Öncelikle belirtilmesi gereken kişisel sorumluluğun politik sorumluluktan ayırt edilmesi gereğidir. Her hükümet kendinden öncekinin yaptıklarının ya da yapmadıklarının, her millet ise geçmişte yapılanların ve de yapılmayanların politik sorumluluğunu üstlenir. Ve politik sorumluluk üstlenen herkes günün birinde: “Dünya çığırından çıkmış: Ah kör talih, onu düzene sokmak için ne yazık ki ben doğmuşum”[1] deme noktasına gelir.
Ancak burada sorumluluğun bu biçimini tartışmak istemiyorum. Daha yakından bakınca, atalarımızın, halkımızın ya da insanlığın yaptıklarından, yani bizzat işlemediğimiz suçlardan dolayı kendimizi suçlu hissettiğimizi söylemek kişisel bir sorumluluğun ifadesi değil, metaforik (mecazi) bir anlatımdır. Ahlaki olarak bakıldığında, somut bir şeyler yapmadan kendimizi suçlu hissetmek, gerçekten bir cürmün sorumlusu olduğumuz halde suçluluk duymamak kadar yanlıştır. Savaştan sonra Almanya’da suçlulardan ancak yok denecek kadar az bir kısmı pişmanlık emareleri gösterirken, hiçbir şekilde suça bulaşmamış insanların tüm dünyaya kendilerini nasıl suçlu duyumsadıklarının güvencesini vermeye çalışmalarını, ahlaki bir şaşkınlık ifadesi olarak değerlendiriyorum. Aslında kolektif suç diye bir şey olmadığı gibi, kolektif suçsuzluk da yoktur; suç kavramı, sadece kişilere indirgendiği zaman anlam kazanır.
Göreli olarak basit olan bu şeyler, benim çarkın dişlisi diye adlandırmak istediğim teori dolayısıyla biraz karmaşıklaştı. Politik bir sistemde, farklı devlet organları arasında ne türden ilişkilerin hüküm sürdüğü, dev bürokratik mekanizmaların nasıl işlediği ve hangi emir-kumanda kanallarının mevcut olduğu, yani bir politik sistemin nasıl idame ettiği betimlendiğinde, zorunlu olarak, sistemin kullandığı her bireyden, yani mekanizmanın harekete geçirilip, işletilmesi için gerekli olan her dişliden söz edilmelidir. Burada, hiçbir bürokratik sistemin, hiçbir kamu hizmetinin vazgeçemeyeceği çok önemli bir ön koşul, bu dişlilerden her birinin, yani her bireyin yerinin, sistemin yapısında bir değişikliğe gitmeksizin, doldurulabilir olmasıdır. Soruna bu şekilde yaklaşıldığında, sistemi bir bütün olarak ayakta tutan insanların birey olarak sorumlulukları ancak ikincil dereceden bir önem taşır ve savaş sonrası davalarda sanıkların, “Ben yapmasam başkası yapacaktı” biçiminde ifade etmeye çalıştıkları mazeret haksız değildir.
Kudüs’te Eichmann-Davası’nı izlerken[2], mahkeme salonunda görülen bir davanın en büyük avantajının, insanın çarkın dişlisi olma safsatasının saçmalığını fark etmesi ve tüm bu sorunları farklı bir bakış açısından görmeye zorlanması olduğunu hissettim. Savunmanın bu doğrultuda argümanlar sunacağı aşikardı; Eichmann ufak bir dişliden başka bir şey değildi, —sanığın böyle düşünüyor olması da pek muhtemeldi ve belli ölçüde de böyle davrandı—. Ancak iddia makamının, ondan bütün zamanların en büyük —Hitler’den bile daha kötü ve daha önemli— canisini yaratmaya çalışması tuhaf ve beklenmedik bir çabaydı. Yargıçlar ise doğru ve makul olanı yaptılar: Bu yaklaşımı, eğer ve fakat sorularını sormadan reddettiler; benim düşüncem de bu doğrultudaydı. Çünkü, hakimlerin de açıklamaya çalıştıkları gibi, duruşma salonunda bir sistem, tarihsel bir eğilim, Antisemitizm gibi herhangi bir “izm” değil, bir insan yargılanır. Ve de sanık tesadüfen bir yöneticiyse, tam da bu yüzden, yani yönetici de bir insan olduğu için ve sadece bu özelliğinden dolayı mahkeme önünde bulunmaktadır. Sonuç olarak, mahkemenin sanığa sorusu, “Siz, şu isimli, şu doğum tarihli, şurada doğmuş, yani herhangi başka biriyle karıştırılamayacak, hüviyeti belli bir birey olarak, suçlandığınız eylemleri yaptınız mı? Yanıtınız evet ise, neden?” biçimindedir. Sanığın, “Bunları yapan, birey olarak ben değildim; benim kendi inisiyatifimle bir şeyler yapmaya ne iradem ne de gücüm vardı; ben çarkın, yeri bir başkasıyla doldurulması mümkün basit bir dişlisiydim; benim yerimde olan herkes aynı şeyi yapardı; benim bugün mahkeme önünde olmam sadece bir rastlantıdır.” biçimindeki yanıtı özle ilgili olmadığı gerekçesiyle değerlendirilmeye alınmaz. Çünkü eğer yanıt: “Ben değil, benim sadece bir dişlisi olduğum sistem bunu yaptı.” biçimindeyse, derhal ikinci soru gelir: “Peki siz neden böyle bir dişli oldunuz ya da o koşullar altında böyle bir dişli olarak kaldınız?” Sanığın, bir sistemin temsilcisi olarak suçluluğu ya da suçsuzluğu araştırılmaya kalkışılsa, ortaya sonuçta zavallı bir günah keçisinden başka bir şey çıkmazdı.
Savaş sonrası davalarının tümünde mahkemelerin sanıklardan suçsuzluk kriteri olarak bekledikleri şey, bunların, (Nazi) hükümetlerinin meşrulaştırdığı cürümlere katılmamış olmalarıydı. Katılmamanın suçluluğun ya da suçsuzluğun hukuki kriteri olarak alınması ise, sorumluluk problemiyle ilgili ciddi sorunlar doğurmaktadır. Çünkü gerçeklikte, sadece kendilerini kamusal yaşamdan tümüyle geri çekip, her türden politik sorumluluğu reddedenler, politik cürümlere katılmaktan kaçınabilmiş, yani hukuki ve ahlaki sorumluluktan kendilerini kurtarabilmişlerdi. Nazi Almanyası’nın yenilgisinden beri ahlaki sorunlar konusunda şiddetli bir tartışma sürüyor. Ve resmi toplumun bütün tabakalarının bu emsalsiz suç ortaklığının açığa vurulduğu, geçerli ahlaki değerlerin tümden çöküşünün ortaya konulduğu bu süreçte sayısız varyasyonlarla hep aynı argüman öne sürülmekte: “Biz, bugün suçlu sandalyesinde oturanlar, aslında, daha kötü şeylerin olmasını engellemek için duruma katlanan insanlarız; sadece bizler, yani sistem içinde kalanlar, olayları hafifletme yönünde etkide bulunup, hiç değilse birkaç insana yardım etme olanağına sahip olduk; hiçbir şey yapmayanlar, her tür sorumluluktan kaçarak, kendi ruhsal selametlerini düşünürken bizler, elbette ki ruhlarımızı satmadan, şeytana bedel ödüyorduk.” Bu yaklaşım, eğer ta başlarda Hitler rejimi yıkılabilseydi ya da hiç değilse bu doğrultuda bir girişim söz konusu olsaydı, politik olarak kabul görebilirdi. Ancak, bu tür yaklaşımları dillerinden düşürmeyenler, ne bir komplo kurmaya yeltenmişler, ne de böyle bir şeyi akıllarından geçirmişlerdi. Eklemek gerekir ki, burada söz konusu olan insanlar genelde, Hitler rejiminin de, Adenauer hükümetinin de uzmanlıklarına başvurmadan ayakta kalamayacakları devlet görevlileriydi.
Hukuki sorumluluktan farklı olarak, kişisel ya da ahlaki sorumluluk sorunu, sadece rejimin inançlı savunucusu olmayanlar için vardır. Ancak bu basit gerçeklik bile, nihayet hesaplaşma günü gelip de ortalıkta rejimin inançlı savunucusu kimsenin olmadığı ortaya çıkınca, içinden çıkılamaz bir hale geldi. Buradaki en önemli sorun, yalan da söyleniyor olsa, olayın basit bir yalandan ibaret olmamasıdır. Çünkü, parti üyeleri ve hatta SS’in seçkin mensupları bile, rejimin son dönemlerinde politik olarak tarafsız insanların işin başlarında bulundukları konuma gelmişlerdi: Drittes Reich döneminde rejimin daha sonraki cürümlerini tüm kalpleriyle olumlayan insan sayısı çok az, ancak aynı cürümleri buna rağmen icra etmeye hazır insan sayısı oldukça fazlaydı. Ve şimdi, hangi görevde bulunmuş ya da ne yapmış olursa olsun, herkes bir bahane bulup, özel yaşama çekilen insanları en ucuz şekilde sorumluluktan kaçmakla itham etmektedir.
Bunların buldukları ahlaki gerekçe ise ehven-i şer mantığına dayanmaktadır. Bu yaklaşıma göre, karşı karşıya bulunduğumuz kötülüklerden küçüğünü seçmek bir zorunluluk, böyle bir seçimi prensip olarak reddetmek ise sorumsuzluktur. Bu yaklaşımın zayıflığı, kötünün iyisini seçenlerin, kötülükten yana karar vermiş olduklarını çok çabuk unutmalarıdır. III. Reich döneminde işlenen cürümler, en iyi niyetle bile, “ehven-i şer” olarak nitelenemeyecek kadar devasa boyutlara ulaştığı için, bu yaklaşımın kesin olarak iflas ettiğini düşünebilirdik. Ne yazık ki durum bu değildir. Daha ötesi, totaliter egemenlik yöntemleri incelenirse, ehven-i şer mantığının, hükmeden elit tabakaya mensup olmayan kişilerce öne sürülmekle kalmayıp, terör ve zulüm makinesinin aslî öğelerinden biri olduğu tespit edilebilir. Ehven-i şer denilerek bazı kötülüklerin sineye çekilmesi, bilinçli olarak kötülüğün kendisinin kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılıyor. Verilebilecek birçok örnekten birisi, Yahudilere yönelik imha politikasıdır: Yahudilerin topyekûn imhasına başlanmadan önce bir dizi Anti-Yahudi önlem alınmıştır. Bu münferit önlemlere, her şeyin berbat olacağı endişesiyle rıza gösterilmiş ve böylelikle sonunda, artık daha kötüsünün olamayacağı bir aşamaya ulaşılmıştır. Burada, insanın kendi değerler sistemine tümüyle ters düşen gelişmeleri fark etmek konusunda basiretinin nasıl bağlandığını görüyoruz. Maalesef, insan davranışlarını koşullandırmak ve insanı, önceden tahmin edilemeyecek derecede korkunç bir biçimde davranabilecek bir noktaya getirmek, onu deneyimden öğrenmeye, yani düşünüp, değerlendirerek, kendi kararını vermeye ikna etmekten çok daha kolay gözükmektedir. Çünkü insanlar düşünüp karar vermek yerine, düşünce sistemlerinin derinliklerinde yer etmiş olan ve gerçeklilikleri artık yaşananlarla değil, sadece iç tutarlıklarıyla ölçülebilecek mantıki kategoriler ve formüller kullanmayı tercih ediyorlar.
Genel kabul gören kurallara başvurmanın artık mümkün olmadığı koşullardaki karar verme sürecinin zorluklarını tartışabilmek için, ahlaki ölçülerden, genel olarak daha iyi tanımlanmış oldukları için, hukuki ölçülere geçmek istiyorum. Savaş suçlularının davalarında ve kişisel sorumluluk tartışmalarında sanıklar ve avukatları işlenen cürümlerin “hükümranlık tasarrufları” (egemenlik eylemleri/ Hoheitsakte) oldukları ya da “yüce makamların emirlerine itaatin gereği” olarak gerçekleştirildikleri tezine sarılıyorlardı. Bu iki kategorinin birbirine karıştırılmaması gerekir. Yüce makamların verdiği emirler (höhere Behefle) yasaldır ve hukuki dayanaklara sahiptir. Hükümranlık anlayışının bir sonucu olarak kabul edilen fiiller (Hoheitsakte) ise, tümüyle hukukî alanın dışında, kimsenin yargılayamayacağı eylemlerdir. Hükümranlık eylemi kavramının teorik gerekçesini, bağımsız hükümetlerin varlığının ya da egemenliğinin tehlikeye düştüğü olağanüstü koşullarda, caniyane araçlara başvurmak zorunda kalabileceği anlayışı oluşturur. Bu teorik çerçevede devlet eylemi, zımni olarak, meşru müdafaa eylemi ile yani bireyin varlığının tehlikeye düştüğü olağanüstü koşullarda başvurabileceği ve cezası olmayan “cürüm”le kıyaslanır. Ancak bu tez, totaliter iktidarlar ve onların hizmetindekilerce işlenen suçlara uygulanamaz: Çünkü bu suçlar bir zorunluluğun sonucu olarak işlenmemiştir; ayrıca Nazi rejiminin bu tür caniyane eylemlere başvurmamış olsaydı yaşamaya devam edebileceği, hatta belki de savaşı kazanabileceği yönünde birçok belirti vardır. Ne devletin varoluş mantığına (hikmet-i hükümet / Staatsräson) ilişkin politik teorilerde, ne de devlet fiillerinin hukuki yorumlarında, yasal düzenin tümüyle tersyüz edilmesi yönünde bir yaklaşım yoktur. Hitler rejiminde ise, normal ölçülere vurulduğunda caniyane olmayan hemen hiçbir devlet fiili yoktu. Sonuç olarak sadece iktidarı korumak amacıyla istisnai olarak başvurulabilecek caniyane eylemler, kural dışı istisnaları değil, tersine Himmler’in kıyım programını durdurma emri gibi az sayıdaki caniyane olmayan eylem, geçerli “hukuk”un istisnalarını oluşturuyordu. Gerçekte bu emrin rejimin içine düştüğü aczin itirafından başka bir anlamı da yoktu.
Benzer biçimde, “emre itaat” kavramı ya da hakimlerin, böyle bir gerekçenin sorumluluktan kurtarmayacağı yolundaki karşı argümanları da yerinde değildir. Buradaki varsayım, emirlerin normal olarak caniyane olmadıkları ve bu nedenle de asttan (emir alandan) belli bir emrin caniyane olup olmadığını ayırt edebilmesinin beklenebileceğidir: Örneğin, aniden çıldıran bir subayın, diğer subayların öldürülmesi yolunda verdiği emir ya da savaş esirlerinin işkenceye tabi tutulmaları ya da öldürülmeleri yolunda verilen emirlerde olduğu gibi. Hukuki anlamda, uyulmayan emrin, “açık biçimde yasalara aykırı” olması, yasaya aykırılığının, “Yasak! diyen bir uyarı işareti gibi, verilen emrin üzerinde siyah bir bayrakmışçasına dalgalanması gerekir.” Başka bir ifadeyle, itaat edip etmemeye karar verecek kişi için emrin açıkça bir istisna olarak vasıflandırılabilir özellikte olması gerekir ve burada sorun, totaliter rejimlerde ve özellikle de Hitler rejiminin son yıllarında caniyane olmayan emirlerin istisna, caniyane emirlerin kuralı oluşturmalarıdır.
Alıntıladığım sözler, Hitler Almanya’sının kesin cürüm üzerine kurulmuş, sözüm ona yasal düzeninde, “hukuksallık” kelimesine içkin olan zorlukların, bütün dünyadaki mahkeme heyetlerinin birçoğundan daha fazla bilincinde olan bir İsrail askeri mahkemesinin kararından alınmıştır. Mahkeme bu nedenle, karar gerekçesinde, “yasalarla ilgili bilgisi olmasa da, her insanın içinde var olan hak duygusu” olarak ifade edilen alışılmış tarzın ötesine geçip, “kör olmayan her göze batan, taşlaşmamış ve fesada uğramamış her yüreği isyan ettiren adaletsizlik”ten söz etmiştir. Gayet güzel bir ifade ama sorunu çözmek konusunda işe yaramıyor. Çünkü bu cürümleri işleyen adamlar, yaşadıkları ülkenin yasalarının ruhuna ve lafzına sadıklardı. Bugün bunlardan hesap sormak, bu insanlardan içselleştirmiş oldukları varsayılan “hak duygusunun”, inandıkları hukuk düzeniyle çeliştiğini kabule zorlamaktır.
Bu koşullar altında, eylemlerin “hukuk dışılığını” ayrımsamak için, gerçekte kör olmayan bir gözden, taşlaşıp, bozulmamış bir yürekten daha çok şey gerekiyor. Savaş suçları davalarının sanıkları ahlaki her eylemin yasadışı, haklı her davranışın bir cürüm sayıldığı koşullarda sorumluluk almışlardı. Bu nedenle, Kudüs’teki yargıçların kararlarında ve diğer savaş sonrası davalarında çok belirgin olarak öne çıkan insan doğasının bu oldukça iyimser yorumu, ne yasaların ne de dönemin hakim eğilimlerinin etkileyebildiği, bağımsız bir insani yetiyi, kendini her durumda yeni baştan ve bozulmamış bir spontanelikle açığa vuran bir karar verme yetisini varsayar. Belki de böyle bir yeteneğimiz var ve her birimiz, bir şey yaptığımız zaman kendini yasa koyucu konumuna koyarak davranırız ancak yargıçların söylemek istedikleri bu değildi. Tüm retorik ayrıntılar bir yana bırakılırsa, demek istedikleri sadece yılların akışı içinde insanda böyle bir duygunun yerleşmiş olduğu ve bu duyumsama yetisinin aniden yok olmuş olamayacağıydı. Bu varsayımın, önümüzde bulunan deliller ve sürekli olarak “hukuk dışı” bir emrin öbürünü kovaladığı gerçeği göz önünde tutulduğunda, oldukça kuşkulu olduğunu sanıyorum. Bu emirler ne plansız ve programsızdı ne de rastgele birtakım cürümlerin işlenmesi için verilmişti. Tersine, “yeni düzenin” kurulması için büyük bir özenle ve çok katı bir biçimde uygulanmıştı. Ve bu yeni düzen, tam da kelimenin ifade ettiği gibi, sadece korkunçluk anlamında yeni değil, aynı zamanda ve de özellikle bir düzendi.
Karşımızda her tür suçu işlemeye hazır bir caniler çetesinin bulunduğu biçimindeki yaygın görüş ciddi biçimde yanıltıcıdır. Hareketin seçkin örgütleri içinde farklı sayıda cani bulunduğu ve dehşet eylemlerinin suçunu taşıyan çok sayıda insanın var olduğu doğrudur. Ancak bu dehşet eylemleri tipik değildir; daha da önemlisi, birçok şeye izin verildiği halde, bu tür eylemlerin yapılması serbest değildi. Hırsızlık ya da rüşvet almak da yasaktı. Aynı şekilde amentüsü (credo) “Her şey serbesttir.” olan 19. yüzyıl nihilizminin modern bir tezahürüyle karşı karşıya olduğumuz gibi bir sonuca varmak da yanıltıcıdır. Hatta vicdanların bu kadar kolayca uyuşturulabilmesi kısmen de “her şeyi yapmanın” hiç de serbest olmamasının doğrudan bir sonucu idi.
Olayın ahlaki boyutu, olup bitenin “jenosit” diye adlandırılması ya da milyonlarca kurbandan söz edilmesiyle kavranamaz —bütün bir halkın imhası türünden olaylara antik dönemde de, modern sömürgecilik döneminde de rastlanır; işin özü ancak her şeyin yasal düzen çerçevesinde gerçekleştiği, bu “yeni hukukun” temel dayanağını, “öldürmelisin” —ve düşmanını değil, tehlikeli bile olamayacak durumdaki suçsuz insanları ve bunu bir zorunluluktan dolayı değil, tersine, tüm askeri mülahazalara, tüm yararlılık düşüncelerine aykırı olduğu için— şeklinde bir emrin oluşturduğu fark edilirse anlaşılabilir. Cinayet programı yeryüzündeki son Yahudi yok edilinceye kadar sürmeliydi ve savaşla, Hitler’in savaş sırasında sivil katliamın daha kolay kamufle edilebileceğine olan inancı dışında, hiçbir ilişkisi yoktu hatta işlemin barış dönemlerinde daha da büyük boyutlarda devam ettirilmesi gerekmekteydi. Ve bu cürümler, haydutlar, ucubeler ya da zıvanadan çıkmış sadistlerce değil, yasal geçerliliğe sahip “Führer’in sözlerine” (Führerworte) bile inanmayan, toplumun en saygın mensuplarınca işleniyordu.
Parti mensubiyetinden ya da suça doğrudan iştirakinden bağımsız olarak, tüm halkın hangi ölçüde, sadece ve sadece böyle oluştuğu için yeni düzene inandığını kanıtlayacak bir kanıt olarak —hala böyle bir şey gerekliyse—, Eichmann’in, hiçbir zaman NSDAP (Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi) üyesi olmamış avukatının Kudüs’teki davada iki kez sarf ettiği inanılmaz sözler verilebilir: Ausschwitz ve diğer yok etme kamplarında olup bitenler “tıbbi bir sorundan” ibaretmiş. Sanki ahlak, köklü, uygar bir millette çöküşünü yaşadığı bir anda, kendini başlangıçtaki anlamıyla çıplak olarak açığa vurmaktadır: Yani sanki tamamen değişimi bir halkın sofra adabının değişmesi kadar az sorun çıkaracak, etik normların, gelenek ve göreneklerin bir bileşkesi olarak.
Şimdi iki soru ortaya atmak istiyorum. Birincisi ayaklanıp, isyan edememiş olsalar da, kendi yaşam alanlarında işbirliği yapmayan ve kamusal yaşamda yer almayı reddeden az sayıdaki insanın diğerlerinden farkları neydi? İkincisi, sisteme olası bütün kademelerde ve çok farklı görevler üstlenerek hizmet eden insanların, basit birer canavar olmadıkları konusunda hemfikirsek, bu insanları bu davranışa iten neydi ve şimdi, “yeni düzenin” ve onun değerler ıskalasının yıkılmasından sonra, bu davranışlarını hangi ahlaki —hukuki değil— gerekçeyle mazur göstermekteler? Birinci sorunun yanıtı oldukça basittir. Katılmayı reddeden ve bu nedenle çoğunluk tarafından sorumsuzlukla suçlanan insanlar, kendi başlarına karar verme cesaretini gösterebilmiş olanlardı. Bunların böyle davranabilmeyi becerebilmelerinin nedeni, daha iyi bir değerler sistemine sahip olmaları ya da düşüncelerinde ve bilinçlerinde hala eski adalet ve adaletsizlik ölçülerinin köklü bir biçimde yer alması değildi. Bence olay, bu insanların vicdanlarının, deyim yerindeyse otomatiğe bağlanmamış olmasıydı: Yani bunlar, doğuştan getirildiği varsayılan ya da sonradan edinildiğine inanılan, her derde deva hazır reçeteler ya da kurallar bütününe göre davranmamışlardı. Bence işbirliği yapmayanların başka bir kriteri vardı: Bunlar, söz konusu yok etme sürecine katıldıklarında, hangi ölçüde kendileriyle barış içinde yaşayabilecekleri sorusunu sormuşlar ve hiçbir şey yapmamayı tercih etmişlerdi. Dünya onların bu davranışlarıyla olumlu yönde değişeceği için değil, sadece bu şekilde kendileri olarak yaşamaya devam edebilecekleri için yapmışlardı bu tercihi. İşbirliğine zorlandıkları durumlarda da ölümü tercih etmişlerdi. Daha açık ifade etmek gerekirse, “Öldürmeyiniz!” emrine gözü kapalı bir biçimde itaat ettikleri için değil, bir katille —yani kendileriyle— birlikte yaşamak istemedikleri için öldürmeyi reddetmişlerdi.
Bu tür karar verebilmenin ön koşulu, çok gelişkin bir zeka ya da çok özel bir ahlak anlayışı değil, basitçe kendisiyle birlikte yaşama alışkanlığı, yani Sokrates ve Plato’dan beri, düşünmek diye adlandırdığımız, kendi benliğimizle sürdürdüğümüz o sessiz diyaloğu sürdürmektir. Felsefe yapmanın tüm temelini oluşturmasına rağmen bu tür düşünme tarzı ne bir uzmanlık işi, ne de teorik bir sorunla ilgilenmektir. Kendi başlarına karar verenlerle vermeyenleri ayıran çizgi, tüm sosyal, kültürel ve eğitimsel farklılıkları çaprazlama keser. Bu açıdan, Hitler döneminde, saygın toplumun toptan ahlaki çöküntüsü, bize, bu koşullar altında güvenilecek insanların, savundukları değerleri yere göğe koymayanlar ya da ahlaki normlara ve ölçülere sıkı sıkı sarılanlar olmadığını öğretmektedir; şimdi tüm bunların akşamdan sabaha değiştiğini ve elde herhangi bir şeye sarılma alışkanlığından başka bir şeyin kalmadığını biliyoruz. Çok daha güvenilir olanlar ise genellikle kuşkucular ve şüphecilerdir. Kuşkuculuğun iyi bir şey ya da şüpheciliğin sağlıklı olmasından değil elbette. Sadece bu insanların her şeyi sorgulama ve kendi düşüncelerini oluşturma alışkanlıkları olduğu için. En iyi tavır alanlar ise, hayatta kaldığımız sürece, ne olursa olsun, kendi benliğimizle birlikte yaşamaya mahkum olduğumuzun bilincinde olanlardır.
Peki çevrelerinde olup bitene karışmak istemeyen az sayıda insana yönelik sorumsuzluk suçlamasına ne demeli? Sanıyorum, insanın, esas olarak politik bir oluşum olan dünyaya karşı sorumluluk üstlenemeyeceği aşırı durumlar olabileceğini kabul etmemiz gerekmektedir; çünkü politik sorumluluk asgari düzeyde de olsa politik bir gücü gerektirir. Güçsüzlüğün, mutlak iktidarsızlığın geçerli bir özür olduğuna inanıyorum.
Dikkatimizi ikinci soruma, yani kendilerinden istenen şeyleri görev olarak kabul edenlere ve bunların kendilerini haklı çıkarmak için öne sürdükleri ahlaki gerekçelere yöneltirsek, sorun biraz daha netleşir. Gerekçe hep aynıdır: Her organizasyon, üstlere ve yürürlükteki yasalara itaat ister. İtaat bir erdemdir; hiçbir siyasi topluluk, hiçbir örgütlü yapı itaat olmadan varlığını sürdüremez. Bu gerekçelerin tümü öylesine basit gözükmektedir ki, içerdiği yanlışı ortaya çıkarmak belli bir çabayı gerektirir. Burada doğru olmayan “itaat” kelimesidir. Gerçekte sadece bir çocuğun itaat etmesinden söz etmek mümkündür; bir yetişkinin “itaat etmesi” ise gerçekte, “itaati” talep eden örgütü, otoriteyi ya da yasayı desteklemesi anlamına gelir. “İtaat” kelimesini tüm bu durumlar için kullanırsak bu kullanım, —Platon ve Aristo döneminden beri— bize, birlikte yaşayan her insan topluluğunun hükmedenler ve hükmedilenlerden oluştuğunu, birincilerin emir verdikleri, ikincilerin ise bu emirlere itaat ettiklerini söyleyen, çok eski politik-bilimsel tasarıma dayanır.
Burada, bu tasarımların bizim politik düşünce geleneğimize giriş nedenlerini tartışamayacağım; ancak bunların, ortak eylemlilik düzleminde insanlar-arası ilişkiler konusunda var olan daha eski ve bence daha doğru anlayışların yerine geçtiğini vurgulamak istiyorum. Bu eski anlayışlara göre, çok sayıda insan tarafından icra edilen her edim, iki bölüme ayrılabilir: “Yöneticinin” yaptığı başlangıç bölümü ve artık ortak bir iş haline gelen şeyi başarıyla sonuçlandırmak üzere çok sayıda insanın katıldığı icra bölümü. Burada tayin edici olan, hiçbir güçlü insanın, niyetlenilen şeyi icra eden başka insanların yardımı olmaksızın, iyi ya da kötü hiçbir şeyi sonuçlandırmayacağının bilinmesidir. Burada, “liderin” kendi benzerleri arasında ilk olmaktan fazla bir şey olmadığı bir eşitlik tasarımı söz konusudur. Ona itaat eder gibi gözükenlerin gerçekte yaptıkları şey, lideri ve liderin girişimini desteklemektir. Bu tür bir “itaat” olmadan lider çaresiz kalırdı. Buna karşılık, çocuk yuvasında ya da kölelikte —yani itaat tasarımının bir anlamının olduğu bu iki alanda (ki kavram politik düzeye de bu örneklerden yola çıkılarak taşınmıştır)— çocuk ya da köle “işbirliğini” kabul etmediği takdirde çaresiz kalır. Mutlak hiyerarşik düzeniyle, katı bir bürokratik örgütlenmede bile, “dişlilerin” ve çarkların çalışmasını, alışılmış olduğu üzere yöneticilere karşı itaat olarak değil, ortak bir girişimin kapsamlı bir biçimde desteklenmesi olarak görmek daha anlamlı olurdu. Eğer ülkenin yasalarına itaat ediyorsam, gerçeklikte onun anayasasını destekliyorum. Suskun kabulden vazgeçip, itaat etmeyi reddeden isyancı ve devrimcilerin tavırları, olayın gerçek yüzünü, yani itaatin aslında desteklemek demek olduğunu açığa çıkarmaktadır.
Bu şekilde bakıldığında, diktatörlük yönetimi altında kamusal yaşamda yer almayanlar, aynı zamanda, itaat prensibine dayanılarak bu tür bir desteğin talep edildiği “sorumluluk” alanlarından kaçınarak diktatörlüğü desteklemeyi reddedenlerdir. Yeterli sayıda insanın ne ölçüde etkili olunacağını görmek için herhangi aktif bir direnişe bile kalkışmadan bu şekilde “sorumsuz” davranıp, yardımı, desteği reddetmesi durumunda bu tür hükümetlerin başlarına neler geleceğini bir an için düşünmemiz bile yeterlidir. Burada söz konusu olan gerçeklikte, yüzyılımızda keşfedilen, şiddete dayalı olmayan eylemlerden, direniş biçimlerinden biridir. Yani bu yeni canileri eylemlerinden sorumlu tutmamızın nedeni, politik ve ahlaki meselelerde itaat gibi bir şeyin var olmayışıdır.
Sonuç olarak işbirliği yapan ve emirlere uyanlara, “Neden itaat ettin?” sorusunun değil, “Neden destekledin?” sorusunun sorulması gerekir. Bu kelime değişikliği, kelimelerin, asli özelliği konuşan bir varlık olan insanın düşünme süreci üzerindeki özel ve hakim etkisini bilenler açısından, anlamsız, semantik bir kelime oyunu değildir. Elbette ki kötü “itaat” sözcüğünü ahlaki ve politik düşünce sözlüğümüzden çıkarıp atmamız büyük bir kazanç olurdu. Bu sorular üzerine kafa yormak ise bize özgüvenimizi, hatta gururumuzu —eski zamanların, belki insanlığın değil ama insanın şerefi veya onuru diye adlandırdıkları şeyi— bir ölçüde de olsa yeniden kazandırabilir.
Hannah Arendt
Orijinal Künye
“Was heisst persönliche Verantwortung unter einer Diktatur” başlıklı yazı Eike Geisel ve Klaus Bittermann’ın “Nach Auschwitz” başlığıyla yayınladıkları kitaptan alınmıştır. Tiamat, 1989 Berlin.
Türkçe Künye
Hannah Arendt, 1997. “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk”, Hannah Arendt vd. Kamu Vicdanına Çağrı: Sivil İtaatsizlik, Çev. Yakup Coşar, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 172-183.
Dipnotlar
[1] Shakespeare, Hamlet, 1/5, Orhan Burian’in çevirisinden alınmıştır. MEB Yayınları, İstanbul 1989, s. 43. (ç.n.)
[2] Hitler döneminin “Yahudi Sorunu” ile ilgili üst kademe görevlilerinden biri olan Adolf Eichmann, 1960 yılı Mayıs ayında İsrail komandoları tarafından saklanmakta olduğu Arjantin’den kaçırılıp Kudüs’e getirilmiş ve burada mahkeme önüne çıkarılmıştır. Dünya kamuoyunun ilgisini üzerine toplayan davayı Hannah Arendt, Amerikan “The New Yorker” dergisinin temsilcisi olarak izlemiş, sonra da izlenimlerini, tüm dava dosyasının yorumu ile birlikte kitap olarak 1963 yılında “Eichmann in Jerusalem” adı altında yayınlamıştır. (ç.n.) Söz konusu kitap Aralık 2009’da Metis Yayınları etiketiyle “Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudus’te” başlığıyla yayımlandı.