Habitus, en kısa tanımıyla, toplumsal yapılar ile toplumsal eylem arasındaki bağı oluşturan bir “yatkınlıklar sistemi”dir. Pierre Bourdieu’nün geliştirdiği bu kavram, akla en yatkın olanın tercih edilmesi değil, nedenini bilmeden ve sorgulamadan, içsel bir eğilim olarak “zaten öyle olmalı” düşüncesiyle hareket edilmesini, ikinci bir seçeneğin olanak dışı görülmesini betimler. Habitusu belirleyen şeyler, çoğunlukla toplumsal sınıf aracılığıyla ve eğitim yoluyla edinilmiş alışkanlıklardır. Ait olunan toplumsal grup veya sınıfın, sahip olunan ekonomik, kültürel ve toplumsal sermayenin tezahürleri kendine habitusta yer bulur. Bu kavram, tüm yapıp-etmelerimizin habitus ile içinde bulunulan diyalektik ilişkinin birer yansıması olduğu tezine dayanmaktadır.
Pierre Bourdieu’nün bu kavramsallaştırmasını anlatmanın belki de en kolay yolu, yine kendisine ait olan “oyun metaforu”nu kullanmak olacaktır. Bu metafora göre Bourdieu, toplumsal hayatı bir oyuna, toplumsal aktörleri de oyunculara benzetir. Oyunun oynandığı yer için “alan” tanımını yapan Bourdieu, oyuna dâhil olmak için gerekli olan şeyin alanın kurallarını yani doğasını benimsemek, içselleştirmek olduğunu öne sürer. Öte yandan oyuna dâhil olmak demek, o oyundan elde edilebilecek bazı çıkarlar olduğuna inanmak demektir. Bourdieu’nün bu çıkarlar için kullandığı “illusio” kavramı, oyunun oynanmaya değer bulunması ve kurallarının sorgulanmaması olarak karşımıza çıkar.
Bourdieu, toplumsal aktörlerin bu oyunda kullanmak üzere elinde bir takım kozlar bulundurduğunu öne sürer ve bu kozları “sermaye” kavramıyla açıklar. Ona göre üç temel sermaye tipi ve bunların bir toplamı ya da pratikteki yansıması olarak değerlendirilebilecek bir sermaye tipi daha bulunmaktadır. Maddi kaynakların oluşturduğu “ekonomik sermaye”, eğitim, sınıfsal altyapı vb. unsurlar aracılığıyla elde edilen kültürel kodlardan oluşan “kültürel sermaye” ve sahip olunan toplumsal ilişkiler ağını belirten “toplumsal sermaye”, üç temel sermaye tipidir. “Simgesel sermaye” ise, bu üç sermaye tipinin her birinin içerisinde görülebilecek, sahip olunan simgesel değerler bütününü ifade eder (Özsöz, 2007: 17).
Toplumsal aktörler, sahip oldukları sermayelerin biçimi, sorgulamadan kabul ettikleri kurallar ve oyundan elde edileceğine inanılan çıkarlar doğrultusunda hedefe yönelik birtakım davranış kalıpları, stratejiler geliştirirler. İşte bu bağlamda ortaya çıkan stratejiler, bu stratejilerin değişen koşullara göre yeniden üretilmesi ve süreç içerisinde şekillenen yatkınlıklar “habitus”u oluşturur. David Swartz’ın tanımıyla,
Habitus, dışsal yapıların içselleştirildiği ilk sosyalleşme deneyimlerinin ürünüdür. Bunun sonucunda, sosyalleşme yoluyla, tabakalaşmış bir toplumdaki belirli bir grup için neyin olanaklı neyin olanaksız olduğunu gösteren geniş parametreler ve sınırlarla ilgili içselleştirilmiş yatkınlıklar gelişir. Yani, habitus bir yanda eylemin yapısal sınırlarını çizer. Öte yanda, ilk sosyalleşmenin yapılandırıcı özelliklerine tekabül eden algıları, hayalleri ve pratikleri doğurur (Swartz, 2015: 147).
Gary Ross’un yazıp yönettiği, Pleasantville [Yaşamın Renkleri – 1998] filmi, en temelde, habitus-alan ilişkisinin, toplumsal aktörlerin bu bağlamda geliştirdikleri stratejilerin ve “alan”ın yeniden üretilmesinin abartılı ve sembolik bir anlatımını ihtiva etmektedir. 1950’li yılların popüler televizyon dizisi Pleasantville’in sıkı bir hayranı, toplumsal hayatla ilişkisi kısıtlı ve sorunlu bir genç olan David ile onun kendisine pek çok anlamda zıt bir karaktere sahip olan, popüler kültür ve baskın toplumsal beğenilerle yakından alakalı ikiz kız kardeşi Jennifer, kendilerini Pleasantville dizisinin içinde bulurlar. Kendi dünyalarından oldukça farklı özelliklere sahip olan bu siyah-beyaz evren, David ve Jennifer için yeni bir “alan” ve yabancı bir “habitus” anlamına gelmektedir. Dış dünyanın aksine rekabet olgusunun bulunmadığı, her şeyin mekanik bir biçimde ilerlediği, “başarısızlık” veya “değişim” gibi kavramların tanınmadığı bu yeni alanda, David ve Jennifer yabancı olarak görülmez, onlar bu dizinin Bud ve Mary Sue isimli iki karakterinin yerine geçmişlerdir. Ancak David ve Jennifer kendi habitusları doğrultusunda hareket etmeye başlayınca, bu kasabanın sakinlerinin alışkanlıkları, yatkınlıkları sarsılmaya başlayacak, toplumsal yapıda birtakım değişimler meydana geldikçe David ve Jennifer kasaba için dışsal bir nitelik kazanacaklardır. İki kardeşin kasabayla kuracağı ilişki, habitusun yeniden üretilmesinin, kasaba sakinleri için “dışsal” olanın “içselleştirilmesi”nin bir temsili hâline gelecektir.
Başlangıçta David ile Jennifer’ın bu yeni evrenle kurduğu ilişki birbirinden oldukça farklıdır. Bilişsel olarak kasabaya ve kasabadaki toplumsal ilişkilere çok hâkim olan David, buradaki toplumsal düzenin bozulmaması, habitusun değişime uğramaması için gerekli olan her şeyi yapmaya niyetlidir. Dış dünyayla sağlam bir ilişki kurmayı başaramamış olan David için, bu hayali kasaba daha güvenli ve daha tanıdık bir “alan”dır. Sahip oldukları yeni kişilikler ile –yani Bud ve Mary Sue olarak- kasabada yapmaları gerekenleri yapan, yeni “alan”ın habitusuna göre hareket eden iki kardeş okula doğru yürürken Jennifer aralarındaki farkı özetleyen bir tepki verir. “Bunu neden yaptığımızı hâlâ anlamış değilim.” diyen Jennifer’a David, “Çünkü okulda olmamız gerekiyor.” diyerek yanıt verir. Film boyunca karakterlerindeki değişimi izleyeceğimiz David ve Jennifer için başlangıçta kasaba zıt anlamlar içermektedir. Jennifer için Pleasantville dışsallığı ifade ederken, David için içsel olanı ifade etmektedir. Zira bir şeyin nasıl olması gerektiğine dair söylemler habitusun birer parçası iken, bu gerekliliği sorgulamak habitusun dışında yer almanın göstergesidir. Kaldı ki Jennifer, David’in bu yanıtına “Evde olmamız gerekiyor David. Renkli olmamız gerekiyor.” şeklinde tepki vererek kendi habitusunun hangi alanla ilişkili olduğunu net bir biçimde ortaya koyar.
Jennifer, okulda gitgide popüler olmaya başlamışken bu tekdüze, muhafazakâr ve renksiz evrenin içine düşmekten şikâyet eder. Aidiyet hissettiği toplumsal hayatın rekabetçi yapısı onun için bir problem değildir. Aksine rekabetin yokluğu onun için “tuhaf” ve “yanlış”tır. Jennifer’ın Mary Sue olarak Pleasantville’e adapte olma süreci, okulun basketbol takımı kaptanı ve muhtemelen en yakışıklısı olan Skip Martin’in onunla ilgilenmesiyle başlar. Gerçek dünyadaki yaşamına benzer bir hedef edinmiş olan Jennifer için kasabada popüler olabilme ihtimali bir motivasyon kaynağı olur. Jennifer için kasabaya uyum sağlamak, kasabayı kendi dünyasına doğru dönüştürmek anlamına gelmektedir, dolayısıyla üzerine düşen rolü oynamayı reddederek kasaba ile ve bu “alan”ın aktörleriyle kurduğu ilişkiyi kendi habitusuna doğru bir dönüşüm üzerinden tanımlar. David ile aralarındaki en belirgin fark da budur. Jennifer’ın çabasının aksine, David’in kasabayla ilişkisi bu “alan”ı değişimden korumak anlamına gelmektedir.
David’in basketbol salonunda Skip’le girdiği diyalog ve sonucunda gerçekleşenler alan-habitus ilişkisine ve David’in bu alana yönelik tavrına dair iyi bir örnektir. Tüm basketbol toplarının her koşulda potadan içeri girdiğini fark eden David gerçekleşmesi zor atışlar denerken Skip yanına gelir ve David’e Mary Sue hakkında bir şey sormak ister. Skip’in kız kardeşine çıkma teklifi edeceğini anlayan David, Mary Sue’nun son zamanlarda biraz farklı davrandığını ve şu an bunun için doğru zaman olmadığını izah etmeye çalışır. Fakat beklediğinin aksinde bir olay yaşandığında nasıl karşılık verileceğine dair tecrübesi olmayan, yani “strateji” geliştirme yatkınlığı bulunmayan Skip, büyük bir yıkıma uğrar. Sinirle elindeki topu potaya fırlatır ve top potadan geri döner. İkinci ihtimalin veya olumsuzluğun ne olduğuna dair bilgisi ve deneyimi bulunmayan diğer basketbol takımı oyuncuları bu durum karşısında dehşete düşer. David aracılığıyla kasabaya gelen bu “yenilik”, alanın yapısında değişime yol açmıştır. Alanın değişimi, beraberinde habitusun değişimini getirecektir. David bu durumu fark eder etmez Jennifer’ı Skip ile çıkma konusunda ikna etme çabasına girişir. David’in ikna için kurduğu cümle dikkat çekicidir: “Bu çocukla çıkmazsan tüm evrenleri başlarına yıkılabilir.”
Kasabada değişim/dönüşüm ya da yeni bir “alan”ın oluşumu, Jennifer’ın Skip Martin ile kurduğu ilişki aracılığıyla başlar. O ana kadar Skip dâhil hiçbir kasabalı sevişmenin ne olduğunu bilmemektedir. Jennifer’ın Skip ile sevişmesi, yani ona sevişmeyi öğretmesi, Pleasantville için gerçek anlamda bir değişimin başlamasına yol açar. Bu “cinsel devrim”, alışılmışın dışında şeylerin kasabaya gelişi, yeni bir kültürel sermaye oluşumunun da ilk emaresidir. Eğitim yoluyla bu değişime öncülük eden Jennifer, bir bakıma alternatif bir “iktidar”ın da temsilcisi olur. Jennifer ile seviştikten sonra Skip’in ilk kez renkli bir çiçek görmesi, yeni bir alanın oluşumuyla sonuçlanacak sürecin başlangıcını simgelemektedir.
Bu olaydan itibaren izleyeceğimiz her şey, Bourdieu’nün Les Règles de L’art [Sanatın Kuralları – 1992] adlı eserinde alanın oluşumunda gerçekleştiğini öne sürdüğü üç aşamayı temsil eder. Bu üç aşama sırasıyla: Özerkliğin kazanılması, ikici yapının ortaya çıkması ve simgesel sermayenin oluşumudur. İlk evre, yani özerkliğin kazanılması, içinde bulunulan alana direniş gösterilmesidir. İkinci evre, iki cepheli bir çatışmanın doğması anlamına gelir. Üçüncü evre ise, simgesel sermayenin oluşması, yani bu çatışmanın sonucunda kendine has bir sermaye ile yeni bir alanın ortaya çıkmasıdır. Bu süreç, habitusun oluşması ve bu sayede alanın kendisini sürekli yeniden üretmesiyle devam eder.
Kasabada yeni bir alanın oluşumu, ilk aşamada Jennifer’ın yol göstericiliğiyle gerçekleşir. Bu alanın yapısal özellikleri olan, eylemlerin sonucunun önceden belli oluşu ve ikinci bir olasılığın düşünülememesi, belirli sınırlar dâhilinde, döngüsel bir anlayışta hareket edilmesi, her günün birbirinin aynı denecek kadar benzer biçimde oluşu ve her bireyin rolünün kesin çizgilerle belirlenmiş olması gibi kurallar yıkılmaya başlar. Bu dönüşümün en belirgin simgesi, siyah-beyaz olan Pleasantville’de yavaş yavaş nesnelerin ve insanların renklenmesidir. Habituslarında var olmayan eylemlerin kasaba sakinlerinin yaşamına girmesiyle birlikte başlayan bu süreç, “özerkliğin kazanılması” aşamasıdır.
Bu noktada David, kız kardeşinin tam zıttı konumda yer alarak farklı bir “iktidar”ı temsil eder. Jennifer’ın alana direniş göstermesi ve yeni bir kültürel sermaye yaratma çabasının karşısında David, var olan düzeni korumak adına yine “eğitim” kavramını araç edinir. Jennifer kasabalılara habitus-dışı bir eğitim vererek onları alana karşı direnişe yönlendirirken, David her fırsatta insanlara yapmaları gereken şeyleri, görevlerini, toplumsal rollerini hatırlatmaya çalışır ve yeniliklere ilgi duyanları çemberin dışına çıkmamaları konusunda uyarır. David, bu yönüyle alanın korunması ve iktidarın yeniden üretilmesi için gerekli şeyleri yerine getiren bir özne konumundadır.
David’in yaşayacağı kişisel değişim için kilit nokta, yine eğitim mefhumu aracılığıyla gerçekleşir. Kasabada çıkan yangının nasıl söndürüleceğini itfaiyeye öğretmesinin ardından, kasabalılar David’e hayranlık duymaya başlar ve onun kendilerinden farklı olarak başka bir dünyanın bilgisine sahip olduğunu anlarlar. Dış dünyada toplumla ilişki kurmada sorunlar yaşayan David, gördüğü bu ilgi neticesinde alanı koruma uğraşından ayrılır ve alana direniş göstermeye başlar. Bu adımla birlikte yeni alanın oluşmasında ikinci aşamaya geçilir: İkici yapının ortaya çıkması.
İkici yapının ortaya çıkışı, kasabadaki asıl iktidar sahiplerinin yaşanan değişimden rahatsızlık duymasıyla gerçekleşir. Kasabanın “renklenmesinden” hoşnut olanlar, yani alanın yapısına direniş gösterenler ile düzenin sarsılmasından, alışkın oldukları yapının bozulmasından hoşnut olmayanlar iki karşıt cepheyi oluştururlar. İktidar için bu değişim, ahlaksızca ve tehlikeli bulunur. Bireylerin toplumsal rollerin dışına çıkışına tepki göstermeye başlayan iktidar, alanın yapısına uygun biçimde hareket etmeye devam eden, habitusun dışına çıkmamış olanlar ile yeni bir alan yaratma çabasında olanları birbirinden ayırarak bu iki cepheli bir çatışma ortamı doğurur. İktidarın bu yeniden üretim sürecinde kullandığı araç Bourdieu’nün “simgesel şiddet” adını verdiği kavram olacaktır.
Simgesel şiddet kavramını anlayabilmek adına, öncelikle kültürel sermaye ve simgesel sermaye mefhumlarına değinmek yerinde olacaktır. Kültürel sermaye, bir alanda gücü elinde bulunduranların eğitim yoluyla ailelere ve dolayısıyla bireylere aşıladığı yapıdır. Simgesel sermaye ise, bu yapının korunması, kültürel sermaye aracılığıyla topluma olağanlığı kabul ettirilmiş bulunan eşitsizliklerin yeniden üretilmesi işlevini görür. Simgesel sermayenin yeniden üretim için kullandığı araç ise simgesel şiddettir. Bu kavram iktidarın, fiziksel şiddet içermeyen bir baskı unsuru aracılığıyla, toplumsal aktörlerin üzerinde -bu aktörlerin habisutuyla- uygulanan şiddet biçimini tanımlar. Antonio Gramsci’nin “rıza üretimi”ne benzer biçimde, simgesel şiddetin bir diğer özelliği de egemenlik ve boyun eğme ilişkilerinin sevgi ilişkilerine, iktidarın karizmaya ya da duygusal bir hoşnutluk yaratabilecek bir cazibeye dönüşmesidir. Borcun kabulü minnete, bu cömertçe edimi gerçekleştirene karşı kalıcı bir duyguya (habitusa) dönüşür (Bourdieu, 1995: 187). Bu kabul ettirme sürecinde devletin elinde bulundurduğu baskı araçları simgesel sermayedir ve kültürel sermaye üzerinden işlemektedir.
Simgesel şiddeti teşvik eden unsur, sürekli olarak karşıtlıklar yaratılmasıdır. Pleasantville’de simgesel şiddetin açığa çıkışı da başkan Bob’un, yani iktidarın kasabayı düzeni bozan renkliler ve habitusa uygun hareket eden renksizler olarak ikiye ayırmasıyla olur. Yeni alışkanlıklar yoluyla habitusu tehdit eden renkliler, siyah-beyaz biçimde yaşamaya devam edenler tarafından dışlanır. Renklilerin inşa ettikleri kültürel sermayenin yansımaları olan tablolar renksizler tarafından ahlakdışı bulunur ve doğrudan yok edilmeye çalışılır.
Bu noktada David ve Jennifer’ın yaşadıkları değişim ilgi çekicidir. Pleasantville’in gitgide renklendiği bu süreçte, yeni alanın oluşmasına öncülük eden bu iki karakter hala renksizdir. Jennifer’ın Skip ile sevişmeyi reddederek odasında kitap okuması, David’in ise annesini taciz eden “renksiz”lerden birine yumruk atarak tepki göstermesi sonucunda ikisi de renklenmeyi başarır. Bu durum, yani dış dünyada kitap okumak gibi eylemlerden uzak, popülariteye düşkün biri olan Jennifer’ın ve yaşanan olaylara, toplumsal hayata karşı tepkisiz, içine kapanık bir karakter olan David’in habitus-dışı davranışları onların renklenmesine yol açmıştır. Bu sayede habitusun sınırlayıcılığından kurtulmak olumlanmış olur.
İki cepheli çatışma ortamının en belirgin temsili, David ve Bill’in bir duvara çizdikleri resimden dolayı yargılanmalarıdır. İktidarın gri, siyah ve beyaz dışındaki tüm renkleri yasaklamasına karşı rengârenk bir resim çizerek tepki gösteren David ve Bill, mahkemeye çıkarılır. David, burada yaptığı savunmada mahkemedeki renksiz insanları ve başkanı, habitus-dışı davranmaya, daha doğrusu düşünmeye zorlar ve bunun sonucunda herkes renklenir. Tüm kasabanın renklenmesiyle birlikte eski alan yıkılmış olur ve böylece yeni alanın oluşumunda son aşamaya, yani simgesel sermayenin oluşumu aşamasına geçilir. Başkaları tarafından kabul görmeye dayalı bir sermaye biçimi olan simgesel sermayenin oluşumu, tüm kasabanın renklenmesi, yani “yeni” ve “farklı” olanın normalleşmesi, “dışsal” olanın “içselleştirilmesi” anlamına gelmektedir. Bu, aynı zamanda yeni bir toplumsal düzen ve habitusun yeniden yapılandırılması durumudur.
Pleasantville’de yaşanan dönüşümün ardından, David bireysel olarak ihtiyaç duyduğu dersleri aldığına inanarak kendi dünyasına dönmeye karar verir. Jennifer ise başlangıçta bir an evvel kurtulmak istediği Pleasantville’de kalarak, yeni habitusunu korumaya yönelik bir davranış sergiler. İki karakter, yaşadıkları köklü bireysel dönüşümlere karşın, ortak bir noktada buluşmuş olurlar. Kendilerini sınırlayan ve belli bir çerçeve içinde kalmalarına sebep olan habitusun dışına çıkmayı başararak, özgürlük kazanırlar. Örneğin David, kendi dünyasına geri döndüğünde annesinin ağlamakta olduğunu görür. Annesi ona “40 yaşındayım. Böyle olmaması gerekiyor” der. David’in yanıtı, “Hiçbir türlü olması gerekmiyor” olur. David, herhangi bir şeyin nasıl olması gerektiğine dair hislerimizi, alışkanlıklarımızı, yatkınlıklarımızı yadsıyarak, habitusun hapsinden kurtulmuştur.
Pleasantville’in bu bağlamda belki de en temel önermesi, özgürlüğün habitus dışına çıkmaya cesaret edilmesiyle kazanılacağıdır. Gerek bir bütün olarak kasaba sakinlerinin, gerek filmin iki ana karakteri David ve Jennifer’ın değişimlerinin ortak noktası; alışılmışın, üzerine düşünmeden kabul edilmiş, içselleştirilmiş şeylerin dışında kalan, tedirgin edici farklılıkların ve yeniliklerin deneyimlenmesidir. Jennifer’ın, yani Mary Sue’nun kasabada ilk kez okula gittiğinde öğretmene sorduğu “Pleasantville’in dışında ne var?” sorusunun şaşkınlıkla karşılanması ile kasabalıların David’in “başka” şeyler bildiğini anlamasının ardından ona aynı soruyu yöneltmesi ve kasabada yeni alanın oluşumunun en belirgin izlerinin bu andan itibaren görülmesi boşuna değildir. Habitusun dışında ne olduğuna dair duyulan merak ve ona ulaşma mücadelesi, beraberinde özgürlüğü getirir.
Son olarak, filmin oldukça romantik bir iyimserlikle sonlanmasının sebebi öykünün bir yönüyle toplumsal gerçekliğe aykırı unsurlar barındırıyor olmasıdır. Pleasantville kasabasında yaşanan dönüşüm –sembolizasyonu sağlayan gerçeküstü anlatım biçimini bir kenara bırakırsak- toplumsal gerçeklerle, özellikle Bourdieu’nün ortaya koyduğu sosyolojiyle, hatırı sayılır ölçüde örtüşmektedir. Fakat kasabada yaşayanlar arasında neredeyse hiçbir sınıfsal ayrımın ve ekonomik olarak hiçbir farklılığın olmayışı, Pleasantville’in toplumsal alanı tamamen yansıtamamasına sebep olmaktadır. Zira ekonomik sermaye, habitusu oluşturan temel unsurlardan birisidir. Alan-habitus ilişkisinin bir temsili olarak Pleasantville; toplumdaki sınıflı yapıyı içermemesi ve ekonomik sermayenin anlamsızlaştırılması bakımından, dolayısıyla birbiriyle diyalektik bir ilişki içerisinde bulunan ekonomik/toplumsal/kültürel ve simgesel sermaye kavramlarına dair boşluklara sahiptir. Bu boşluklar neticesinde, ekonomik bağlamda toplumsal eşitsizliği ve sınıf çatışmasını göz ardı eden film, gerçekdışı sayılabilecek bir iyimserlikle, hatta ütopik bir bakış açısıyla sonlanır.
Gerçek olan şudur ki, habitusun sınırlayıcılığından kurtulma mücadelesi özgürlüğü elde edebilmek adına büyük bir adımdır, ancak tek başına yeterli değildir. Toplumsal tabakalaşmanın var olmadığı, rekabet olgusunun yaşamın en temel unsuru hâline gelmediği bir evrene düşme ihtimalimiz olmadığına göre, habitus dışına çıkmayı özgürlükle eşitleyemeyiz. Varlığını devam ettiren iktidar aygıtı, habitus-dışını yeniden üreterek kısıtlayıcı bir yapı biçimine getirecektir. Habitusun sınırlandırıcı, darlaştırıcı özelliklerinden kurtulunamadığı sürece, dolayısıyla onun devamlı yeniden üretilmesini sağlayan toplumsal eşitsizlikler var olmaya devam ettikçe, tam bir özgürlüğe kavuşulması beklenemez. Aksi takdirde, ne kadar özgür olduğumuz zincirlerimizi ne kadar uzağa taşıyabildiğimize bağlı kalacaktır.
Deniz Berk Sayınhan
blog@sosyalbilimler.org
sosyalbilimler.org Blog Yazarı
Kaynakça:
- Cihad Özsöz (2007), Pierre Bourdieu’nün Temel Kavramlarına Giriş, Sosyoloji Notları, Sayı 1, s. 17, Ankara.
- David Swartz (2015), Kültür ve İktidar, s. 147, İstanbul: İletişim.
- Pierre Bourdieu, (1995). Pratik Nedenler: Eylem Kuramı Üzerine. (Çev. H. Tufan). İstanbul: Kesit
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryel politikasını yansıtmayabilir.