç bilmiyorum ama sınıf dolu olduğu takdirde ekstern öğrencilerin dışarıya çıkarılma olasılığının olduğu konuşulur dururdu. Hatırladığım kadarıyla dersleri eksiksiz takip eden ekstern öğrencileri vardı. İşin tuhafı, eksterni kazanabilmek için çok daha az puana ihtiyaç vardı. Ama fiili olarak iki program arasında herhangi bir fark yoktu. Derse isteyen gelir isteyen gelmezdi. Zira hukuk fakültelerinde derste yoklama alındığı görülmüş şey değildi.
Öğrenci sayısının çokluğu, amfilerin yetersizliği, büyük şehirlerin ulaşım sorunu ve pahalılık gibi etkenlerle de sanırım, hukuk fakültelerinde derse devam diye bir kavram yoktur. Daha eskilere dayanan bilmediğim başka nedenler de olabilir ama gördüğüm, bildiğim şey, hukuk fakültelerinde yoklama yapmanın ayıp olduğudur. Çok öğrencili eski hukuk fakültelerinden mezun olup az öğrencili fakültelerde öğretim üyeliği yapan hocalar da devamsızlık geleneğini sürdürdü. Dolayısıyla yoklama alınmaması, hukuk fakültelerinin şanındandır. Yönetmelikler ne derse desin, pek çok yerde hukuk fakültesinde hocalar, zaman zaman yöneticilerin yoklama alınması yönündeki zorlamalarına bile uymazlar. Yoklama alan hocalar ayıplanır. Elbette bu gelenek, az öğrencili fakültelerin veya az öğrencili sınıfların oluşmasıyla delinmeye başlandı.
Kopi geleneği, ekstern program ve hocaların geleneksel yoklama almama tutumu bir araya geldiğinde, şu soruyu sorma hakkımız var: Hukuk fakültesinde hocalara gerçekten ihtiyaç var mı?
Daha sonra başka yazılarda ele almayı düşündüğüm bazı hususları ana hatlarıyla söyleyerek geçeyim: Hocalar kendilerini vazgeçilmez görür. Kendisi olmazsa dersin bir anlamı yoktur. Ders mutlaka ‘dinlenmeli’dir. Öğrenci anlamadığı yeri sorabilir mesela. Hoca bir yandan yoklama almaz, diğer yandan derse gelmeyen öğrenciye gıcıktır. Derse gelmeyen öğrenciye özel bir kötülük yapmaz ama onlara derste sürekli göndermede bulunur. İyi öğrenci, derse katılımıyla kendisini belli eder hocanın gözünde. Derse katılanlar her ders övülür, gururları okşanır. Bir öğrenci başarısız olmuşsa ve durumunu dersin hocasına aktarmışsa, kendisine sorulan ilk soru, derslere devam edip etmediğidir. Eğer derslere devam etmemişse, başka bir şey sormaya gerek yoktur; neden bulunmuştur.
Halbuki hukuk hocası çoğunca ‘sesli okur’. Bazen gerçekten sesli okur. Ders kitabını yahut kendi hazırladığı notları kürsüye koyar ve okur. Teknolojinin gelişimiyle birlikte PowerPoint sunularını duvara yansıtır ve oradan okur. PowerPoint hukuk hocası için, okuyacağı satırları öğrencilerin de görmesini sağlayacak muhteşem bir buluştur. Hazırlanan sunular fotokopiye bırakılır ve öğrenciler de ders notlarına kavuşmuş olur. Teknoloji harikadır.
Bazen hoca, yıllardır anlattığı dersin metnini zihnine nakşetmiştir. Oradan okur. Biraz teatral yeteneği varsa, espri ve anekdotlarla süslenmiş metnini, her yıl aynı şekilde anlatır. Dersi ikinci defa alıyorsanız mesela, nerede hangi fıkranın anlatılacağını, konunun neresinde en ön sırada oturan öğrencilere hangi sorunun sorulacağını bilirsiniz.
Hukuk hocası esasında ders işlememektedir. Konferans vermektedir. Bir dönem boyunca onlarca konferans verir. Karşısındaki kitlenin durumuyla ilgilenmez. Onların hazırbulunuşluk durumuyla ilgilenmez. Karşısına maket de koysanız, başka bir fakültenin öğrencilerini de getirseniz anlatacağı şey ve anlatım tarzı aynı kalacaktır. Çünkü esasında ortada bir hoca yoktur. Bir okur vardır. Sadece yüksek sesle okumaktadır.
Hal böyle olunca, kopiciler rağbet görür. Benim öğrenciliğim kopilerden aldığım ders notlarıyla geçti. Elinizde ders notu varsa derse gitmek anlamsızlaşır. Neden mi? Küçük bir hesap yapalım: Ders için erken kalkmak zorundasınız. Yol parası vereceksiniz. Büyük şehirlerde ulaşım için ciddi bir zaman harcayacaksınız. Akşama kadar özgür olmayan bir ortamda ders dinleyeceksiniz. Ve dönüşte yine para ve zaman harcayacaksınız. Dersi tekrar etmek için belki not tutmak zorunda kalacaksınız. Not tutamıyor iseniz yine ders notu satın alacaksanız. Halbuki derse gitmeyip de ders notlarını aldığınız takdirde sadece notlara para vereceksiniz. Ve en önemlisi: Hocanın bir saatte anlattığını siz yirmi dakikada okuyabileceksiniz. Eğer hocanın yaptığı sesli okuma ise, siz de kendi kendinize okuyabilirsiniz. Eğer hoca bir ders kitabı önermiş ve oradakileri tekrarlayarak sınavda geçer not alabiliyorsanız, hocayı dinlemeye ihtiyacınız yoktur.
Sistem zaten zaman zaman ekstern programlar açarak, öğretim üyeleri ise yoklama almayarak ve sesli okuyarak kendiliğinden hocaların gereksizliğini ilan etmiştir. Açıkça söylenen şudur: Derse gelmenin bir anlamı yok. İsterseniz gelmeden de okuyabilirsiniz. Nitekim bütün hukuk fakültelerinin şehir dışında ikamet eden yahut çalışan öğrencileri vardır. Sınavdan sınava gelirler. Ve bir öğretim üyesi olarak gözlemim, bu öğrencilerimizin sınavlarda çok daha başarılı olduklarıdır.
Sesli okumanın alternatifi olarak genellikle ‘iyi’ konuşan hocalar gösterilir. Bir de keyifli ders işleyen hocalar. İyi konuşan hocalar, etkili bir hitabet yeteneğine sahiptir. Jestler, mimikler, sesin kullanımı, konunun düzenlenişi vs vs. Öğrenci hayrandır. Hoca çok güzel ders anlatmaktadır. Harika konuşmaktadır. Duraklamadan konuşabilmektedir. Dinleyicinin, öğrencinin ilgisini üzerinde toplamayı başarabilmektedir. Hele bir de espri filan yapıyorsa, ders muhteşem anlatılmıştır. Kaynağını şu an için hatırlayamadığım bilimsel bir araştırma vardı: İyi konuşan/anlatan öğretim elemanı ile kötü/sıkıcı konuşan/anlatan öğretim elemanının öğrencilerinin aklında kalanlar arasında çok da fark yokmuş. Ama, işte, eğitimbilim hukukçunun dikkate alacağı bir alan değildir.
Bir de keyifli ders işleyen hocalar vardır. Bu hocaları daha sonra tekrar anlatacağım. Ama keyifli ders işleyen hocalar, esasında ders filan işlemez. ‘Geyik’ muhabbeti yapar. Askerlik anısı anlatır. Siyasi konularda alkış alacak sözler söyler. Üç beş sayfalık ders notundan, herkesin rahatlıkla geçebileceği sınavlar yapar. Derse geç girer, erken çıkar. Az sayıda öğrenci derse katılır. Bu öğrenciler esasında derse katılmayı takıntı haline getirmiştir. Bütün derslere girmek zorunda hissederler kendilerini ve böyle ‘kral’ hocalara bayılırlar. Sadece onlar değil, kolay geçen bütün öğrenciler.
Elbette bütün hocalar böyle değil. Sorumluluk sahibi ve dersini ciddiye alan, öğrencisine katkı sağlamayı düşünen ve dersi kitaplardan farklı şekilde anlatan hocalarımız da var. Ama bunların büyük bir kısmı, yazmaları gereken ders kitabını yazamamış, bu ideal ders kitabını ders anlatımına yansıtmış kişilerdir. Eğer hocamız düzgün bir ders kitabı yazabilmiş olsa idi, kendisine yine gerek olmayacaktı. İşinin sadece okumak olmadığını, vakit ayırıp sınıfa gelmiş öğrencinin derste aktarılması planlanan becerileri edinmesi için farklı yöntemleri kullanması gerektiğini bilen ve bunu uygulamaya döken öğretim sayısı ise gerçekten çok az.
Böyle baktığınızda, hukuk fakültesinde hocalara çok da gerek yoktur. Esasen gerçekten hocaya filan gerek yoktur üniversitede. Her şeyi bilen, kendinden menkul otoriteye sahip, taşıdığı unvandan başka hiçbir değeri olmayan hocalardan ziyade, öğrenciyle birlikte öğrenen, öğrencinin kendi kendine ve deneyimle öğrenebilmesi için fırsat sağlayan kişilere ihtiyaç var. (Şimdi bana Cahil Hoca’yı özetlettirmeyin, bir zahmet kendiniz okuyuverin.) Kamu kaynaklarından sağlanan para, sesli okuyuculara veriliyorsa, ortada ciddi bir israf demektir.
Ertuğrul Uzun, “Hukuk Fakültesinde Hocalara İhtiyaç Var mı?”
Gündemliyorum, 29 Aralık 2016