Sosyal Bilimler Akademi Söyleşileri’nde, genel yayın yönetmeni Talha Dereci, The University of North Carolina at Chapell Hill Tarih bölümünde misafir akademisyen olarak post-doktora çalışmalarını sürdüren Hasan Aksakal ile Alfa Yayınları’ndan yayımlanan kitabı Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm üzerine söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide özellikle Türkiye’de muhafazakârlık denildiğinde temsil noktasında görülen Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Cemil Meriç gibi isimlerin halı altına süpürülen duruş ve görüşleri, Türk muhafazakârlığının hatırla(t)ma gayreti ve unut(tur)ma temayülü, Avrupa merkezci bakış ve muhafazakârların Batıya bakışı gibi konulara dikkat çekildi.
Kitabın henüz başında Komünist Manifesto’nun bazı metinlerinde küçük değişiklikler yaparak 19. yüzyıl Batı Avrupa komünizminin en temel metninin, 21. yüzyılda Türkiye’deki yeni muhafazakârlığı anlatmada hayli açıklayıcı olduğunu iddia ediyorsunuz. Öncelikle Türkiye bağlamında yeni muhafazakârlık nedir? Eskisi neydi?
Aslında bu referansın açıklayıcı olduğunu iddia etmekten çok, bu konudaki şaşkınlığımı dile getiriyorum. Bu okuma, biraz kışkırtıcı bir giriş yapma isteğimin yanı sıra, hem coğrafya hem de tarih itibariyle tartışmamızın çerçevesini biraz genişletme ve Türkiye’ye daha geniş bir zaviyeden bakabilme arzumun bir tezahürü aslında… Türkiye nüfusu, ekonomisi, coğrafyası gibi kriterler üzerinden bakınca her yerden görünecek büyüklükte bir ülke olmakla beraber entelektüel, sanatsal, kültürel açıdan hayli periferide kalan, hatta önemsizleşen ve maalesef bu konularda biraz da kötü şöhreti olan bir ülke. Murat Belge’nin vaktiyle sorduğu soruyu tekrarlayıp “Türkiye, Dünyanın Neresinde?” deyince, İKSV’nin Şubat ayında yayımlanan kültür-sanat raporu gibi, benim kitabın girişinde bahsettiğim Türkiye’de sadece 1.400 kütüphaneye rağmen 570.000 kahvehanenin bulunduğu gerçeği gibi, insanı umutsuzluğa sevk eden veriler ortaya çıkıyor. O 1.400 kütüphaneyi kullananların da bir sıkışmışlığı, bir hapsolmuşluğu var: Yabancı dil, yabancı kaynak, çeviri metinlerle zenginleşen bir dil ve özgür, bireysel, eleştirel düşünce geleneği maalesef bizde hâlâ yok… Bu şartlar altında Türkiye’deki politik ideolojiler ya da zihniyet dünyaları, dünya görüşleri kapalı devre birer yapı olarak ele alınıyor ki, farklı bir yerden bakmadıkça bilindik konu ve kişilere dair yeni kavramsal anahtarlar üretme, yeni tartışma kanalları açma imkânı kalmıyor. Akademimiz de bu tıkanıklıkla yüz yüze. Tek bir soru sormayan, tek bir eleştirel değerlendirmede bulunmadan yazılmış üç yüzer-dört yüzer sayfalık “tez”lerle doktora alıyor insanlar. Yeni bir şey söylemek bu şartlarda hayli zorlaşıyor kısacası…
Benim kitaba girişte belirtmek istediğim husus, Soğuk Savaş’ın etkisinin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla Türkiye’de gevşeyen, esneyen sosyal-siyasal yapıdaki belli boşlukları doğru değerlendirerek olgunlaşan bir “yeni muhafazakârlık” söz konusu. Yazı yüzü 1848’in Batı Avrupa komünizmin öfkesini, taleplerini, hırsını, dinamizmini Türkiye’ye tercüme eden; tuğra yüzü 1848’in Batı Avrupa burjuvazisinin bütün yozlaşma alametlerini, hantallığını, lakaydlığını gösteren bir para gibi… “Kültürel şizofreni”, “post-muhafazakârlık” gibi başka afili sözlerle ele alınabilecek bu vaziyeti ben ilk olarak klasik muhafazakârlıktan ayrıştırmak gerektiğini düşündüm. Bu niyetle bugünün muhafazakârlık anlayışını klasiklerinkinden ayıran çeşitli garip tezahürlerine dair birkaç örnek verdim: Toplum mühendisliğini amaçladığı çok belli olan ve muhayyel bir Kemalizm ile hesaplaşmaya giren ve kendine muhayyel bir geçmiş kuran, pragmatizmi gereği köklerine de karşı gelen bir muhafazakârlık biçimi bu. Tarih inşacılığından kişi kültü yaratmaya; tuğra enflasyondan, kapitalizme karşı uysallaştırılmış bir din anlayışına kadar pek çok şey bu yeni muhafazakâr gündemin vitrinini oluşturmakta. Biliyoruz ki, klasik muhafazakârlık bir anlamda itidal ve ağırbaşlılık demektir. Devrimci, yıkıcı olmaya değil; evrimci ve onarıcı/dönüştürücü olmaya taliptir. Tarihin uzun nehrinin kıvrımlarında birike birike ilerlemek demektir. Bugünse bir telaş, bir oldubitti, bir vur-kaçlı kavga hâli söz konusu… Bu, tarihsel seyre bakarak konuşacak olursak, çok büyük bir yarılmadır. Bu yüzden yeni muhafazakârlık “anti-Kemalist yeni muhafazakâr” bir kitle yaratırken Erken Cumhuriyet döneminde Kemalizm’in içinde kendine yer bulabilen klasik muhafazakârlıktan kopmakla yetinmemiş oldu. Aynı zamanda kendisine direnen yeni nesil bir “anti-anti-Kemalist” insan tipiyle beraber, kendi içinden çıkan ve ömrü hayatında Erdoğan’dan başka bir lider görmeyen muhafazakâr kökenli bir öfkeliler grubu da yarattı. Kitapta Marx’ın sözcükleriyle oynayarak belirttiğim gibi, “[Yeni] Muhafazakârlığın Kemalizm’i yere sermekte kullandığı silahlar şimdi muhafazakârlığın kendisine yönelmiş durumda.” Ve buradan ne çıkacağını hiçbirimiz bilmiyoruz…
Muhafazakârlık kelimesinin hem komünizm hem de burjuvazi terimleriyle kolayca yer değiştirebilmesi ve bu durumun absürt bir durum ortaya çıkarmaması… Muhafazakârlığın böylesine işlevsel olmasını neye bağlayabiliriz? Bu tarz bir işlevsellik Türkiye’ye özgü bir durum mu?
“Özgü”cülük yapmak istemem. Ancak hakkında üç-beş kelâm edebilecek kadar bilebildiğim Alman, İngiliz ve Rus muhafazakârlıklarında yüzeysel olanların yanı sıra hayli derinlemesine edebi, felsefi, estetik tartışmaları ve bunların evrenselleşen eserleri hep var olmuş. Bizdeyse muhafazakâr sanat ve fikir insanları, muhafazakâr adını bile koyamamış kendilerine; dünya görüşlerini kavramsallaştıramamışlar. Bu da düşünce dünyalarını, dillerini de senkretikleştirmiş. Konuştuğumuz “muhafazakârlık” bile başlı başına bir yamalı bohça değil mi? “Muhafaza” sözcüğü Arapça, -“kâr” eki Farsça, bir de üstüne Türkçe “-lık” eki gelince ortaya çıkan bu. Kavramlarla konuşamayınca kişilere, konulara bakarsınız. Bir sabit değeriniz olmaz. Kişiye göre, konuya göre, bağlama göre tartışır, sürekli yeni pozisyonlar almak zorunda kalırsınız.
Peki bu işlevsellik mi? Ben Türk muhafazakârlığının belli konularda katı olsa da genel olarak sıvı (ya da akışkan) hâlde oluşuna yoruyorum bunu. Türk muhafazakârlığı dediğimiz şekli-şemali, sınırları belirsiz dünya görüşü nasıl bir toplum hayal eder diye sorduğumuzda, cevap kabaca şöyle bir şey çıkacaktır: Kemalizm’e çok benzer bir otorite anlayışı olmalı, ama anti-Kemalist gibi de olmalı… Modern görünümlü bir toplumda yaşanmalı ama kimse de Batılılık rüzgârına, 1776 ve 1789’un ilkelerine pek de kapılmamalı… İnsanlar dindar, maneviyatçı olmalı ama yobazlığa, irticaa da teslim edilmemeli… Tam bir muğlaklıklar denizi! Necip Fazıl’da da, Yahya Kemal’de de, Ahmet Hamdi’de de, Peyami Safa’da da tüm toplumsal tasvirler bu minval üzeredir, öyle değil mi? Buna rağmen Türk muhafazakârlığının mâziden âtiye uzanan bir programı, herkesçe kabul görmüş bir referans listesi oluşamamış. Hatta tam tersine muhafazakârlığın öne çıkan suretleri her dönemde birbiriyle kanlı bıçaklı. Neyin kavgasını verdikleri de çok belli değil. Ben bugünküleri de böyle görüyorum. Kimi aşağıdan yukarı bakıp hınç duyuyor, kimi yukarıdan bakıp aşağıdakilerden dehşete kapılıyor; kimi eskiyi yıkmaya saplantılı bir gündeme sahip, kimisi de yeniden, modernden, yabancısı olduğundan korkuyor. Bir anlamıyla ortada bir absürtlük olduğu muhakkak. Vaktiyle Ajda Pekkan’ın dediği gibi, ülkede herkes ve her şey “ekstrem tenakuzlar içerisinde!”
Herkesçe kabul gören bir referans listesinin oluşmaması… Buradan ilerlersek; günümüzde Türk muhafazakârlığında ikon haline gelmiş veya sıklıkla temsil noktasında ifade edilen bazı isimlerin aslında muhafazakârlığı temsil etmediğini (dolaylı olarak) dile getiriyorsunuz. Bu durumu, muhafazakâr cenahta bir entelektüel noksanlığı veya “Türk Politik Kültüründe Romantizm” adlı çalışmanızdaki kavramdan mülhem entelektüel pusulasızlık olarak nitelendirebilir miyiz?
Bu sıkıntıdan, yani entelektüel pusulasızlık sorunundan Türkiye’de hiçbir çevre münezzeh değil. Türkçülerin ve sosyalistlerin geçmişte, 1980 öncesinde daha köşeli, daha programatik okumalar yaptıkları, daha disipline edilmiş bir dünya görüşleri olduğunu söyleyebiliriz; türlü aptallıklarla, yasaklı kitaplarla, yasaklı kavramlarla kendilerini ses yalıtımlı birer balonun içine hapsetmiş olsalar da… Ancak muhafazakârlığın Türkiye’de bir Marx’ı, Lenin’i olmadığı gibi, bir Seyyid Kutup’u, bir Gaspıralı İsmail Bey’i, bir Gandhi’si, bir John Locke’u da hiç olmadı. Batı muhafazakârlığının en bilindik isimleri olan Edmund Burke, Justus Möser ya da Joseph de Maistre’ye de bizim muhafazakârlarımızda neredeyse hiç denk gelmeyiz.
Aslında beni cezbeden daha ilginç bir ayrıntı var. Türk muhafazakârlığının öncüsü kabul edilen sanat ve fikir insanları Oryantalizme karşı çıkarken Oryantalistleri sevdiler, onlardan alıntılar yaptılar. Batı’nın çöküşünden sevinç ve ümitle bahsederken ateistleri, nihilistleri, radikalleri kendilerine referans saydılar. Doğuya hiç teveccüh göstermedi, hiç gitmediler; giden bir Yahya Kemal oldu, o da diplomatik görevinin zoruyla ve bin bir şikayetle hemen çok sevdiği İstanbul’una döndü (Halide Edip’in sürgününü bu kapsamda saymıyorum). Aynı Yahya Kemal, bir yandan Osmanlı nostaljisi icra ederken, diğer yandan Bağdatlı olan Ahmet Haşim’e karşı küçümseyici bir tavırla “Arap” deyip durdu. Bir “konumlandırma sorunu” olduğu muhakkak. Bir de üstüne, kaybolmuş birinin önüne her gelenden medet umması misali, yön duygusunu yitirmiş gibi bir hâl var muhafazakârlarımızda… Bugün de devam ediyor bu. Kof bir Maveraünnehir edebiyatı yapan “Üsküdar entelleri” -evet böyle bir tip türedi- konuştukları kültür dünyasının haritasını veremez durumda.
Bunun sebebi, diğer birçok şeyle beraber, Türkiye’de ne yazık ki sistematik düşünce becerisini geliştiren derslerin eğitim sistemimizde yer bulamaması. Sistematik felsefe, felsefe tarihi, edebiyat kuramı, edebiyat tarihi, siyaset kuramı, siyasi düşünceler tarihi ve diğer hepsi… Maalesef lise seviyesinden doktora programlarına kadar bizi ele aldığımız bir konunun hem soy-kütüğü takip edilebilir bir biçimde tarihiyle hem de o konunun dünyanın başka yerlerinde nasıl yankı bulduğunu izlememizi mümkün kılabilecek bir biçimde coğrafyasıyla buluşturamayan bir eğitim tarzımız var. Bireysel merakı olanlar içinse, daha önce belirttiğim gibi, yine eğitimle alâkalı olan dil sorunumuz, kütüphane sorunumuz var. Araştırma yapmak isteyeni destekleyecek -ve sadece bilimsel motivasyonu olan- kurumlar oluşturamama sorunumuz var… Hâliyle, daha küresel boyutu olan konuların kökünü de dalını da alıp özümseyemediğimiz gibi, kendi yerel konularımızı, dertlerimizi, fikirlerimizi de dışarıya uzatamıyor; dilimizi, dimağımızı dünyalılaştıramıyoruz. Kitapta bahsettiğim gibi, modern Türk düşüncesinin kurucu babası sayılan Nâmık Kemal bile İngilizceye çevrilmemiş bugüne dek. Bu şartlar, muhatabı sadece Türk muhafazakârı, Türk İslamcısı ya da Türk solcusu olan fikir ya da sanat insanlarına “Ne satsam alıcısı çıkar” dedirtiyor. Zaten çoklu ve eleştirel düşünce kültüründen uzak bir insan kaynağımız da olunca, söze Türkiye’nin dünya liderliğinden girip Masonlara, Yahudilere, Tapınak Şövalyelerine, Amerikan emperyalizmine, bunlar da yetmeyince İngiliz derin devletine kadar her şeyi üç adımda nasıl geri bırakıldığımıza (geri kalmışlığımıza değil, geri bırakılmışlığımıza!) bağlayıveriyoruz. Eleştirel ve rasyonel düşüncenin sözünün pek dinlenmediği yerde aklı yormayan komplo teorileri kabul görür. Açık açık yazılmışın okunmadığı yerde tarihin gizlenen sırları; Osmanlı’nın, Ayasofya’nın, Kuran’ın şifreleri çok satar. İnsanları manipüle edip nefretle donatır durursunuz. Necip Fazıl gibi birçok kanaat önderinin anti-entelektüalizme yönelme sebebi toplumdaki bu “zahmetsizce bilme” ve “düşmanı kolayca bulma” temayülünü görmüş olmalarıdır.
Beni asıl rahatsız eden de bu kadar ayan beyan olan bu tavrı Türk muhafazakârlığının hâlâ tek bir eleştirel okumaya tâbi tutmamış olması… Bugünün 80 milyonluk Türkiye’sinde muhafazakârların muhafazakârlık hakkındaki referansı Beşir Ayvazoğlu, tarihçisi Mustafa Armağan olmamalıydı… Muhafazakârlar ısrarla kendilerini zehirliyorlar.
Kitapta özellikle başlık açılan isimlerden bir tanesine değinmek istiyorum; Necip Fazıl. Muhafazakârlar tarafından bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde Fazıl’ın görmezden gelinen, unutturulmak istenen yönlerine dikkat çekmeye çalışıyorsunuz. Necip Fazıl “aslında” kimdi?
Aslında “Necip Fazıl aslında kimdi?” ifadesi tam da yeni muhafazakâr ve İslamcı dostların sevdiği spekülatif, şifre çözücü, gizlenenleri ifşa edici tarihçiliğe uyuyor. “Toplanın, size bilinmedik bir Necip Fazıl anlatacağım” demek zor. “Türkiye’yi anlamak Necip Fazıl’ı anlamaktan geçer” de demeyeceğim elbette. Onun otobiyografik metinleri zaten çokça şey söylediği gibi, dergilerdeki fikir yazıları da hemen herkesin erişebileceği mesafede. Ben soruyu, “Necip Fazıl’ı dilinden düşürmeyenler ‘asıl Necip Fazıl’ı görmezden gelerek aslında neyin peşinde?” diye sormanın daha anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Necip Fazıl müstesna güzellikte bir Türkçe demek. Harika bir şair. Ancak -dürüst olmak gerekir ki- çok yetersiz bir tarih bilgisine ve onu tehlikeli kılan daha da yetersiz bir siyasal tasavvura sahip. Üstelik karizması, gençlik üzerindeki gücü maalesef şiddet eylemlerine sebep olmuş, bu yüzden hüküm giymiş. Tabii buradan bir mazlumluk da türetmeyi biliyor. Hapse atıldım diyor ama neden hapse atıldığını hiç konuşmuyor. Çok ben-merkezli bir dünyası var üstelik. Bu da onu ifrattan tefrite savurabiliyor. Neyse, ben kitabın Necip Fazıl’a odaklanan bölümünde onun tarihsel analizlerine, sadece Ağaç Dergisi döneminden birkaç örnek vermekle yetindim. Ancak Büyük Doğu üzerine bir çalışmayla, dönemin Türkiye’sine dair çok daha ciddi bir tablo çıkarılabileceğini biliyorum. Neden kimse bunu yapmıyor, işte onu bilmiyorum.
Çok kestirmeden söylemem gerekirse, Necip Fazıl 1940’lardan ölümüne değin bir “Erdoğan rejimi” aramıştır. Onun İdeolocya Örgüsü‘nü, kendi tabiriyle başyapıtı, okuyun: metni otoriter rejim parodisi olarak görmeseniz bile, kaçınılmaz olarak gözünüzün önünde bugünkü “Saray çevresi”ne mensup adamlar canlanacaktır. Necip Fazıl bugünlerde yaşasa muhtemelen Yeni Akit‘te yazar, köşesinden onun bunun kellesini isterdi. Kondurmak istemesek de, böyle bir profil.
Cemil Meriç’te (de) zaman zaman öyle yerli ve milli vurgulamalar görüyoruz ki bugün yaşıyor olsa Tayyip Erdoğan’ın danışmanlığında bulunurdu herhalde diye düşünmeden edemiyor insan. Ne dersiniz?
Cemil Meriç’in rolünü üstlenmiş biri var zaten. Meriç’e birçok bakımdan öykünen, onun gibi aforizmalarla ve büyük büyük Batı medeniyeti, Doğu medeniyeti şablonlarıyla konuşmayı çok seven, biraz da onun karikatürü -ama post-yapısalcı karikatürü- olan Yusuf Kaplan. Yusuf Bey sizin Cemil Meriç’e uygun gördüğünüz rolü layıkıyla oynuyor ve Marx’ın o meşhur sözünü hatırlatıyor. Birinci seferkiler trajedi, ikinci seferkilerse komedidir…
Türk muhafazakârlığının sürekli bir hatırla(t)ma gayreti üzerine kurulduğunu ve Türkiye’deki muhafazakârların birçok şeyi unut(tur)ma temayülü olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu “hatırlatma-unutma kavgası” tam olarak nedir, somut örnekler üzerinden açıklayabilir misiniz?
İşte bu gerçekten zor bir soru. Çünkü kitabın ruhunu bu denklemin oluşturduğunu söyleyebilirim. Ancak en doğru cevabı birkaç cümleyle nasıl verebilirim, çok emin değilim. Evvela şunu söyleyeyim: Türkiye’de bir süredir içeriği belirsiz bir “Yeni Türkiye” söylemi dolayımıyla, bugün son üç yüz yılda başarabildiğimiz en büyük şey olan ve hâlâ bizimle beraber yaşayan cumhuriyet geçmişiyle hesaplaşılmakta. Bunun ne amaçlanarak yapıldığı da, söylemin kendisi kadar belirsiz. Ben de “Madem Eski Türkiye’yi eleştire eleştire yenisini inşa ediyoruz –inşaat her alanda milli sporumuz, malûm- buyurun bir de Eski Türk Muhafazakârlığı ile Yeni Türk Muhafazakârlığı üzerine de bir eleştirel okuma yapalım, bakalım ortaya ne çıkacak?” diyerek yazmaya koyuldum.
Sadece Necip Fazıl Kısakürek üzerinden bile verilecek bir dizi örnek yeterince açıklayıcı olabilir. Necip Fazıl’ın İnönü’nün CHP’sine mebusluk başvurusu şimdilerde yeni yeni keşfediliyor ve insanlar şaşıp kalıyor. Halbuki ondan önce Sorbonne Üniversitesi’ne Atatürk tarafından devlet burslusu olarak gönderiliyor mesela, ancak Necip Fazıl Bey bunu katiyen dile getirmiyor. Sonra o bursun sorumluluğunu yerine getirmediği hâlde affediliyor, İş Bankası’nda torpilli memuriyet alıyor, Celal Bayar ile maddi ilişkisi (en azından İş Bankası hibesiyle 1936’da çıkan Ağaç Dergisi’nin yayın hayatına başlamasından itibaren) uzun zaman sürüyor. Bütün bunlar Abdülhâkim Arvasi’yle efsaneleşen tanışma hikâyesi ve o meşhur dine dönüşünü yaşadıktan sonra da gayet tabii şeyler olarak devam ediyor üstelik. Yahudilerin tekelinde dediği finans-kapital sektöründe memurluk, “din düşmanı CHP”de, yani İnönü’nün CHP’sinde siyaset yapma çabası, “Atatürk dirilecektir” diye yazdığı coşkulu metinler ve daha bir sürü şey Necip Fazıl’ın titiz bir biyografisine ne kadar muhtaç olduğumuzu göstermekte.
Necip Fazıl’ın Menderes’le “ne kadar para o kadar CHP-karşıtlığı” diye formülleştirilebilecek ilişkisi de, 27 Mayıs Darbesi olunca “Militarist bir insanım, tek kelimeyle orducuyum” deyip işin içinden çıkması da unutuluyor, unutturuluyor ve tabii Amerikancı siyaseti hararetle savunması da, İsrail-Filistin meselesine dair 1948’de başka, 1967’de başka, 1973’te başka bakması da… Tanpınar dahil birçok eski arkadaşını yalan olduğunu bile bile Edebiyat Fakültesinde komünist propaganda yaptıkları iddiasıyla karalayıp polise sahte evraklarla ihbarda bulunmak gibi, cinayet teşebbüsüne azmettirici olmak gibi bugünün Necip Fazılcılarının asla görmek-duymak istemediği daha başka bir sürü şey bulabiliriz bu biyografide. “Kaç kere hapse atıldım, mazlumum” diyor, ama bunların Ahmet Emin Yalman’ı öldürtmeye çalışmak, Atatürk’e, Bayar’a hakaret sebebiyle olduğundan bahsetmiyor! İşte Necip Fazıl’a dair bütün bunlar unutturulup, yerine yıllarca din düşmanı zalimlerle göğüs göğse çarpışmış bir kahraman, bir aziz figürü çiziliyor. Çok uzatmayayım. Bugün sağ ile sol entelektüeller arasındaki etkileşimi tıkayan konulardan biri işte bu hatırlatma-unutturma kavgasıdır diyorum ben. Üstelik muhafazakârlar arasında kimsenin Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu okuyup eleştirel, sorgulayıcı bir nazarla değerlendirmek gibi (bir anlamda can sıkıcı) bir işe girişmeye niyeti de yok (Muhtemelen bu unutturulan Necip Fazıl ortaya çıkacak diye, Star gazetesi Büyük Doğu‘yu haftalık ek olarak okurlarına hediye etme projesini 2012’de fazla sürdüremedi. Çünkü derginin tüm sayıları o mazlum Necip Fazıl’ı değil, gayet saldırgan bir Necip Fazıl’ı göz önüne seriyor). Bunun yerine “Ce Ha Pe zihniyeti” deyip geçmek çok daha kolay geliyor. Oysa adı üstünde, Tek Parti yönetimi birçok siyasi tavrı bir araya getirmesiyle ilginçtir asıl. Tek Parti Yahya Kemal’dir de, Tanpınar’dır da, Fuad Köprülü’dür de, Şemsettin Günaltay’dır da… Özetle, bu unutturulan hususları da, ısrarla hatırlatılan hususları da dikkatle ve yeni baştan yorumlamaya muhtacız. Ben kitabımı böyle bir motivasyonla şekillendirdiğimi söyleyebilirim.
O zaman şu soruyu ister istemez dile getirmek lazım; görünür ve popülist olmak Türkiye’de sağ siyasetin kaçınılmaz bir sonucu mu?
Görünür ve popülist olmakla sağ siyaset arasında doğrudan bir hat çekmek yerine, kimin neye talip olduğuna bağlıyorum ben bunu. Yani akacak mecra arıyorsanız, elbette her devirde tavrınızı biraz biraz değiştirerek pek âlâ yolunuzu bulursunuz (Yolunu bulmayı burada iki anlamıyla da kullanıyorum).
Türk sağının pek çok alanda, popülizmden uzak duran, seçkin suretleri var: akademiden Sabri Ülgener’den Şerif Mardin’e çeşitli isimler sayılabileceği gibi, Hilmi Yavuz ve Sadettin Ökten gibi Türk sağının kültürel vizyonuna hâlâ kıymet katan başkaları da zikredilebilir. Zaten asıl mesele Türk yeni-muhafazakârlığının artık böyle şehirli suretlere, ağırbaşlı düşünce insanlarına değil de, nevzuhur tiplere, ganimet avcılarına teveccüh göstermesinde değil mi? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, bugün siyasi irade sözde tarihçi, güya filozof, iliştirilmiş köşe yazarı, saldırgan Twitter fenomeni tiplerden o en bilindik on tanesini vitrinden kaldırsa Türkiye’nin gerilimi yarı yarıya azalacak. Küfürler ederek naralar atanların yerine biraz da kadim bilgelikten konuşanların sesi duyulacak. Türk muhafazakârlığının saplandığı yerden çıkabilmek için buna gerçekten ihtiyacı var.
Türk muhafazakârlığındaki kabul görme beklentisinden bahsediyorsunuz. Nedir bu kabul görme beklentisi ve kaynağını nerede aramalıyız?
Her ne kadar 20. yüzyıl Türkiye’sinde toplumsallaştırılan ücretsiz standart eğitim, seçme-seçilme hakkı, hareket serbestisi gibi modernitenin temel nimetlerinden diğer herkes kadar yararlanmış olsa da, muhafazakâr kesimin kendine has birtakım tereddütleri dolayısıyla kültürel-sosyal-siyasal sahnede geri kalmış olduğunu kabul etmemiz gerek. Buna erkek çocuklarının kısa şortla spor yapmasının ya da kız çocuklarının ilkokuldan sonra okutulmasının sakıncalarını da, zihinleri kimi ön-kabullerden özgürleştirecek roman, felsefe, tarih okuma alışkanlığının azlığını da, sinemaya, tiyatroya gitmeyi, yabancı dil veya enstrüman çalmayı öğrenmeyi de olumsuzlama geleneğini de katabilirsiniz. Kısacası muhafazakâr-mütedeyyin büyük kütledeki “gâvurlaşma” korkusundan bahsediyorum. Bunu, cevabı ararken akılda tutalım lütfen.
Modernleştiricilerle modernleştirilenler arasındaki ilişkiye gelirsek… Bir toplumsal gruba, aşina olmadığı yeni davranış biçimleri kümesini teklif eden grubun ilgili pratiklerle tecrübesi olması doğaldır ve tecrübeli olanların davette bulunduğu bu kapalı veya yarı-kapalı grup, yani yeni bir hayat fikrini ithal etmek durumunda kalan grup neyle karşı karşıya geldiğini anlamak için başlangıçta bu ithalatın kaynağına yoğunlaşır. Ona göre tavır tazeleyip kendini yeniden konumlandırmaya çalışır. Tıpkı 1721’de Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi’nin Fransa seyahatinde yaşadığı gibi, tıpkı Tanzimat’la beraber İstanbul’da da görünür olan tarz-ı hayat-ı cedide ya da daire-i medeniyet gibi, tıpkı cumhuriyetle beraber Anadolu’ya gelen yeni alfabe, yeni hukuk, yeni toplumsal yaşam gibi… Elbette böylesi bir yönlendirmede taklit eden taraf, taklit edilen ya da edilmesi gerektiği söylenene karşı kendisini öğrenciliğe zorlanmış bir mevkide görür. Bu huzursuzluk hali, yeni fikirler teklif edenin öğretmenliğine karşı alışkanlıklarını bozmaktan çekinen kesimin halet-i ruhiyesini bozar. Zaman zaman ortaya çıkan eşitsizlik manzaraları ve sosyal basınç üst-ast, merkez-çevre, ileri-geri, gelişmiş-azgelişmiş, yüksek-alçak kültür denklemini birden bire görünür kılar. Aşağı konumda oluşun keşfi, tarihin bize öğrettiği üzere, genellikle resentment, yani hınç; daha açık söyleyelim model olana karşı hem hayranlık hem nefret, hem öykünme hem tiksinme şeklinde ortaya çıkar. Bunun içe dönük boyutu da vardır elbet: kendine hayranlık ve kendinden nefret, kendine tapınma ve kendini egzotikleştirme. Bipolar bozukluk gibi; duygu durumu bir yükselirken bir düşer.
Resentment, Nietzsche’nin, Scheler’in, Greenfeld’in kullandığı bir kavram. Türkiye’deki Oksidentalizm üzerine çalışırken bu kavramın ne kadar açıklayıcı olabildiğini görmüştüm; sonra fark ettim ki, benlik inşasında kendini mazlum ötekini zalim, kendini gariban ötekini kodaman, kendini mert, ötekini namert görmenin, göstermenin ve şekilsiz kitleleri sivriltip bilemenin en kolay yolu bu. Her şeyi ortadan ikiye bölmek; biz ve onlar yaratmak.
Hınç, Liah Greenfeld’in Milliyetçilik: Moderniteye Giden Beş Yol adlı kitabında belirttiği gibi, bastırılmış kıskançlık ve varoluşsal bir hasetle oluşan; daha da önemlisi, bu duyguları tatmin etmenin imkânsızlığından kaynaklanan bir psikolojik durumu anlatıyor. Hıncın ürettiği sonuç anominin ürettiği sonuca benzer bir anlamda. İçselleşmiş kurallardan dışa çıkma, ortada kalma hali yani… Burada ilginç olan şu ki, fırsat eşitliği temin edildiğinde dahi o geride kalmışlık düşüncesi ve onun var ettiği öfke çoğu zaman dindirilemez. Her gergin eşikte dizginlerinden boşalır. Politik, ekonomik ya da kültürel bir şehvetle çevreden merkeze, aşağıdan yukarıya, azgelişmişlerin dünyasından gelişmiş dünyaya, bedevilikten hadariliğe, kasabalılıktan kent-soyluluğa doğru bir harekettir bu. Ancak aşama aşama tüm hedeflerini fethetse bile, zapt etse bile içten içe bilir ki, kendi entelektüel sermayesi orayı elde tutmaya yetmeyecektir. İçeriden işbirlikçiler devşirmeye çalışır. Onları ikna etmeye, aslında onlar gibi olmak istediğini ifade etmeye koyulur. Bu arada muzaffer tavrından da taviz vermez. Güçlüdür ama bilgi ve görgüsü bakımından kendini yetersiz hissetmektedir. Kabul bekler. Kabul görmedikçe hırçınlaşır. Genellikle kendi duygu dünyasında paralel bir evren kurar ve anlaşılmamaktan, kabul edilmemekten dertlenir. Melankolik görünen bu duygu durumunda sıkça dile gelen hakaretamiz ifadeler şiddete dönüşebilme potansiyeli taşır. Hınç insanları da toplumsal grupları da sertleştirir. Boyun eğdirme isteği, kılıçtan geçirme isteği, herkesi hapse tıkma isteği, sistematik tecavüzle aşağılama isteği. Dirençle karşılaşırsa mazlumluk söyleminden beslenen hınç dolu fail bir de bakılır ki zalimleşivermiş. Freni patlamış bir kamyon gibi derler ya, öyle işte. Tarih boyunca topyekûn yıkımlar getiren hınç duygusu işte böylesine tehlikeli bir şeydir. Hem içe dönük hem dışa dönük patlamalar yaratabilir. Bu tehlike yüzünden bugünün yeni muhafazakârlığın itidalli, şehirli ve kanun-u kadime bakarak konuşanlarıyla barut fıçısı olanları arasında bir ayrım yapma gereği görüyorum. Yine çok uzattığımın farkındayım, fakat etraflıca bir kuramsal açıklama bizi gündelik itiş-kakışın ve isimler arasında sıkışmanın üzerine çıkarır ve daha panoramik bir bakış sunar zannındayım. Buyurun lütfen…
Cemil Meriç’in Edward Said’den önce oryantalizm üzerine temel eleştirileri kaleme alması, Attila İlhan’ın post-kolonyalizm literatürüne Spivak’tan, Chatterjee’den önce eleştileriyle katkıda bulunmasının ama onların isimlerinin bu isimler yanında sönük kalmasını yalnızca Avrupa merkezli bir bakış açısına mı bağlamalıyız? Meriç’in, Said ile birlikte anılmamasının temel nedeni nedir?
Bu soruyu çok anlamlı bulduğum için, olası cevapların izini daha uzun yıllar sürmek istiyorum. Bu yüzden burada çok kaba hatlarıyla bir şeyler söylemekle yetineyim. Türk düşüncesinin, Türkçenin kendine özgü yapısından da kaynaklanan bazı sorunlar nedeniyle ülke sınırları dışında anlaşılmaz kalmasına yol açan birtakım engeller var. Birebir çeviri yapıldığında –örneğin İngilizcede yahut Almancada- anlamsız bir bulanıklık sıkça ortaya çıkabiliyor. Bunun çevrilmeyi güçleştirmesi bir yana, Türkçe yazan entelektüellerimizin görmezden gelinmesi de söz konusu. 2010’larda başlayan küçükçe bir merakı saymazsak son iki yüzyılın Türkçesinden yapılan çeviriler maalesef bürokratik, adli, siyasi linç eylemleriyle uluslararasılaşan dört edebiyatçıdan sadece: Mahmut Makal, Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk. Ne yazık ki bu isimler büyük edebi yeteneklerinden çok Türkiye’nin kendini dünyaya rezil ettiği ceberut uygulamalarla tanındı. Farkındaysanız İngilizce, Fransızca, Almanca yazan Türk edebiyatçı, tarihçi, iktisatçıları konuşmuyorum. Onlar tarihçilik, edebiyatçılık yaparken bir de çevirmenlik yapmak zorunda kalıyorlar daima. Çünkü alıp kullanabileceği kaynaklar yalnızca Türkçe. O da bir başka sıkıntı.
Türkiye’ye dair gerektiği ölçüde bir dışa aktarım olmayınca, her seferinde başa dönmek ve Türkiye’nin en bilindik isimlerini, olaylarını dahi uluslararası muhataplar için yeni baştan tekrarlayarak enerjinizi israf etmeniz gerekiyor. Eşitsizliklerle dolu bir ilişki… O kadar ki, daha 2016 sonlarında katıldığım bir akademik toplantıda, Columbia Üniversitesi’nden bir modern İslam düşüncesi profesörünün Muhammed İkbal üzerine yaptığı sunumda sürekli olarak “İslam dünyasında ilk defa”, “diğer Müslüman düşünürlerden çok önce” diye İkbal’de vurguladığı şeylerin birçoğunu Nâmık Kemal’de okumuş biri olarak itiraz etme isteğiyle oturduğum yerde boğum boğum boğuldum. “Hayır, bilmiyorsunuz. İkbal’den elli-altmış yıl önce Nâmık Kemal bunların hepsini zaten söylemişti” demek tek başına bir şey ifade etmiyor. O kişi için ezber bozucu olabilir belki, ama Osmanlıca-Türkçe bilmeyen binlercesinin örneğin İngilizcede tek bir Nâmık Kemal çalışması ya da çevirisi bile olmadığı için –ki modern Türk düşüncesinin kurucu figüründen bahsediyoruz- Türk entelektüel dünyasını ve tartışmaların bağlamını keşfedip anlaması imkânsızlaşıyor.
Post-kolonyalizm çalışmalarında da, tıpkı İslam ya da Ortadoğu çalışmaları sahasındaki gibi, Türk yazar ve düşünürlerin sesi yitip gidiyor. Bunda kitabın çeşitli yerlerinde belirttiğim uyumsuzluk hallerinin yanı sıra, Cemil Meriçlerin, Attilâ İlhanların tartışmayı Türkiye-içi tutmaya ve konuyu Türk sağı-Türk solu denkleminde yorumlamaya dönük tavırlarının da payı var. Örneklerle çerçeve genişletilebilir. Nurettin Topçu, Fransızca bilmiyor değildi. Doktora yaptığı dilde bir kitap, bir makale yazıp Türkiye’deki ruhçuluğu uluslararası kamuoyuna taşıyabilirdi mesela. Fakat yapmadı. Cevat Şakir’den Cevat Çapan’a kadar bir sürü Oxfordlu Cambridgeli kültür insanımız oldu, ama Mavi Anadoluculuk gibi en özgün, en orijinal hümanist fikirleri bile Türkçenin ötesine taşıyarak Türkiye’yi, Türkçeyi başkaları için ilgi çekici kılmaya katkı sağla(ya)madılar ve tartışmaların doğasını Bernard Lewisler, Stanford Shawlar tek başlarına çizdi. Türklerin kendilerini kendilerine dair uluslararası mahfillerde dile getirememesi, Türklerin başka konulara da merak duyma cesaretini kırmış gözüküyor. Bugün Türkiye’de bir tane gerçek Hindistan-Çin-Güneydoğu Asya uzmanı –ki dünya nüfusunun yarısı yapar bu- bir Latin Amerika, bir Afrika uzmanı yok (Arif Dirlik’i, Selçuk Esenbel’i, Cemil Aydın’ı saymıyorum, onları Amerikan akademisi ve İngilizce yayınları dünyalılaştırmıştır). Hepsini geçtim, memlekette bin yıl hüküm sürmüş Bizans’a dair bir Bizantolog bile yok maalesef. Bugün bizim neslimiz geçmiştekilerin (devletiyle, akademisiyle, yayıncısıyla vs.) içe dönük, Pan-İslamizm, Turancılık ya da Yeni Osmanlıcılık gibi fikir ihracı gerektiren girişimlerde bile örneğin Azeri okuru dahi dışarıda bırakacak ölçüde Türk-merkezli, Türkçeyle iktifa eden, Türk okurdan ötesini kendisine hedeflemeyen nesillerinin miras bıraktığı kimi sıkıntıları çekmekte. Türkiye’de iyi bir araştırma kütüphanesi, dünyanın dört bir yanından geleni gideni olan ve başka kültürleri öğrenebileceğiniz bir üniversite, zengin bir araştırma merkezinin, çok-dilli bir kütüphanenin bulunmayışında onların talepsizliğinin de payı var.
Bütün bunlar arasında tesadüflerle çıkmış kıymetli fikirler de yok değil. Ancak kim nereden bilecek, kim izini sürecek? Asıl mesele bence bu… Bu yönüyle 80 milyonluk Türkiye, 10 milyonluk Macaristan’ın, 8 milyonluk İsrail’in çok gerisinde.
Neden böyle olduğu konusunda hâlen güçlük çektiğimi ifade etmeliyim. Böylesi bir durumun müsebbibi, yaygın ve içselleştirilmiş ve son dönemlerde de “yerli ve milli” bir söylem olarak birçok alanda karşımıza çıkan “Biz bize yeteriz” anlayışı olabilir mi? Fikir dünyasında kendine yeterli olmak, kapalı bir kutu rolüne bürünmek, bir türlü evrenselleşememek bir “hayat felsefesi” olabilir mi?
Tek ve her şeyi açıklayacak bir cevaba sahip değilim. Ancak birkaç noktayı birleştirerek bazı şeyleri aydınlatabiliriz belki… Osmanlı’da Türkçe basılmış tüm tarih kitaplarının bir kataloğunu görmüştüm. 1720’lerdeki ilk matbaa çalışmalarından 1923’e kadar çıkan toplam kitap sayısı bin civarındaydı ve bunların içinde -değil Kuzey Amerika veya Çin- doğru dürüst ne bir İngiltere ne bir Fransa tarihi vardı. Hâlâ yok gerçi… Benzer bir şey, tıpkı tarih gibi insanı başka kültürlere daha açık kılacak seyahatnamelerde de görülüyor. Tüm Osmanlı tarihinde toplam 49 tane seyahatname var, sadece Avrupalıların sadece 19.yüzyıl Osmanlı’sı hakkında 5.000 tane! Bunlar entelektüel alışverişteki eşitsizliğe ve rasyonel bilgi birikimi oluşturmaya ne kadar geç kaldığımıza dair bir şeyler söylüyor olmalı. Yani bizim Batıya da Doğuya da hamaset ve efsanelerle baktığımızı; muhataplarımızın ise hamaset ve efsanelerin yanında bir de sahih bilgilerle bizim hakkımızda konuşmakta olduğunu gösteriyor.
Erken Cumhuriyet döneminde uluslararası koşulların da etkisiyle büyük, çok büyük; çoğumuzun anlayamadığı ölçüde büyük bir hizmet var; Alman-Yahudi akademisyenlerin gelişi bize çok şeyler katmıştır. Bolşevik Rusya’dan kaçıp gelen Rus, Azeri, Tatar iyi entelektüeller de ufkumuzu genişletmiştir. Elbette Atatürk’ün şahsi ilgisi, ilk defa kurulan gerçek üniversiteler, bursla Avrupa’ya öğrenci göndermesi… Derken Hasan Âli Yücel’in yönettiği tercüme hamlesi başlıyor ki o hepten muazzam bir sıçrama. İki Savaş arası dönem koşullarında birçok güçlük yaşanmasına ve ülkenin genişçe bir kesiminin feci yoksulluğuna rağmen, %25’lere çıkmış okur-yazar oranı ve 16-17 milyon nüfusuyla Türkler Amerikalıların o dönemlerde nitelediği gibi, “Incredible Turk” (İnanılmaz Türk) denecek bir atılım gösteriyor: Sporda, kültürde, sanatta.
Ne var ki Soğuk Savaş, başından itibaren Türkiye’yi çok korkutmuş. Stalin’in muzaffer tavrı Türkiye’yi Amerikan tarafına itmiş. Türkiye’de yükselen anti-komünizm ve onunla başlayan bir komünizm=siyonizm saplantısı ve anti-semitizm görülüyor. Demokratların anti-CHP siyaseti saplantısıyla tercüme faaliyetlerini büsbütün sonlandırılması, halk evlerinin ve diğer halk eğitim merkezlerinin kapatılması da önemli. Aslında 1945’ten 80’lere tüm idare Türkiye’yi dışarıdan zararlı fikirler gelmesin diye kapı pencereyi kapatmış, içe dönmüş ve dış siyasetinde de iç siyasetinde de dar bir alana hapsetmiş. “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz” ceberutluğu. Liberal Demirel’in iktidarlarında bile Sartre, Marcuse gibi isimler yasaklıdır. Türk Marksizminin tarihi boydan boya vahimdir. İslamcılık merdiven-altı neşriyatla üstünkörü ilerlemiş, hem kel hem fodul kalmıştır. Liberalizmin ne olduğuna dair tek bir esaslı tartışma görülmemektedir (zaten bu yüzden Atilla Yayla’ları falan hâlâ liberal zannediyoruz ya!). Soğuk Savaşın yetiştirdiği insan tipi (yani 1940 ve sonrası doğumlular), 1910-20’lerde doğup Genç Cumhuriyetin çocukları olarak büyüyen nesillerdeki vakardan, beyefendilikten, hanımefendilikten genellikle nasipsiz kalmış, Üçüncü Dünyacılıkla, “Blue jean giyen komünist midir, Amerikancı mıdır?” tartışmasına, “Top sakal bırakan köksüz müdür, özenti midir?” sorularına hapsolmuştur. Bu nesillerin konuştukları, yazdıkları Türkçe bile büyük farklılık gösterir.
Orhan Koçak bir yerde, 1970-90 arasında sosyalist Irak’taki tercüme kitap sayısının Türkiye’dekinin üç katı olduğunu söylemişti; Irak nüfusu o dönemde Türkiye’nin üçte biridir üstelik! Manidar, değil mi? İçe kapalılık ve başkalarıyla temas en aza indirilince ben anlayışı da, ötekiler de çarpıtılarak yorumlanmaya başlamıştır; düşmanlar çoğalmış, yel değirmenleriyle dövüşmeye teşne entelektüel tipi türemiştir (İsmet Özel mesela). Ve bu temayül edebiyattan siyasal söyleme her yere nüfuz etmiştir. Milli Eğitim müfredatı da coğrafyasından tarihine çok ciddi değişikliğe uğramıştır. Bir de 1453’ün 500, 1071’in 900. yıldönümleri gibi eşiklerde yükselen milliyetçi-muhafazakâr söylemler, Yeşilçam’ın bile azımsanmayacak etkisiyle hamaseti körüklemiştir. Kısacası ülke buhranlı dönemlerden geçerken tarihi ajitasyon halkın afyonu olmuştur, bugün de rezil bir hâlden muhteşem bir mâziye kanatlanma hevesi, zahiri gizlemeye hizmet etmekte. Bu konularda çok güzel çalışmalar var. Benim Türk Politik Kültüründe Romantizm kitabım da biraz bu minvaldeydi zaten. Bu konuları çok daha etraflıca düşünüp anlatmak, bunun için de dikkatle ve çokça yazmak gerek.
Avrupa merkezli entelektüel dünya bakışının Türk düşünce dünyasını es geçmesi ile Türk merkezli bir entelektüel dünyanın Avrupa’yı / Batı’yı görmezden gelmesi ve hatta düşman bilmesi aynı şey değil midir? Böylesi çıkmazlar nasıl atlatılacak?
Elbette bu ikili arasında muazzam bir asimetri var. Önce onu belirterek başlayayım. Yani Singapurlu, Meksikalı, Rus bir entelektüel de Avrupa-merkezci bir bakış açısına sahip olabilir, pekâlâ biliyoruz ki bir Türk de… Ancak Türk-merkezci bir kültürel-ideolojik yaklaşım sadece Türkiye Türklerinin bir kısmına mahsus… İkincisi, yazılan kaynaklar, sarf edilen emek ve yüzyıllara dayanan köklü geleneklerin var ettiği birikim karşısında şu son darbeyle tamamen darmadağın edilmiş bir akademik-entelektüel ortamı kıyaslıyoruz burada. Yüzlerce gün tutuklu olup da hakkında bir iddianame bile olmayan köşe yazarlarıyla, kampus bahçelerinde polisten şiddet gören akademisyenleriyle, ilacından suyundan alıkonan edebiyatçılarıyla Türkiye’nin Batıyı (ve tabii Doğuyu da) görmezden gelmesi, böyle bir şeye yeltenmesi, Türkiye’nin sınırları dışında kaç kişinin gündemini belirler ki? Tavşanın dağa küsmesi misali…
Beni acı acı gülümseten bir husus var bu medeniyet (ve milliyet) şablonculuğu hakkında. Batılı araştırmacıları ama özellikle de Oryantalistleri, İslam araştırmacılarını, Ortadoğu uzmanlarını şeytanlaştırma düzeyinde eleştiren ve medeniyetler çatışması söylemini inşa etmiş Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi kişilere Türkiye’den (üstelik tüm İslam medeniyeti adına!) verilen cevapların daima medeniyetlerin ‘ben idraki’, İslam-Batı İlişkileri gibi suretlerde metinlerle verilmesi. Bunlar hakikaten bir medeniyetler çatışması fikrini benimsediklerini, bunu zaten peşinen kabul ettiklerini gösteriyor. Üstelik bu söylemler hep aynı hasmâne mesajla tamamlanıyor: “Şimdi güçsüzüz ama gücümüz olunca bakın sizi nasıl tepeleyeceğiz, zaten geçmişte de şöyle tepelemiştik!” Bunu diyerek yaralı gururlarını tedavi ediyorlar. Fransa’yla yaşanan her krizde Kanuni Süleyman’ın Kral I. François’ya yazdığı mektubu hatırlatmanın, Rusya’yla yaşanan her sorunda Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina arasındaki hayali ilişkiyi ifade etmenin veya İsrail-Filistin meselesinden konuşurken her fırsatta Yahudilerin 1492’den itibaren Osmanlı himayesi altında hiç ötekileştirilmeksizin (acaba?) yaşamış olduğunu hatırlatmanın ardında da bu yatıyor nitekim. Kof kibir ve edepten uzak bir tepkisellik.
Nasıl aşılacağı ise çok karmaşık bir mesele… Fakat dürüstçe kanaatimi belirteyim ki, Türkiye’deki bu şovenizm zehirlenmesinin aşıldığı günleri siz, biz şu fani ömrümüzde göremeyiz.
Türk muhafazakârlarındaki Batı düşmanlığı barizken, Batı eleştirisi yaparken çoğunlukla Batı’nın kendi isimlerine (Rousseau, Hugo, Valery, Nietzsche, Gasset vb.) başvurarak meramlarını dile getirdiklerini görüyoruz. Sizin tabirinizle bu tür bir “kullanışlı dostlar”ı her daim heybesinde bulunduran Türk muhafazakârlarının bir yandan da Batı’ya gıpta ile bakmayı ihmâl etmemesini nasıl yorumlamalıyız?
Maşallah, soruların her biri doktora tez konusu olacak ağırlıkta! Bu da kolay cevaplanamayacak olanlardan… Özellikle 1774’ten sonra Türkler için başlıca yabancı kültürel-fikri-beşeri kaynak Fransızca metinler olmaya başlamıştır. İslam toplumları arasında aynı imparatorluk bünyesinde bile olsalar, fikirler gerektiği ölçüde dolaşımda değildir artık. Birçok anlamda kapanmışlığı sebebiyle Bab-ı içtihat, Bab-ı Âli’nin dertlerine artık şifa olmuyor yani. Aslında Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi’den itibaren hayret hissi, Osmanlı aydınını (burada literati, münevver, aydın, bürokrat, elit vs. kavramı inceltmeksizin konuşuyorum) Fransızca üzerinden takip edebildiği Batı Avrupa’ya yöneltiyor.
Başlangıçta bu merak ilim, fen ve askeri teknoloji odaklıysa da, sonra sonra pozitivizme de, materyalizme de, sosyal Darwinizme de uzanıyor… Doğudan o kadar bir şey gelmiyor ve kendi içinden de o kadar az şey çıkıyor ki, yaşanan değişimi anlamak üzere kaçınılmaz olarak Batıdan konsept ithalatına başlanıyor. Konuştuğumuz kavramlar repertuarı –hâlâ yetersizlikler göze çarpmakla birlikte- çok büyük ölçüde bu kültürel transferin ürünü. Bu yüzden ben Türk Politik Kültüründe Romantizm’de de vurguladığım çeviri faaliyetlerinin belirleyici etkisini hatırlatmak isterim. Rousseau’suz bir Nâmık Kemal asla “hürriyet” kavramını politikleştiremezdi! Keza ondaki “millet” kavramında Michelet, Hugo gibi isimlerin verdiği malzemeyi görmezden gelemeyiz. Nitekim Kemal Bey “vatan” kavramını billurlaştıramadan vefat etmiştir, zira 1860-1870’lerin İtalyan, Alman milliyetçiliklerini doğru yorumlayabileceği kaynaklardan büyük ölçüde mahrum kalmıştır. Sebep? Abdülmecid’i de, Aziz’i de Hamid’i de tek bir idare tarzı biliyor: İstibdat! Çöken, yozlaşan her yerde olduğu gibi istibdat… Bir siyasal düzen düşünelim ki, vatan ne demektir, millet ne demektir; buna 19. yüzyılın son çeyreğinde bile kendi kültürel sermayesiyle anlaşılır, sarih bir cevap verilemesin! Fikir bu kadar boğulursa elbette insanlar akıl fikir işlerine itibar etmeyip tarımla, ticaretle uğraşır.
Benzer şeyler Nâmık Kemal’den önceki ve sonraki nesiller için de geçerli elbette. Batıyı eleştirmek için bile Doğudan o kadar az şey geliyor ve kendi içinden o kadar az şey çıkıyor ki, yine Batılı referanslar bulmaya, onların kendi iç krizlerine dönük yorumları bulmaya özel bir merak var. Batılı olup da Batı çöküyor diyen kim varsa (yahut hasbelkader bir yazar, bir siyasetçi Müslümanlığa merak ya da sempati gösterse) o baş tacı ediliyor. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle…
Kitap hakkında yapılan bazı eleştiri metinlerini incelediğimde özellikle Yahya Kemal hakkında söylediklerinizin oldukça rahatsız ettiğini gördüm. Görmezden gelinen Yahya Kemal kimdi? Söylemleriniz karşısında Yahya Kemal’in, Necip Fazıl gibi ikon bir isimden dahi daha fazla tepki almasının sebebi ne olabilir?
Teşekkür ederim. Yazdıklarımın birilerini kızdırmasını, rahatsız etmesini olağan buluyorum. Okurların zihninde kıvılcım yakmayan, tartışmayı çeşitlendirmek üzere daha çok okuma ve destekleme ya da karşı-argüman üretme hevesi uyandırmayan, beyne kan pompalamayan kitaplardan olmadığı için çalışmalarımla barışığım… Olağan bulduğum iki şey daha var: Birincisi o bölümün başlığını, evet evet, başlığını dahi anlamadan içeriğine kızmaları. Tam bir iptidailik. Yahya Kemal’in şahsiyetine dair kırk yıllık mesai arkadaşı ve öğrencisi Tanpınar ve yine öğrencisi olan Necip Fazıl bunları diyor dediğimde, “Ama Beşir Ayvazoğlu öyle demiyor ki!” diyorlar; bir vakitler ki ev ve yol arkadaşı Yakup Kadri böyle diyor dediğimde, “Ama Ayvazoğlu ondan hiç bahsetmiyor ki!”; kırk yıllık dostları Yusuf Ziya Ortaç, Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Alaettin Gövsa, Edebiyat Fakültesindeki meslektaşı Mina Urgan, takipçisi Hilmi Yavuz böyle diyor, buyurun dediğimde hâlâ “Ama, ama Beşir…” diyorlar. Yani 1960 öncesinin Türk muhafazakârlığının ve edebiyatının bu öncü isimlerinin hiçbiri Yahya Kemal’i bilmiyor, tanımıyor; Beşir Ayvazoğlu ve onun omuzları üzerinden dönemi görebildiği kadar gören bodurlar, tıfıllar biliyor. Ee, aferin onlara!
Dipnotlarıma bakanlar Beşir Ayvazoğlu’nu da okumadan bu kitabı yazmamış olduğumu görebilirler. Beşir Ayvazoğlu’nun eserlerine bakanlar ise Mustafa Armağan’ın tarihe bakışında görebilecekleri her şablonu görebilirler. Tek-boyutlu, tek-gözlü, tek-sesli, bütün mesleğini kimi şeyleri unutturmaya, kimi şeyleri ısrarla hatırlatmaya vakfetmiş bir bayraktarlık… Hem İTC’li hem CHP’li Yahya Kemalleri, hem İnönücü hem 27 Mayısçı Tanpınarları CHP’yle ilişkilerinden ayrıştırıp, CHP’yi en iyimser benzetmeyle Doğu Hint Kumpanyası İdarecileri gibi gören bir bakış bu bahsettiğim. Bu bakış açısı müşteri memnuniyeti ya da entelektüel sınırlar dolayısıyla elbette tek bir eleştiri yapamaz, tek bir soru soramaz Türk muhafazakârlarına dair. Atatürk’e, İnönü’ye ya da bir bütün olarak Tek Parti idaresine tek bir övgüde, iltifatta da bulunamaz. Yine müşteri memnuniyeti ya da entelektüel takozlar dolayısıyla… Ne var ki soyut, zamansal, mekânsal, toplumsal bağlamından kopuk bir Tek Parti bu metinlerde hep vardır ve hep o Tek Parti CHP’sine “çakılır”.
Olağan bulduklarımdan ikincisi de şu: “Hayır, Yahya Kemal öyle değil, böyle biriydi; buyurun işte doğrusunu anlatan çağdaşları, yazarlar, şairler bunlardır.” diyemedikleri için, en basit olan şeyi yapıp “Hasan Aksakal muhafazakârlığa çakmanın dayanılmaz hafifliğine kapılmış.” deniliyor. Bu kitap 2016-2017’nin Türkiye’sinde, muhafazakâr/yeni muhafazakâr siyasetçi, bürokrat, akademisyen, yazar ve gazeteci unvanlı polis komiserlerinin alenen toplumun “öteki”lerine hakaretler yağdırıp kendilerine muhalif herkese şiddet uygularken, aralıksız bir suretle Eski Türkiye’yi ve onun temsilcilerini değersizleştirmeye çalışırken yazıldı. Elbette hissiyatım da fikriyatım da bu kitaba ‘Zeitgeist etkisi’ olarak yansıyacak. Yazar olarak bu benim hakkım. Benim “Şu Eski Türkiye’ye gelin bir de muhafazakârlık üzerinden bakalım, Eski Türkiye’nin muhafazakârlığı nasılmış?” demem mi bu muhafazakâr tahakküme çakmak, iki tokat aşk etmek oluyor? “Sarhoşun mektubu okunmaz.” derler. Geçelim.
Necip Fazıl, Cemil Meriç, Yahya Kemal ve diğer “muhafazakâr aydın”ların böylesi çelişkiler yumağını ele alan bir metinde İsmet Özel’i de göremez miydik?
İsmet Özel’in istikameti bu saydıklarımızdan epeyce farklı. O, 1970’lerden bu yana matbaaya bile karşı çıkacak kadar köktenci, selefi görüşlere sahip. Muhafazakârlar moderniteyi birçok yönden eleştirir ama onu yaşar, reddetmez. Bu temel bir prensiptir. Yine muhafazakârlar Türkleri, Sünni İslam’ın kılıcı olarak görür ve bununla gururlanırlar, ama Türklükle İslam’ı eşitlemezler; bilirler ki Türk İslamı denen şey bütünün bir kısmıdır, ama İsmet Özel’in dünyasında bundan çok daha büyük iddialar var. Buna rağmen çok az kaynakla bunları dile getiriyor nedense. O kaynaklar da gayrimüslim Almanlar, Amerikalılar, Fransızlar çoğunlukla… Çelişkiyse, söze buradan başlanabilir. Ya da Türk eğer Müslüman demekse, mesela Suriyeli “muhacir”lere “ensar”lık etmek dururken hepsine “Suriye’nin vatan haini” demek nasıl bir Müslümanlık ahlâkıdır? Neyse, sevimsiz mevzular bunlar. Kısacası, çalışmamın odağında Özel’e pek yer olmadı.
Kitabın alt başlığındaki “Tahakküm”, Türk muhafazakârlığında hangi dönemlere ne gibi uygulamalarla denk düşmüştür?
Türkiye gibi otoriter devlet geleneğinin bulunduğu birçok toplumda siyasallaşma süreçlerinde maskeler takılır. Herkes biraz kendisi olurken daha çok da rol yapar, çünkü endüstriyel ve toplumsal gelişmelerin getirdiği yenilikler karşısında hazırlıksız yakalanan otorite yukarıdan, dışarıdan ve topyekûn bir toplumsal düzen belirlemek, farklı gruplara farklı davranmayı bir kenara bırakıp herkesi eşitleyerek durumu idare etme yoluna gitmek mecburiyetindedir. İktidarların -genellikle de liderlerin inisiyatifiyle- yumuşama-sertleşme geçişleri az veya çok istibdat dönemleri var etmiştir. Herkesin rol yaptığı, hürriyetinden endişe duymaksızın fikir beyan edemediği, kurumsallaşmanın ve hukukun yetersiz kaldığı ama liderlik ululamasından bunlara sıra gelmeyen bir yapıda pek çok kişi de diğer pek çok kişinin rol yapılmakta olduğunun farkında olarak hayatına devam eder –birçok entelektüel dahil. Hâkim olana düşen görev de, tâbi olana düşen görev de bellidir. Lütufkâr olmak ve babalık yapmak, buna karşın rıza ve itaat göstermek.
Fakat böyle idare krizlerine verilen ve kısa vadede genelde sonuç vermese de uzun vadede minnetle anılan bir cevap daha var: kritik, yani eleştirel düşünmek. Maskeyle konuşan ya da tamamen susanların aksine, kendisi olmak, direnmek, boyun eğmemek, itaat etmemek… Bunlar gibi anahtar kelimeleri, otoriter Türk muhafazakârlığı söylem ve eyleminde devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü ezberi üzerinden “komünistlik, teröristlik” derekesine indirmeye çok uzun zamandır çalışıyor.
Biliyoruz ki, bir süre itibar edilmese bile, yeraltında tutulsa bile, sansürlense, yasaklansa bile kritik düşünce bu yaşadığımız dünyayı anlamlandırdı. Herkes bugün Rus klasikleri dediğimiz edebiyatın Çar Nikolay’ın istibdadı altında yaşananlara verilen bireysel ve örgütlü tepkiyle şekillendiğini bilir. Emin olun, İrlanda edebiyatının en saygın örnekleri de böyle baskı ve cebir dönemlerinin sancılı hayat tecrübelerinin ürünüdür. Bugün elimizde, o günlerin tahakkümden yana olan yandaşların çer-çöp eserleri değil, sözünü söyleyip ruhunu kurtaranların eserleri bulunuyor. Biz henüz o ayıklama dönemlerinden tam geçememiş olduğumuzdan bu mevzuları pek konuşamıyoruz.
Tahakküm, Türk muhafazakârlığında başından beri vardı. Gücü eline geçirdiği her fırsatta, tıpkı diğerleri gibi, muhafazakârlar da hem maddi hem manevi cebir ve şiddet kullanımından geri durmadı. Midhat Paşa davasında Cevdet Paşa’nın, Ergenekon-Balyoz davalarına bakan hâkim-savcı taifesinden çok da farklı muamele etmediğini; Abdülhamid’in arzuladığı muhalefetsiz bir ülke için tahakküm yolunda emir ve direktifle hareket ettiğini biliyoruz. Bu ilk de son da değil. Örnekler, son 30 yıla toplanmış sanılsa da, kolaylıkla 150 yıla yayılabilir. Ben sözü toparlamak adına bu kadarla yetineyim.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
İlginiz ve sabrınız için çok teşekkürler…
Söyleşi: Talha Dereci
sosyalbilimler.org Genel Yayın Yönetmeni
editor@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.