1973’te Başkan Richard Nixon’ın ilgili yasayı ilga etmesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri sınırları içerisinde askerlik hizmeti gönüllülük esası uyarınca tekrar düzenlendi. Aralarında genç erkeklerin, onların ailelerinin ve askerî liderlerin bulunduğu bir grup insan için zorunlu askerlik hizmetinin yürürlükten kaldırılması iç rahatlatıcı bir gelişmeydi. Bir seviyeye kadar, askerî birimlerin isteksiz gönüllülerle dolup taşmasının ciddî bir iç ihtilâf artışına ve profesyonellik seviyesinde düşüşe sebep olduğu da söylenebilir.
Münferit ve muhalif bazı kesimler zorunlu askerlikten gönüllü askerlik sistemine geçişi her daim eleştirmiş olsalar da ortaya koydukları görüşler artık çok daha kalabalık bir grup tarafından ve daha güçlü bir şekilde dile getiriliyor. Temel eleştirileriyse esasen birbirinden çok farklı olan iki farklı nokta üzerinden gelişiyor.
Bazı eleştirmenlere göre; mensuplarının tamamı gönüllülük esasına göre seçilen profesyonel ordular, hükümetlerin girişmeyi tercih ettikleri savaşlara yönelik kamuoyu ilgisinin ve toplumsal ihtiyatın azalmasına sebebiyet veriyor. Yine bu eleştiriye göre askerî hizmet yükünü yalnızca gönüllülerin omuzlarına yıkmak da askerî gücün kullanımına yönelik sınırlandırmaları zayıflatıyor. Meselâ Irak Savaşı’nın tartışıldığı 2002-2003 döneminde çoğu vatandaş kendilerinin ya da çocuklarının savaşa çağırılıp çağırılmayacağıyla pek de ilgilenmiyordu. Bu ilgisizlik savaşa tevessül etmeyi zorlaştıracak kısıtlama opsiyonlarını da bertaraf etmişti. Bu bağlamda zorunlu askerlik uygulamasının hiç değilse bir versiyonunun tekrar yürürlüğe girmesi savaşın icrası üzerinde demokratik bir kontrol mekanizmasının kurulmasının temel şartı olarak görülüyor.
Diğer eleştiri noktasını ise yine âdil savaş teorisyenlerinin içinden gelen bir grup teşkil ediyor. Onları endişelendiren şey ise ilk grubun aksine kamuoyu ilgisinin ve teyakkuzun azalması değil, bireysel ahlâkî sorumluluk meselesidir. Askerî hizmetleri ifa etmek için gönüllü olanlar ülkelerine hizmet etmek; kendilerini kanıtlamak, geliştirmek ve ıslah etmek; eğitim almak, aile geleneğini devam ettirmek ya da bunların kombinasyonlarından müteşekkil bir motivasyona sahip olabilir. İlham kaynakları ne olursa olsun askerler, amaçlarına hiçbir zaman vakıf olamayacağımız yabancıların kullanabileceği silahlar hâline geliyor. Bazı âdil savaş teorisyenleri de buradan hareketle neden ve ne uğruna kimi öldüreceğini bilmeden öldürme eylemini gerçekleştirir hâle gelen insanların içinde bulundukları durumun ahlâken onaylanabilir olup olmadığını gündeme getiriyor. İlk grup tarafından dile getirilen problemin aksine zorunlu askerlik uygulamasının tekrar yürürlüğe girmesinin yukarıda işaret edilen ahlâkî sorunu ortadan kaldırmak bir yana onu daha da karmaşıklaştıracağını eklemek istiyorum.
Dolayısıyla bu makalede genel anlamda daha az tanınan ikinci eleştirel yaklaşımı ele alacağım. Bana kalırsa tamamı gönüllülerden oluşan bir ordu -şayet kallavi bir ıslahattan geçer ve seçici vicdanî red hakkını tanırsa,- bu mücadeleden de sağ çıkabilir.
Geleneksel Âdil Savaş Teorisi
Aslında orduda gönüllü askerliğin ahlâkî açıdan problem teşkil edebileceğini ifade eden görüşün kökenleri, unutulmaya yüz tutan âdil savaş teorisi geleneğinde yatmaktadır. Savaş etiğine yönelik bu yaklaşım on altıncı yüzyılın önde gelen İspanyol düşünürlerinden Francisco de Vitoria ve Francisco Suárez gibi geleneksel âdil savaş teorisinin bayrak isimleri hâline gelecek düşünürleri de etkilemiştir. Fakat hepsini bir araya getirdiğimizde geleneksel âdil savaş teorisi külliyatının mimarı olarak tanımlayacağımız bu isimler zamanla söz konusu yaklaşımı terk etmiştir. Geleneksel teori neredeyse on sekizinci yüzyıldan beri alana egemen olsa da daha eski olan yaklaşım “revizyonistler” olarak bilinen bir grup tarafından mezarından çıkarılmıştır. Revizyonist savaş teorisini idrak edebilmenin en iyi yolu da onu geleneksel teoriyle kıyaslamak olmalıdır. Nihayetinde uluslararası hukukun silahlı çatışmalara ilişkin ahkâmıyla birlikte gelişim gösteren geleneksel teori savaş etiğine ve ahlâkına ilişkin aklıselimin teşekkülünde de ciddî pay sahibidir.
Geleneksel âdil savaş teorisine göre bir asker savaşın icrasına yönelik harp kurallarına riayet ettiği müddetçe haklı bir sebebe dayanmayan bir savaşta yer almasında bir sakınca yoktur. Bu teorik düşünce bilhassa halkın duygularında en kuvvetli ifadesini bulmaktadır. Askerlerin yüzyıllar boyunca âdil bir sebebi olup olmadığını sorgulamaksızın harbe gitmeleri ve bu konuda hiçbir endişe taşımamaları makul bir şey olarak görülmenin ötesinde baştan ayağa soylu ve takdire lâyık bir eylem olarak görülürdü. Her ne kadar Tennyson’un The Charge of the Light Brigade [Hafif Süvari Tugayının Hücumu] eserinde zikrettiği meşhur satırlar taktiksel emirlere işaret ediyor olsa da Viktoryen askerlik idealine dair de fikir vermektedir: “Onlara düşmez sormak sebebini / Onlara düşen ancak ölmektir çünkü / Ve sönmez elbette böylesi bir şöhretin ateşi!” Amerika Birleşik Devletleri Yüce Mahkemesi hâkimlerinden Oliver Wendell Holmes ise çok daha açık sözlüdür:
Tüm inançlarımız sarsılsa ve şüpheye kapılsak bile bu dünya üzerinde bizimle yaşayan insanların büyük kısmının ve pek tabii benim şüphe etmeyeceğim tek bir şey var: Sebebini pek az anlayabildiği bir savaş uğruna, yaşamını körlemesine bir inançla kaybetmeyi göze alan bir askere, bu cesareti temin eden inanç tapılasıdır ve hakikî bir inançtır.
Geleneksel âdil savaş teorisi bu tanıdık mütalâanın ihtiyaç duyduğu teorik zemini de temin ediyor. Teorinin en temel ilkelerinden birine göre savaşın nasıl yürütülmesi gerektiğine dair kaideler (jus in bello) ile hangi şartlarda savaş yoluna başvurmanın haklı görülebileceğine ilişkin prensipler (jus ad bellum) birbirinden bağımsızdır. Geleneksel âdil savaş teorisinin temelinde yatan bu düalizmin sonuçlarından birisi de askerlerin savaş hâlinde riayet etmekle yükümlü kılındığı hükümlerin savaşın haklı bir sebebe dayanıp dayanmadığı sorusundan bağımsız olarak geçerli olmasıydı. Yani meselâ savaş, haklı bir sebebe dayansın ya da dayanmasın askerler bilinçli bir şekilde muharip olmayan kuvvetleri hedef almaktan menedilmiştir. Devletlerarası savaşlarda genelde taraflardan birisi âdilken diğeri gayr-ı âdildir. Ama yine geleneksel teoriye göre jus in bello’yu oluşturan prensipler muharip kuvvetlerin her birine tarafsız bir şekilde uygulanır ve taraflar da bundan eşit bir şekilde istifade eder.
Bu geleneksel düalizmin ardında yatan sebep de sorumluluk meselesiyle alâkalıdır. Askerler jus ad bellum’a ilişkin ilkeleri ihlâl edemezler; zira iddia edildiği üzere, bu ilkeler onları kapsamamaktadır. Jus ad bellum ile alâkalı ilkeler savaşa giriş aşamasında alınacak kararları belirleyen şeyler olduğundan bunların üzerinde sıradan askerlerin bir karar hakkı bulunmaz ve dolayısıyla askerler bu kararlardan sorumlu tutulamaz. Bir başka deyişle ad bellum ilkelerine riayet etmek ya da onları ihlâl etmek ancak karar alma sürecine dâhil olanların –yani liderlerin-, yapabileceği bir şeydir. Ama yine de askerlerin de uymak zorunda olduğu şeyler muhakkak vardır. Her ne kadar haklı bir savaş sebebine sahip olup olmadıklarını belirleyemiyor olsalar da savaşın âdil bir biçimde dövüşülüp dövüşülmeyeceğini onlar belirlemektedir. Ve geleneksel teoriye göre savaş haklı bir sebebe dayanmasa dahi savaş süresince hangi askerî eylemlerin mubah sayıldığı ve hangilerinin sayılmadığı önceden belirlenmiştir.
Geleneksel âdil savaş teorisi haklı olmayan bir savaşta da âdilâne bir şekilde dövüşülebileceğine yönelik iddiasını kuvvetlendirmek için savaş hâlinde tüm tarafların birbiri için bir tehdit teşkil ettiği argümanını ileri sürer. Yani haklı bir sebebe sahip olsalar bile diğer tarafın askerleri bizim için tehdit teşkil etmeleri sebebiyle artık dokunulmazlığını yitirir. Fakat bu hakkı kaybetmiş olsalar bile başkalarını ve kendilerini meşru bir biçimde savunma hakkını muhafaza ederler. Tüm bunların neticesinde haksız bir amaç uğruna savaşanlar da dâhil olmak üzere (haksız muharipler) tüm askerlerin birbirine saldırabilmek için haklı bir sebebe –birbirleri için tehdit teşkil etmeleri-, kavuştuklarını görürüz. Gayr-i muharip unsurların dokunulmazlığına ilişkin geleneksel prensip de esasında bu düşünce tarzının bir uzantısı olarak düşünülebilir. Gayr-i muharip kuvvetler bir tehdit teşkil etmedikleri için dokunulmazlık haklarını mahfuzdur. Bir başka deyişle hiçbir asker –haklı bir sebebe dayanarak savaşanlar da dâhil olmak üzere (haklı muharipler)-, gayr-i muharip bireylere ve gruplara saldırma hakkına sahip değildir. Geleneksel teorinin jus in bello’ya ilişkin kaidelerine uydukları müddetçe askerlerin -haklı yahut haksız bir sebebe dayanan o savaşta-, harp etme hakkını haiz olduklarına ilişkin iddiasından bahsetmiştik. Söz konusu hak iştirakin münasipliği olarak da adlandırabilir. Haddi zatında bu münasip olma durumu savaşın haksız bir sebebe dayandığı gerçeğini değiştirmiyor olsa bile o savaşta yer almayı caiz kılan bir ahlâkî ilkeye dayanmaktadır.
Revizyonist Eleştiri
Revizyonist âdil savaş teorisyenleri [savaşa] iştirakin münasipliği prensibini reddeder (permissibility of participation). Geleneksel âdil savaş teorisinin aksine revizyonistler jus in bello kaidelerine uyulsun ya da uyulmasın haklı olmayan bir sebebe dayanan herhangi bir savaşa iştirakin münasip görülemeyeceğini ifade eder. Meselâ tüm askerler birbirleri için tehdit teşkil ettiğinden harp durumunda haksız muhariplerin de haklı muhariplere saldırabileceğini öngören argümanı ele alalım. Böylesi bir argümanın herhangi bir geçerliliği bulunmamaktadır. Zira bir başkasına tehdit teşkil ediyor olmak saldırıya uğramak için yeter sebep teşkil etmez. Yani, azılı bir katili vurarak yakalamaktan başka çaresi olmayan bir polis memuru sırf muhatabı için tehdit teşkil etmesi sebebiyle âdil bir saldırıya maruz kalamaz. Şayet katil, polis memurunu öldürürse bir başka cinayetin daha zanlısı hâline gelecektir.
Teorik hiçbir dayanağı bulunmayan iştirakin münasipliği prensibinin aslında makul de olmadığını henüz ilk bakışta anlayabiliyoruz. Meselâ sadece birkaç gün önce sivil hayatına devam eden ve içinde yaşadığı toplumla birlikte ülkesini yabancı işgalcilere karşı savunmak vazifesini üstlenmiş Polonyalı askerlerin öldürülmesinden ve Polonya topraklarının tarumar edilmesinden Nazi askerleri ahlâkî olarak sorumlu değil midir? Daha genel bir şekilde ifade etmek gerekirse haksız amaçlara erişebilmek amacıyla masum insanların öldürülmesi nasıl ahlâkî bulunabilir yahut tasvip edilebilir?
Geleneksel âdil savaş teorisyenleri bu eleştiriye cevaben savaş hâlinde yürürlüğe giren ahlâkî prensiplerin savaş dışı hâllerde geçerli olan prensiplerden farklılık gösterdiğini ifade eder. Yine de ahlakiliğin böylesi bir şizofreniyi içkin olduğu iddia edilemez. Nihayetinde savaş şedit çarpışmalar formunda devamlılık arz eden bir fenomendir. Bu bağlamda geleneksel âdil savaş teorisyenleri savaş ile savaşa varmayan çarpışmalar arasındaki farklılıkların neler olduğunu izah etmemektedir. Hâl böyleyken bir çatışmanın savaşa dönüşmesini mümkün kılan o eşikten geçtikten sonra neden farklı ahlâkî prensiplerin yürürlüğe girmesi gerektiği de açıklanmamaktadır. Meselâ, diyelim ki Suriye’de yaşanan şiddetin, bir iç karışıklık seviyesinden iç savaşa dönüştüğü o tarihî noktayı başarıyla saptadık. Söz konusu tarihî noktada tam olarak neyin ve neden bir ahlâkî prensipler silsilesini askıya alabildiğini ve yerine yenisini ikame ettiğini kim söyleyebilir?
Diyelim ki savaş ve savaş hâli dışında ele alınan öldürme vakalarında farklı ahlâkî prensiplerin gözetilmesi gerektiği savını kabul ettik. Bu takdirde bireyin gerçekleştirdiği eylemin ahlâkî açıdan tasvip edilebilir olup olmadığını belirlemek için de failin eylem sırasındaki bilinç durumunu göze almalıyız. Yani fail savaş hâlinde yahut henüz savaşa evirilmemiş bir çatışma durumunda olup olmadığını ayırt edebilmelidir. Yine de bir insanın bir başka insanı öldürmeyi ahlâkî açıdan düşünüp tarttığı bir senaryoda kararını savaş ile çatışma arasındaki muğlak sınırları baz alarak vermesini beklemek gülünç geliyor.
Diğer yandan, geleneksel âdil savaş teorisinin jus ad bellum’a ilişkin –savaşa ne zaman başvurmanın münasip addolunabileceğine ilişkin hükümler-, temel savı da eşit derecede yanlıştır. Bu hükümler yalnızca karar alma mekanizmasında rol oynayan aktörleri kapsamaz. Her ne kadar sıradan askerler devletlerinin savaşa girip girmeyeceğini belirleme yetkisine sahip olmasalar da kendilerinin savaşa iştiraki konusunda seçim yapabilirler. Böylece jus ad bellum prensiplerinin bu nevi kararlara da tatbik edilmesi teorinin ahengine zarar vermemektedir.
Dolayısıyla revizyonist âdil savaş teorisyenlerine göre –daha doğrusu benim fikrimce-, savaş hâlinde hangi eylemlerin münasip hangi eylemlerin gayr-ı münasip olduğunu eylemlerin hizmet ettiği amaçlar silsilesinden bağımsız olarak değerlendirilmek mümkün değildir. Geleneksel âdil savaş teorisinin dilinden konuşacak olursak; bunlar jus in bello’nun jus ad bellum’dan bağımsız değerlendirilebileceği savını; teorinin kalbinde yatan ikiliği [düalizm] reddetmektedir. Gerçekte ise haksız bir amaca hizmet eden, tarafsız bir gözle değerlendirildiğinde ahlâksız bulunan ve özellikle saldırgan karşısında haklarını kaybetmeyi hak edecek hiçbir şey yapmamış insanlara saldırı gibi askerî eylemler ahlâken münasip değildir.
Revizyonistlere göre ahlâksız bir amaç uğruna harp eden haksız muharipler aslında jus in bello prensiplerini de ihlâl etmektedir. Meselâ orantısallık ilkesini ele alalım. Orantısallık ilkesinin daha iyi anlaşılması için durumu basit bir şekilde ele alalım. Orantısallık ilkesi bir harbin erişmeyi amaçladığı olumlu sonuçların varsayılan olumsuz sonuçlardan ve yan sonuçlardan -ki bunların arasında en fazla öne çıkanı masumların tali hasara [collateral damage] maruz kalmasıdır-, fazla olması gerekliliğini ifade eder. (Suriye hakkındaki güncel tartışmalara bakılacak olursa hava saldırısının yaratacağı haddinden fazla sivil telefatın Esad rejimini provoke ederek daha fazla katliamın yaşanmasına sebep olabileceğini savunanların olduğu görülmektedir. Bunlar aslında söz konusu saldırıların orantısallık ilkesine ters düşeceğini iddia etmiş oluyor.) Fakat zaten askerî eylemlerin hizmet ettiği amaçların gayr-ı ahlakiliğinden ve tarafsız bir perspektiften değerlendirildiğinde ortaya çıkacak olan gayr-ı ahlakilikten eminsek söz konusu eylemlerin orantısallık ilkesine riayet etmesi ve varsayılan kötü sonuçları bastıracak olumlu neticelere erişmesi mümkün değildir.
Savaşa iştirak etmenin münasipliği hususunda ifade edilmesi gereken son nokta daha ziyade pratik bir eleştiridir. Mevzubahis doktrinin teorik olarak müdafaa edilemeyecek vaziyette olması bir yana savaşın ahlâkî boyutu üzerine inşa edilmiş olan sağduyu düşüncesine entegre edilmesinin korkunç sonuçlar doğurduğu da görülmektedir. Çünkü muharip kuvvetler –hem profesyonel askerler hem de kur’a askerleri,- uğruna savaştıkları amacın haksız olduğundan emin olsalar bile temiz bir vicdan ile harp meydanlarına gönderilmektedir. Bu durum da haksız savaşlar silsilesine yenilerinin eklenmesini kolaylaştırmaktadır.
Gönüllü Askerlik Meselesi Ahlâkî Açıdan Neden Tartışmalıdır?
Şayet revizyonistlerin gayr-ı âdil bir savaşa iştirak eylemini münasip bulmayan yaklaşımı üzerinden hareket edecek olursak gönüllü askerlik mefhumunun da ahlâkî açıdan benzer bir biçimde netameli olduğu sonucuna ulaşırız. Bazıları otoriteye teslimiyetin ahlâkî olarak kabul edilemezliğine kesin surette kani olduğundan doğrudan yukarıdaki çıkarımı yapmaktadır. Bunlara göre ahlâk sahibi aktörler olarak otoriteye intisap vasıtasıyla kendi yargılarımızın hilâfına hareket etmemeli ve ahlâkî özerkliğimizi muhafaza etmeliyiz. Fakat bu yorumda belirgin bir aşırılık mevcut. Varsayalım ki bir otoriteye kendi yargı gücünüzü teslim etmenin zaman içinde eylemlerinizin ahlakiliği açısından şahsen sahip olduğunuz bu yargı gücünün mihmandarlığından daha faydalı olacağından eminsiniz. Bu şartlarda bir otoriteye sığınmak doğal olarak makul görünmektedir. Söz konusu makul görüşü kabul etsek bile gönüllü askerliğin ahlâkî bir mefhum olup olmadığına dair şüphe bulutları yine de dağılmıyor çünkü hiçbir hükümetin savaşa ilişkin ahlâkî yargılarının gayet bilgili, tarafsız ve ahlâkî açıdan titiz bir bireyin ahlâkî yargılarından daha güvenilir olması beklenemez.
Gönüllü askerliğe ilişkin temel sorun bir başkasına itaat etmekten ya da hür irademizi bir başkasının tasarrufuna emanet etmek taahhüdünde bulunmaktan fazlasıdır. Gönüllü olarak orduya yazılan bir kur’a askeri haksızlığın bir aracı olmak riskini taşımaktadır. Örnek olarak ele aldığımız bu asker ya içinde bulunduğu savaşın haksız bir sebebe dayandığını idrak edemeyecek ya da her şeyin farkına varmasına rağmen harp etmeye devam edecek… Kısacası, şayet savaşa iştirakin ahlâkî açıdan münasip olmadığı düşüncesindeysek –yani geleneksel âdil savaş teorisinin öngörülerinin aksine haksız bir savaşta çarpışmak ahlâken münasip değilse-, o hâlde gönüllü olarak orduya yazılmak da haksızlığın bir parçası hâline gelmek riskini barındırmaktadır.
Ki bu risk azımsanamayacak kadar büyük bir risktir. Askerlerin ekseriyeti haksızlığı açıkça ortada olan bir savaşa sürüldüğünde bile kumandanlarının çarpışma emrine riayet etme eğilimindedir. Sayısız haksız savaş örneğine rağmen aktif görev hâlindeki askerler arasında kumandanlarından aldıkları çarpışma emrine uymayı vicdanen reddeden pek az örneğe rastlanabilir. Bunun böyle olmasında pek çok sebep etkilidir. Birincisi, askerler genellikle savaşa ilişkin hakikatlere kısıtlı erişim sağlayabilir. İkincisi, en şeffaf ve demokratik toplumlarda bile hükümetlerin sıklıkla askerlere yalan söylediği bilinmesine rağmen askerler üstlerine ve hükümetlerine inanmayı tercih eder. Ve savaşa ilişkin tüm hakikatlerden haberdar olduklarını varsaymış olsak bile içinde bulundukları savaşın haksız bir sebebe dayandığını idrak etmeleri güç olacaktır çünkü aldıkları emirleri eleştirel ve bağımsız bir analize tabi tutmaları beklenmemektedir. Askeriye talim gibi itaat alışkanlıklarını geliştiren aktivitelerle doludur. Dahası, savaş sebebinin haksız olduğundan emin olan askerler bile savaşmaya mütemayildir. Askerler, emre itaat kaidesi üzerine eğitilmelerinin yanı sıra itaat eyleminin diğer tüm tartışma maddelerini bastıran profesyonel bir gereklilik olduğu inancını taşır. Ülkelerine, üyesi oldukları askeri kuruma ve harp meydanındaki yoldaşlarına sadakat hissi besler. Ve elbette çarpışma emrini reddettiği takdirde karşı karşıya kalacağı ağır cezanın bilincindedir.
Tartıştığımız noktaların çoğu bir başka Viktoryen sima olan John Ruskin’in bir grup askere verdiği derste naklettiği gözlemlerinden de okunabilir:
Sizler, kendinizi bir silâh olarak ülkenizin ellerine teslim ettiniz. O size emrettiğinde vurmaya yemin ettiniz… bilmeniz gereken tek şey de onun kollarında başarısızlığa yer olmadığıdır. Ve şayet Britomart’ın [etimolojik olarak antik Yunan tanrıçası Britomartis’e kadar dayandırılan bu kelime buradaki anlamıyla ilk defa XVI. Yüzyılda Edmund Spenser tarafından Britanya’nın askerî üstünlüğüne atıfta bulunmak için kullanılmıştır. Brit kelimesi Britanya’yı işaret ederken takip eden ‘mart’ ise savaş ile özdeşleştirilen Mars gezegenini ima etmektedir.] yüreğine ve ellerine kendinizi teslim ederseniz –ki sizi kucaklayıp yanı başına çeken de ondan başkası değildir,- bunda elbette bir azamet ve iyilik vardır. Fakat unutmayın ki iyi ve soylu bu devlet ayrıca köleler devletidir. Böylece kendimizi herhangi bir efendinin köleleri olmaya adarken bizden ne bekleneceğini de iyice düşünmek ve bu hususta ihtiyatlı olmak elzemdir.
Belki de askeriyeye katılanların büyük kısmı âdil ve gayr-ı âdil savaş arasındaki ayrımı hakkıyla yapabileceğinden ya da haksız bir sebebe dayanan bir savaşta çarpışmaları istenirse reddedecek cesarete sahip olduğundan emindir. Şayet durum bundan ibaretse bunların bir kısmı dışında hepsi aldanmıştır.
Nihaî bir yargı olmamakla birlikte tarih boyunca savaşan askerlerin kahir ekseriyetinin haksız bir savaşın parçası olduğuna ilişkin kanı yabana atılır cinsten değildir. Bu kanıyı doğuran anlayış ise aslında sadece üç tip savaşın bulunduğu inancından beslenir. Birinci tip savaşta taraflardan yalnızca biri haklı bir sebebe sahiptir. İkinci tip savaşta muharip tarafların her biri savaşa tutuşmak için haklı ve haksız sebeplere sahiptir. Üçüncü tip savaştaysa tüm taraflar haksız sebeplere dayanarak harp etmektedir. (Eğer Suriye’de Esad rejimine muhalefet edenler İslâmî teokrasiyi tüm ülkeye dikte etmeyi amaçlayan cihatçı gruplardan müteşekkil olsaydı Suriye İç Savaşı üçüncü tip savaşlara iyi bir örnek teşkil ederdi.) Kanaatimce, tüm muharip tarafların hepsinin haklı olduğu bir senaryo ihtimal dâhilinde bulunmuyor. Tek makul ihtimal tarafların bütünüyle haksız sebeplere sahip olmaması olabilir. Ki bu durumda da tarih boyunca gerçekleşen gayr-ı âdil savaş sayısının âdil savaş sayısından katbekat fazla olduğunu; dolayısıyla da âdil olmayan savaşlarda harp eden asker sayısının âdil olanlarda çarpışanlardan fazla olduğunu söyleyebiliriz. Fakat elimizdeki tanık ifadelerine göre askerlerin ezici çoğunluğu realiteden bağımsız olarak kendi savaşlarının haklı bir sebebe dayandığını ifade etmiştir.
Daha spesifik örnekler söz konusu olduğunda genel istatistikler yanıltıcı olabilir. Şayet birisi gönüllü olarak orduya katılmayı düşünüyorsa hakkaniyet dairesine uygun düşmeyen bir sebeple savaşa gönderilme olasılığını hesaplarken büyük oranda ülkesinin yakın tarihini ve mevcut hükümetin yapısını dikkate almalıdır. Sözgelimi, Sudan ordusuna gönüllü olarak kaydolan bir asker için geçerli olan ahlâkî riskler İsviçre ordusuna katılan bir askerinkinden daha yüksek olacaktır.
Öneri
Burada bir ikilemle karşı karşıyayız. Gönüllü olarak orduya katılım kişiyi hakkaniyetten uzak bir amaç uğruna diğerlerine saldırmaya ve hatta onları öldürmeye itebileceğinden askerliğe karşı ahlâkî bir karine geliştiğini görüyoruz. Böylesi bir senaryoda işlenen cinayetler ahlâken haklı addolunamaz. Ama politik yapıların büyük kısmının güvenliği tesis edebilmek için askeri kuvvete ihtiyaç duyduğu da aşikârdır.
Bu ikilemi çözmek için takip edilebilecek en iyi yol aktif görev yürüten askerlerin seçici vicdanî ret hakkına kavuşmasıdır. Böylece gönüllü askerler orduya katılırken şayet günün birinde haksız bir savaşın dişlisi hâline gelmeleri istenirse bunu reddetme hakkına sahip olduklarını ve haksız bir savaşta çarpışma emrine riayet etmemeleri hâlinde cezalandırılmayacaklarının bilincinde olacaktır.
Yukarıdaki telkin kimilerine umutsuzca naif ve hayalperest gelebilir. Ama aslında elimizde bunun mümkün olduğuna işaret eden örnekler bulunuyor. Vicdanî ret hakkı –tam ismiyle vicdanî ret görevi,- Amerika Birleşik Devletleri tarafından jus in bello’ya ilişkin olarak kabul edilmiştir. Buna göre muharip kuvvetler çarpışma anına ilişkin acil durumlarda bile –ki bu durumlar ahlâkî çekincelerle çarpışmayı reddetmeye kıyasla daha büyük riskleri barındırmaktadır,- “aşikârane kanunsuz” emirlere itaat etmemekle yükümlüdür. Dahası, çarpışmaya iştiraki vicdanen reddetme sıklığı ve sayısı sivillerin düşündüğünden çok daha fazladır. Kamuoyu bunlardan nadiren haberdar oluyor çünkü vicdanî ret talebinde bulunan kişi çabucak bir başka göreve atanıyor ve meselenin aleniyet kazanması istemeyen üstleri de olayın üstünü örtmüş oluyor.
Tüm bunlara karşın çarpışmayı vicdanen reddetme pratiğine ilişkin çok ciddi ve haklı endişelerin bulunduğunu da ifade etmeliyiz. Bunların arasında belki de en belirgin olanı söz konusu hakkın ahlâkî gerekçelerden ziyade şahsî sebeplerle hareket eden kötü niyetli insanlar tarafından suiistimal edilmesi ihtimalidir. Bir asker –askere alım reklamlarında sıklıkla rastlandığı üzere-, “dünyayı görmek” için orduya katılabilir ve çarpışmaya katılması istendiğinde uğruna yetiştirildiği ve maaş aldığı mesleğin gerekliliklerini icra etmeyi reddedebilir.
Bu sorunun çözümüne ilişkin iyi bir öneri bulamıyorum. Askerlerin içtenliğini ölçecek testlere ihtiyaç duyuyor olsak bile söz konusu testlerin yanılma payını dikkate almalıyız. Dahası, askerlerin muhakeme yetkinliğini ölçebilecek testlere de ihtiyacımız olabilir. Meselâ, Tanrı’nın veya bir uzaylı sesinin kendisine çarpışmaması gerektiğini söyleyen bir askerin seçici vicdanî ret hakkından faydalanması kabul edilemez. Dahası, içtenliğinden emin olduğumuz askerler bile belli cezalara çarptırılmalı ki kötü niyetli olanlar işin ehemmiyetini iyice kavrayabilsin. Vicdanî retçiler külfetli işler yapmak mecburiyetinde bırakılabilir ya da kendilerine verilen maaşın bir kısmının geri ödenmesi talep edilebilir. Ne de olsa eğitimleri esnasında kendilerine ödenen maaş günü geldiğinde askerlik vazifelerini icra etmeleri için ödenmişti. Aksi, savaşa iştirak etmenin ahlâkî olarak yanlış olduğuna inananlara haksızlık olur.
Yine de kötü niyetli bireyleri ayıklamanın zorluğunu hesaplarken vicdanî reddin kabulü hâlinde yaşanacak olan senaryoyu da göz önünde bulundurmalıyız. Bu senaryoya ilişkin olarak ifade edilmesi gereken iki temel prensip bulunuyor. Birincisi, vicdanî reddin kabulü kişinin gönüllü olarak orduya katılımından doğacak ahlâkî riskleri azaltır. Bu risklerden arındırılmış bir askerlik icrası da muharip kuvvetlerin orduda kalmak için ahlâkî sebeplere sığınması anlamına gelir. Yani askerler toplumun haklı bir savaş yürütmesini mümkün kılmak için çabalar. İkincisi, şayet askerlere savaşa iştirak noktasında koşullu vicdanî ret hakkı tanınırsa hükümetler haksız bir savaşın fitilini ateşlemekten cayabilir. Nihayetinde hükümetin savaş kararı askerlerin ahlâkî motivasyonundan güç alan bir direnişe yol açarsa muazzam bir utanç yaşayacak olan hükümetin ülke genelinde de meşruiyeti zedelenir.
Elbette askerlerin vicdanî ret tehdidinin âdil olmayan savaşların önüne geçebileceği gibi âdil savaşların yürütülmesine mani olabileceğini söyleyenler de bulunuyor. Bu cümlenin ikinci yarısında ortaya konulan varsayımın bir millî mücadele durumunda gerçekleşmesi ise neredeyse mümkün değildir. Ama meselâ II. Dünya Savaşı’nda askerî güce başvuran Amerika Birleşik Devletleri’nde söz konusu hususlar tartışılırken öz savunma nadiren ciddî bir mesele olarak ele alınmıştır. 2001 yılında Afganistan’da muhkem bulunan El-Kaide üslerinin vurulduğu ilk operasyonları saymazsak Amerika Birleşik Devletleri’nin ciddî anlamda askerî güç kullandığı ve haklı görüldüğü örnekler kolektif savunma (meselâ Kore Savaşı) ve insanî müdahale (meselâ Kosova) kategorilerinden müteşekkildir. Ve tabii ki bazıları insanî müdahale gerekliliğini doğuran bariz örneklerin karşısında bile anlaşılır ve içten ahlâkî endişelerle başka bir ülkeye müdahale edilmesini eleştirebilir.
Dolayısıyla aktif görev yürüten askerlere seçici ahlâkî ret hakkının tanınması insanî müdahale olarak da tanımladığımız haklı savaş örneklerinin yürütülmesine mani olabilir. (Aynı şey zorunlu askerliğin tekrar yürürlüğe girmesi hâlinde de geçerlidir.) Ama diğer yandan bu hakkın tanınması gayr-ı âdil savaşların da önüne geçebilme potansiyeli taşıdığından hangi muhtemel sonucun daha kıymetli olduğu sorusuyla karşı karşıyayız. Daha önce de ifade etmiş olduğum gibi askerler çarpışma emrini aldıkları savaşların âdil olduğuna inanmak eğilimi gösterirler ki hükümetlerin âdil olmayan savaşları yürütebilmelerini göreceli olarak kolaylaştıran şey de budur. Ayrıca şunu da eklemeliyiz ki askerlerin ve gayr-ı muharip kuvvetlerin âdil olmayan bir savaşın gayr-ı âdil hüviyetini kesin surette tespit etmesi âdil bir savaşın gerçekten âdil olup olmadığını ortaya koymaktan daha kolaydır. Eğer bu iki iddiayı da doğru kabul edersek varacağımız netice şudur ki savaş gerçekten gayr-ı âdil olduğunda askerlerin buna ikna olması hakikatte âdil olup olmadığından emin olunamayan savaşlara göre daha mümkündür. Yani vicdanî ret hakkının tanınması âdil savaşların yürütülmesini engellemekten ziyade gayr-ı âdil savaşların gerçekleştirilmesine mani olmaktadır. Hâl böyleyken iki muhtemel sonucun kıyaslanması neticesinde beklenen karşı-bedel tatmin edicidir ve statükonun iyileşmesi beklenmektedir.
Seçici vicdani ret hakkının askerlere tanınması gönüllülük esasına ilişkin tüm ahlâkî riskleri bir anda ortadan kaldıramaz. Gönüllüler halen ilgili hakikatlere erişim sağlayamayabilir, hükümetleri tarafından kandırılabilir ya da içinde bulundukları savaşın âdil olup olmamasıyla ilgilenmeyebilir. Savaşın âdil olmadığına ve haklı bir sebebe dayanmadığına inanıyor olsalar bile vicdani ret hakkından faydalanmak yerine çarpışmak için baskı görebilirler. Buna rağmen vicdani ret hakkını mahfuz olan gönüllülerin alacakları ahlâkî riskler kayda değer biçimde azaltacaktır.
Şunu da unutmamak gerekiyor ki askerlik mesleği ciddî fiziksel risklerden arındırılamaz. Eşyanın tabiatı gereği bu riskleri alanların genç olmaları beklenir çünkü gençlerin ihtiyarlara kıyasla feda edebilecekleri daha fazla şey vardır. Tam da bu sebeple sivillerin askerlerden haddinden fazla ve ağır ahlâkî sorumlulukları üstlenmesini beklemek insafsızlık olur. Söz konusu ahlâkî riskleri azaltabilecek iki yol daha bulunmaktadır ki bunların her biri askerlerin vicdanî ret hakkını enine boyuna düşünmelerine olanak sağlar. Birinci yol askerlerin tedrisatına savaş etiği ve ahlâkı eğitiminin eklenmesini öngörür. Askerler âdil savaş teorisi çerçevesinde tartışılan belli başlı konulara asgari seviyede aşina olmalı ve teoriye ilişkin kalem oynatan mühim otoritelerin mütalaalarını tanımalıdır. Pek çok akademik birimimiz hâl-i hazırda geleceğin subayları olmak üzere eğitim görenlere bu eğitimi sunmaktadır. Ama bu ahlâkî eğitime gönüllü askerlerin de erişim sağlayabilmesi gerekmektedir.
Sivil toplumun askerlerin üstlendiği ahlâkî sorumlulukları azaltmak noktasında takip edebileceği ikinci yol ise hükümetten bağımsız olarak değerlendirilmesi gereken spesifik savaşların ahlakiliği üzerine yol gösterici bir rol benimsemesidir. Bunun nasıl gerçekleşeceği ya da gerçekleşebileceği ise başka bir tartışma konusudur. Ben naçizane böyle bir tartışmanın neden gerekli olduğunu anlatabilmiş olmayı umuyorum.
Bu yazı Burak Yazıcı tarafından sosyalbilimler.org’da yayımlanmak üzere Türkçeye çevrilmiştir.
Orijinal Kaynak: McMahan, Jeff. (2013, October 13), “The Moral Responsibility of Volunteer Soldiers” Boston Review. Atıf Şekli: McMahan, Jeff. (2022, Kasım 22). “Gönüllü Askerlerin Ahlâkî Sorumluluğu Üzerine” Çev. Burak Yazıcı, Sosyal Bilimler. sosyalbilimler.org/gonullu-askerlerin-ahlaki-sorumlulugu-uzerine Kapak Resmi: Charles Johnson Post, We Leave the Trenches (1898) Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org çevirmenleri tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlâli söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir. |