Gezi Olayı ile ilgili şimdiye kadar birçok şey yazılıp çizilmesine rağmen konuyu sosyal bilimlere taşıyacak ve sahanın kavramlarıyla tartışacak bir çerçeve henüz geliştirilemedi. Bu durum Türkiye’de teorinin eyleme fena halde hazırlıksız yakalandığını gösteren en iyi örneklerden birisidir. Gezi Olayı’nın sosyolojik ve tarihsel hangi terimlerle ifade edilebileceği üzerine pek düşünülmedi. Politik olarak açığa çıkan geniş çaplı bir tepki, düşünsel bakımdan tavrını derinleştiremedi. Buradaki söyleşimiz bu eksikliği gidermeye yönelik kavramsal bir inşadır. Genç arkadaşlarımız Vefa Saygın Öğütle, Güney Çeğin ve Emrah Göker’in bugüne kadarki üretken çalışmaları Gezi’nin çok daha geniş bir alanda sosyolojik bakımdan neye tekabül ettiğini anlamak açısından bir hayli ilham vericidir.
Gezi’de ortaya çıkan öznelliği adlandırmak için pek çok terim ve kavram ortaya atıldı. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Vefa Saygın Öğütle: İlkin geçici izlenimlere ve zayıf tipleştirmelere dayananlardan söz etmek iyi olabilir. Zayıf tipleştirmeler derken, uçucu ve oldukça lokal veya kişisel deneyimlerden hareketle terimleştirme denemelerini kast ediyorum: Beyaz Türk, tedirgin laik vs. Bu hususta, sosyolojinin önemli keşifsel araçlarından olan “tipleştirme”nin ya da “sosyal tip” aracının suiistimal edildiğini belirtmek gerek. Ayrıntılı bir sosyal tip tartışması yapmanın yeri elbette ki burası değil ama şu kadarı söylenebilir: Başarılı sosyal tipler, muhtelif sosyal mekanizmaların belirli zaman ve mekânda bir arada işlemeleriyle oluşan somutlukların derinlikli bir fotoğrafını yakalama vasfına sahiptir. Oysa yüzeysel-kimliksel birtakım ortak deneyimler üzerinden ortaya atılan ve müteveffa Ulus Baker’in deyişiyle birer “kanaat ve siyasi etiketleme kategorisi” olarak kültür savaşlarının değirmenine sürekli su taşıyan sözde tipleştirmeler, birtakım “töz”lerin, hayalî birtakım “biz”lerin söylemsel inşasında hayati role sahip. Bu özellikleriyle de hemen her zaman, kendini ayırt etme ve ayrıcalık talep etme dilinin bir parçası hâline geliyorlar ki bunun açık örneklerini kültür savaşının her iki tarafında da görmek mümkün.
Gezi’deki öznelliği adlandırma mücadelesinde karşımıza çıkan bir diğer öneriler grubu ise, politik aktörlerin inşa etmek ve içine yerleşmek istedikleri toposlara karşılık gelmektedir. Burada bir politik çerçeveleme söz konusudur; ortak bir tarihin oluşturulmasıyla politik kimlikler edinilir, “biz” ve “dışarısı” imâl edilir. Toplumsal çelişki ve çatışma hatlarının politikanın diline tercüme edilmesiyle birlikte, bazen muğlâk bazen de oldukça net bir “düşman”ın inşası da bu sürece dâhildir. Burada bir parantez açarak, “ötekileştirme” mefhumu üzerinden geliştirilen eleştirilerin, altında yatan etik kaygıları önemsemekle birlikte, bu politik inşaatı kavrama hususunda oldukça naif kaldıklarını düşündüğümü söylemek isterim. Yani politik dilin düzeltilmesiyle, siyaseten doğru bir dilin kullanılmasıyla çözülecek bir sorun değil bu, gücün nasıl ve nerelerde temerküz ettiğiyle ilgili bir sorun: En kuşatıcı, “kucaklayıcı” politik tahayyülün bile pratikte bir “dışarısı” mutlaka vardır.
Gezi’deki öznellik, muhtelif cenahların politik inşaatlarından hareketle de adlandırıldı: “Darbeciler”, “halk”, “işçi sınıfı”, “çokluk” vs. gibi adlandırmalar tam da bu türden yaklaşımların ürünüydü. Her politik inşaat, doğası gereği, nesnel gerçeklik iddiasında bulunur. Bu gerçeklik iddiasına derhal bir “bilimsel”lik hâlesinin eklenmesi ise asla rastlantısal değildir, zira her ne kadar 20-30 yıl öncesine kıyasla güçten düşmüş gibi görünse de, gerçeklik etkisinin üretiminde bilim söylemi hâlâ başat konumdadır. O yüzden politik aktörler, hangi cenahtan olurlarsa olsunlar, “bilimin yasaları”nın, “sosyolojik gerçeklik”in vs. kendi yanlarında olduğunu ya da bunları temsil ettiklerini iddia ederler.
Gezi ve Sosyoloji derlemesinde “sosyolojikleştirme” terimini kullanıyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
VSÖ: Bunun için önce, bilhassa Gezi sonrasında kullanım sıklığı daha da artan “sosyolojik gerçek(lik)” lafzı, ontolojik bir iddia olarak “sosyolojik olmak”lık üzerine kısaca bir şeyler söyleyeyim. Burada, “sosyoloji”nin hem bir uzmanlık ismi, hem bir meşruiyet hâlesi, hem de bizzat nesnenin kendisi haline geldiği tuhaf bir durumla karşı karşıyayız aslında. Sosyolojiyi eğer kabaca “sosyalin bilgisi” olarak tanımlarsak, mesele ilk başta terminolojik bir karışıklık gibi görülebilir; zira bir “gerçeklik”ten söz edilecekse, bu bir şeyin bilgisi değil, o şeyin kendisi olabilir, konumuz özelinde “sosyal” gerçekliktir bu. Gelgelelim, “X’in böyle olduğu sosyolojik bir gerçekliktir” tarzı cümlelerde, terminolojik bir yanılgının ötesinde, politik bir ihtirasın izlerini de net bir biçimde görmekteyiz. Burada, “iyi” siyaseti haklılaştırmak için onu “bilimsellik” halesiyle çevrelemek ve buradan politik fayda türetmek gibi bir motivasyon söz konusu ki biraz önce bundan bahsetmiştim. Dolayısıyla bizim itirazımız, “iyi siyaset”in kendiliğinden “iyi sosyoloji” üreteceği anlayışına karşı oldu ki bu anlayış, Gezi’yi hem itibarsızlaştırmak hem de kutsallaştırmak isteyen cenahlarda bol miktarda karşılık buldu. Sosyoloji “iyi siyaseti” haklılaştırma aparatı veyahut çağrıldığı bu “kutsal” göreve icabet etmediğinde dövülecek bir kum torbası değildir.
Emrah Göker: Kitabın önsözünde bir alıntımız var. 20. asırda nesli tükenmeye yüz tutmuş “bütüncül” sosyal bilimci kategorisinin ender büyük örneklerinden birine, Charles Tilly’e ait. “Bütüncül” derken kastettiğim, tarih, sosyoloji siyaset bilimi gibi disiplinlerin akademi içinde katılaşmış sınırlarını tanımayan, bu disiplinlerin “arasında” değil, bunları bütünleştirerek “ötesinde” çalışmaya ahdetmiş bilim insanı. Alıntı, 11 Eylül 2001 saldırılarından birkaç gün sonra yazdığı bir yazıdan. Sosyal bilimcilere özetle, “sakin olun, işinizi yapın, vereceğiniz haklı etiko-politik tepkilerden analizinizi ayırt edin” diyor.
VSÖ: Gezi ve Sosyoloji gibi bir çalışma, normal koşullarda sadece sosyoloji alanının fiilî ya da potansiyel aktörlerine hitap eden bir çalışma olurdu. Ancak “sosyoloji(k)” terimi üzerinden üretilen ve gitgide absürtleşen tuhaf mistifikasyon bulutu, çalışmayı daha geniş bir kamuya hitap eder hâle getirdi. “Sosyolojik gerçek olmak”lık gibi absürt bir söylemin, sosyolog Peter Berger’in deyişiyle “kutsal şemsiyenin / meşrulaştırmalar şemsiyesinin” ana bileşenlerinden birisi haline geldiği bu ortamda, bizim yaptığımız sosyoloji zanaatı savunusunun alanın dışına taşan böylesi bir etki yaratması da kaçınılmazdı.
Sosyolojikleştirmeden kastımız aslında oldukça basit, öyle sosyolojizm yapmakla, sosyolojiyi fetişleştirmekle alâkası yok. Bunu diyorum, çünkü Gezi ve Sosyoloji’ye dair ısrarla böylesi bir söylem dolaşıyor etrafta, bilhassa da sol cenahlarda. Gezi’nin “hakikatini” tebliğ etmekte birbiriyle yarışanların kitaba sanki “Son sözü sosyoloji söyler” demişiz gibi yaklaşması hem ağır ironik hem de gayet semptomatik… Dediğim gibi, kastımız basit: Sosyoloji eğitimi almış, sosyolojik bilginin nasıl üretildiğini az çok bilen herkesin, eğer algıyı bozan politik vs. ihtiraslara sahip değilse hemen anlayacağı üzere sosyolojikleştirme, sosyolojinin bilgi üretme prosedürlerini işletip bir araştırma nesnesi oluşturmak suretiyle ele alınan şeyin sınanabilir bilgisini üretmek anlamına gelir. Buradaki “sınanabilir” kelimesinin altını bilhassa çiziyorum. Dolayısıyla Gezi’nin bizim çalışmayla da henüz sosyolojikleştirilmiş olmadığını söylerken, ulvi bir bilme biçiminden ve bizim ona henüz mazhar olamadığımızdan bahsediyor değilim, basitçe bu prosedürlerin bu çalışmada da henüz işletilmediğini, çalışmanın böyle bir iddiası olmadığını söylüyorum. Kitaba yazdığımız Önsöz’deki bir pasajı birebir alıntılarsam: “Gezi eylemlerinin politik, kültürel, sosyal, sosyo-psikolojik vs. yönleri vardır ama olan her neyse, ancak sosyologlar tarafından bir araştırma nesnesi olarak inşâ edildikten sonra “sosyolojik” hâle gelecektir. Sosyolojik bilgi üretme protokollerine uygun olarak üretilmediği ve sınanmadığı müddetçe, hiçbir şey sosyolojik değildir. Hiçbir şeyin kendinde sosyolojik bir yönü yoktur; bir şey ancak sosyolojikleştirilir”.
Peki, bu sosyolojikleştirme işinin gerçekleştirileceği, sosyolojik ya da genel olarak sosyalbilimsel bilginin üretilebileceği alan nasıl bir yerdir?
VSÖ: Biraz önce dediklerimin, sosyolojikleştirme etkinliğini akademi içine kapatmak anlamına gelmediğini vurgulayayım ilk önce: Esas olan bizatihi etkinliğin kendisidir. Tabii gene de Türkiye’de bilim alanının akademi kurumuyla istisnalar hariç özdeş olduğu aşikâr. Türkiye’de bilim alanı yapısal olarak özerklik yoksunluğuyla malûl, dolayısıyla tarihsel bir arka planı var meselenin. Zaten Gezi ve Sosyoloji’nin temel bir derdi de, sosyolojikleştirme ameliyesini engelleyen tutumlara karşı çıkmak ve sosyolojinin bu süreçte gördüğü kum torbası muamelesi karşısında alanın otonomisini savunmaktı.
Türkiye’de bilim alanı, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, Althusserci anlamıyla bir “aygıt” olarak tasarlanmıştır. Tasarlanmıştır, dedim, alanın tüm aktörlerince birebir böyle işletilmiştir, demediğimin altını çizeyim. Bunun anlamı, alanda itibar biriktirme ve yükselme kriterlerinin alanın içinde değil dışında oluştuğu ve çalıştığıdır. Türkiye’de hâkim olan, sosyal meşruiyetini alan-içi etkinliği ile değil de alan-dışı ilişki ağları ile sağlamayı öğrenmiş bir akademisyen portresidir.
Öte yandan bizde özerklik, ulaşılması için çabalanan gerçek bir hedef olarak değil, sadece bir söylem olarak, alan-dışında önceden inşâ edilmiş alan-içi muarızı köşeye sıkıştırmak için kullanılan politik bir koz olarak var olagelmiştir. Zaten o yüzden bugün bilimin özerkliğinden dem vuran Kemalistler görmekteyiz. Alan içindeki ortodoks Marksistlerin yıllardır dile getirdikleri özerk üniversite talebi ile bilime yükledikleri politiko-teorik misyon arasındaki çelişkide de bunun izlerini görebilirsiniz. Dolayısıyla özerklik Türkiye koşullarında Batı’dakinden çok daha yakıcı, varoluşsal bir meseledir ve içeriğinin sınırları, bilimsel bilgi üretimine sevk eden ilgi/çıkarın ne olduğu ve nasıl tesis edilmesi gerektiği sorusuyla başlar. Gezi’nin yakıcı bir şekilde önümüze koyduğu self-refleksivite imkânını bu yüzden oldukça önemsiyorum.
Self-refleksivite imkânı derken, bunu biraz daha açabilir misiniz?
VSÖ: Gezi’nin bizler açısından bir “kayıtsız kalamama” durumu yarattığı açık ve bunun, Türkiye’nin bu çaptaki ilk “toplumsal hareket”ine yakalanmış olmamızın yanısıra, bence spesifik bir nedeni daha var: Gezi üzerindeki sembolik mücadelede öne çıkan sınıfın bizzat bir parçası olmamız. Buna şimdilik “kültürel burjuvazi” diyelim. Bunun sonucunda, Gezi sonrası ortaya çıkan belli başlı araştırma gündemlerinin yanısıra, oldukça önemsediğimiz bir tartışma “orta sınıf” meselesi etrafında oluşmaya başladı. Orta sınıf kavramını duyduğu an taarruza geçen ortodoks refleks gitgide zayıfladı, mesele serinkanlı bir biçimde tartışılmaya başlandı, bu oldukça önemli. Bunun sınıf incelemeleri açısından canlandırıcı ve alan açıcı bir etki yaratacağı ümidindeyim. Ülkedeki mevcut sınıf incelemesi çerçevelerinin bu hususu kavramada oldukça yetersiz olduğu, saf nominalist kaldıkları aşikâr. Araştırmacıların farklı sınıf analizi yaklaşımlarıyla derinlemesine bağlantı kurmaları gerekecek.
Sosyal bilimcilerin kültürel burjuvazinin bir parçası oldukları olgusu, öte yandan, self-refleksivite açısından önemli imkânlar barındırıyor dediğim gibi. Self-refleksivite kavrayışının başlangıç noktası, sosyal bilimcinin, üzerine çalıştığı nesneler dünyasına kendisinin de gömülü olduğunun, kısacası bir sosyal varlık olduğunun bilgisidir. İşte bugün içinde bulunduğumuz durumda, bu bilginin pratik teyidi gerçekleşti. Sosyal bilimci ister bizzat içinde yer almış olsun, isterse de burun kıvırmış ve hattâ bir tehdit olarak algılamış olsun, Gezi ile birlikte sosyal varlık olduğunu derinden hissetti. Sosyal bilimcinin sosyal bir varlık olup olmadığı tartışmasına girmek artık tamamen beyhude, çünkü tartışma pratikte aşıldı. Self-refleksivite Türkiye’deki sosyal bilimciler için hiç bu kadar yakıcı bir hâl almamıştı, diyebilirim. Self-refleksif bir dönemeçteyiz ve bu, bizzat kendi politik, kültürel vs. kanaatlerimizi sorgulamaya açmayı ve onlardan kopmayı da gerektiriyor, işin zor ve acıtıcı olan yanı bu. Alana dair temel bir soruyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum: İlk kez bu denli pratik bir biçimde deneyimlenen self-refleksivite, etkinliğin sosyal bilimcinin zihninde tamamen anlamsızlaşması sonucu alanın terk edilmesiyle mi sonuçlanacak, yoksa alandaki zımnî önkabullerin kolektif ifşası sonucu sosyalbilimsel bilgi üretiminin daha sofistike bir hâl almasıyla mı? Gezi’den sonra güncel politikaya dolaysızca gömülen meslektaşlarımız ilk yolu tutmuş görünüyor; ama biz bahsimizi ikinci pozisyona yatırıyoruz.
O halde bu refleksivite kavrayışı ve merak edilen konular karşısında tarif ettiğiniz “sosyolojikleştirme” pratiği üzerinden normatif bir iddianız var, doğru mu anlıyorum? Sosyal bilimin iyisi ile kötüsünü ayrıştırmak istiyorsunuz. İyisini nasıl ayırt edebiliriz, iyisini yapmanın koşulları nelerdir?
EG: ABD’li sosyologlar Howard S. Becker ve Irving Louis Horowitz’in 1972 tarihli bir tartışmaları var, “Radikal Siyaset ve Sosyolojik Araştırma” başlıklı bir makale. 1 Siyasi radikallik ile sosyolojik olanı arasındaki ilişkiyi tartışıyorlar. Buradan bir cümle aktarayım: “İyi sosyoloji çoğu zaman radikaldir. Ancak, iyi olmayan bir sosyoloji hiçbir şekilde radikal olamaz” (s. 50). Yapılan sosyal-bilimsel işin kalitesinin, politik konular karşısındaki ahlâki hassasiyetler tarafından belirlenebileceğini düşünmüyorum. Tersinden başlamak gerekiyor, sıkı protokollerle çalışmak, özenli bir araştırma tasarımıyla hareket etmek. Asıl kaliteli bir sosyal bilimsel çalışma, işleri nasıl düzeltebileceğimizle, daha özgür bir konuma nasıl ilerleyebileceğimizle ilgili yargılara varmamızı sağlayabilir.
Elimize aldığımız nesnelerle (bu bir siyasi parti, bir sosyal hareketlenme dalgası, bir grup göçmen, bir rejim, bir beyaz yaka işçisi vs. olabilir) ilgili anlamlı betimlemeler yapmak, onların ortaya çıkış ve varoluş koşullarını ifşa edecek veri inşa etmek, neden öyle veya böyle olduklarıyla ilgili geçerli açıklamalar tasarlamak, bence “iyi sosyoloji” böyle bir şey. “İyi sosyoloji”: Bu bilgiyi ürettikten sonra ve bu üretim sayesinde, araştırdığımız nesnenin iktidar açısından, baskı altında olma (veya başkalarını baskı altına alma, bir yapı veya kurum ise, özgürlükleri sınırlama vb.) gibi durumları karşısında, işlerin neden ters gittiğine ve nasıl iyiye gidebileceğine ilişkin de yargılara sahip olmak ve öneriler yapmak. Sosyal bilimin iyisi, farkında olunmayan veya tartışma konusu yapılmayan ayrıcalıkları, çıkarları ortaya çıkarabilen, aynı ifşaatı mesleği mümkün kılan akademi dünyası için de yapabilen çalışma tarzıdır diye düşünüyorum. Böyle bir çalışma tarzı için, ister bir kurumun, örgütün, bir yapının temsilcisi/bedenselleştiricisi olsunlar, isterlerse salt kendilerini temsil etsinler, temas edilen insanların anlattıkları öykülerle ilgili üretken bir kuşku geliştirmek gerekir.
Ne var ki günümüz Türkiyesine bakın, Devrim’den yana, Demokrasi’den yana veya Ulu Önder Erdoğan’dan yana aldığınız bir siyasi konumu doğrulama amaçlı kullanılan sosyoloji, sorgulanmaz görülen itikatlar üzerinden ilerliyor. AKP seçmeninin kullandığı “çalsalar da işimi görüyor lar” gibi bir haklılık argümanını yerle bir etmeye hazırsınız, ama Abdullah Öcalan’ın yeni okuduğu son kitaptan devşirdiği yarım-yamalak düşünülmüş bir argümanın güncel siyaset için bir anlam ifade etmediğini teslim edemiyorsunuz mesela. Hâlbuki sosyolojinin işi, sosyal bilimin işi, bir başkası gelip yanlışlayana kadar, ifşa etmek. İşlerin ve şeylerin çalışma şeklini gösterirken, dünyanın onun hakkında varsayımlara, deneyimlere ve öykülere sahip olanların temsil ettikleri gibi olmadığını göstermek durumundasınız. “HDP siyaseti zarar görecek, yoldaşlar ne der” diye inşa ettiği veri hakkında sessiz kalan veya verinin öyküsünü işine geldiği gibi anlatan sosyal bilimci olur mu?
Siyasi angajmanlar üzerinden çok sert yargılıyor gibisiniz. Sosyal bilimin iyisi için çıtayı çok fazla yükseltmiş olmuyor musunuz? Siyasetten uzak bir “saf bilim” peşinde mi olmalı sosyal bilimciler?
EG: Güncel siyasetin de, örneğin 19. yüzyıl Osmanlı toplumunda çalışma ilişkileri gibi bir araştırma nesnesi olduğunu kabul edersek, sosyal bilimcinin elinde yeterince kanıt olmadan nesnesine dair serbestçe çıkarımlar yapması doğru değildir diyorum. Mesleğin adabındandır, Osmanlı’da çalışma ilişkileri ile ilgili bir açıklama ortaya çıkarmanızın bir dizi önkoşulu var: Osmanlıca bilmeniz lazım, yapılmış çalışmaları ve literatürü bilmeniz lazım, arşiv mesaisi harcamanız lazım. Güncel siyasete gelince sağda da solda da, pek çok sosyal bilimcide benzer bir çalışma disiplini yok. Becker ve Horowitz de bahsettiğim makalelerinde işaret ediyorlar (s. 54-57): Yeterli bulgu derlemeden kısa vadede hızlı kararlar vermek, gündemdeki gelişmeler etrafındaki söylem savaşlarına derhal dâhil olmak eylemcinin, siyasetçinin işi. O oyunun kuralı, öyle oynanıyor. Sosyal bilimci de heybesine alelacele tıkıştırdığı yarı-düşünülmüş kavram ve argümanlarla siyaset oyununa dâhil olduğunda, bilimsel alanın Türkiye’de zaten son derece zayıflatılmış özerkliğinin iyice harcandığını düşünüyorum. Birilerinin de çıkıp alanı savunması gerekiyor.
Bugün Türkiye’de akademi alanının sosyal bilimler cenahında bu savunma, tamamen siyaset alanındaki kutuplaşma dinamiğine endekslenmiş durumda. AKP iktidarına sarılmanın getirisi nasıl akademi alanı içinde fakültelerde ve bölümlerde mevzi tutmaya çevrilebiliyorsa (bir sermaye türünün diğerine tahvili anlamında), AKP’nin sağ ve sol hasmı olanlar da bilimsel mücadeleyi bu tür bir çıkar ve mevzi savaşı olarak sürdürüyorlar.
Bilgi hem bir iş, süreç, hem de bir ürün, çıktı olarak, yavaş ilerleyip oluşan bir şey. Siyasi anlamda eylemciliğin, parlamenter siyasetçiliğin yahut devrimciliğin ihtiyaç duyduğu hareketliliğin her daim arkasından salına salına gelmek zorunda bilgi. Tabii buna sabrı olmayanların icat ettiği şeyler var, bir taşeron şirket bulup “yoklama anketi” yaptırırsınız, belki çıkan sonuçlarda sahtecilik yapma ihtiyacı duymadan bile, onları manipüle edip siyasetinizi bilimsel bilgi ile kısa sürede meşrulaştırmanız mümkün olur. Ya da artık her gün akşam saatlerinde eşzamanlı olarak onlarca tartışma programı yayınlanıyor, hızlı ve yarım yamalak bir şekilde bilgiyi güncel siyasetin uşağı haline getirmenin çabuk bir başka yolu da burada.
Sosyal bilimcinin bu şekilde güncel siyasetin kanaat üretimi ihtiyaçlarının taşeronu haline gelmesinin tam karşısında, sosyal bilimlerin “saf bilim” üretmesi için dünya meselelerinden yalıtılmış bir profesyonellik kafesine girmesini savunmuyorum. İlginç bir şekilde, ABD sosyolojisinde bunu savunan, platformuna “Profesyonel Sosyoloji İçin Güçlü Program” diyen kalabalık bir grup var (David Boyns, Jesse Fletcher, Jonathan Turner gibi isimler sayılabilir). 2 Sosyologların kamusal alana müdahale, eylemcilik, siyasi tavrını belli etme gibi işlere asla bulaşmaması gerektiğini, mesaisini doğa bilimlerinde olduğu gibi üzerinde geniş uzlaşma olabilecek bilgilerin, teorilerin üretilmesine harcayarak, ancak dış paydaşların getirdiği problemlere çözüm önerileri sunarak bilim-dışı alana angaje olmaları gerektiğini savunuyorlar. ABD’de böyle bir pozisyon, alanın tarihsel olarak özerkliğinin güçlü oluşu sebebiyle, ortaya çıkabiliyor. Müşteriye çözüm önerisi geliştirme talebine cevap vermesi istenen türden, politik-ahlâki değerlere karşı “kör” olması gerektiği düşünülen bir sosyal bilimcilik Türkiye’de pek örgütlü değil.
O zaman siyasi taraf tutmayacak bir sosyal bilimi mi savunmak gerekiyor?
EG: Howard S. Becker’ın, 20. yüzyıl sosyoloji literatürünün klasikleri arasında saydığım bir makalesi var, 1967 tarihli, ABD’de siyahların medeni haklar mücadelesinin ve savaş karşıtı hareketin en dinamik olduğu dönemde, mesleğin en zor sorularından biri ile doğrudan yüzleşiyor: “Kimin Tarafındayız?” [Howard S. Becker (1967) “Whose Side Are We On?” Social Problems 14 (3): 239-247.] Haricileri, sapkınları, suçluları, yoksulları, şiddeti, eşitsizliği, ırkçılığı çalışırken sosyolog kimden yana durur? Bence bugün Türkiye sosyal bilimlerinde yaşanan sorunların önemli bir kısmı, özellikle de zanaatin bugün güncel siyasete fena halde gömülmüşlüğü ile ilgili sorunlar, Becker’ın sorusuyla yeterince yüzleşmemiş olmamızdan kaynaklanıyor. Sosyal bilimciler çoğunlukla soruya kolaycı cevabı verip tartışmayı bitirmiş görünüyorlar: “Tabii ki mazlumun yanında duracağım, gaddarın değirmenine su taşıyacak değiliz ya!” Dikkat edin, bugün devlet şiddetini aklayıcısı kanaat teknisyenleri arasında sosyal bilimci olanları için de cevap aynıdır. Onlar da halkın yanındadır, halkı hakir gören, aşağılayan, ona cahil muamelesi çeken, bu aralar moda tabiriyle “Eski Türkiye” zulmüne karşı demokrasinin yanında durduklarını söylerler.
Velhasıl, meslek adabı açısından soruyla yüzleşmedikçe, sosyal bilimcinin aldığı taraf konusunda cevap basit görünüyor. Ancak soruya, Becker’ın ta 50 sene önce işaret ettiği bir hatta uyanmak önemli. Sosyoloğun asla taraf olmaktan kaçınamayacağını teslim edelim hele diyor Becker. Bu tamam. Asıl zor kısmı, bilinçli bir tercihle veya alan içindeki dinamiklerin sürükleyiciliğinde bir tarafa yerleşmenin, sosyoloğun işini yapma biçimini nasıl bozunuma uğrattığının ayırdına varabilmek. Bu refleksivite, düşünümsellik ihtiyacı, örneğin keskin bir güç hiyerarşisinin mevzubahis olduğu, ezen-ezilen ilişkisinin incelendiği bir konuda farklı sesler arasında “denge” kurmak anlamına gelmiyor. Şu anlama geliyor: Kendimizi yakın hissettiğimiz, acısına veya neşesine ortak olduğumuz tarafta durmak, mesleğin tekniklerini ve araçlarını, o tarafla duygusal dayanışma amacıyla kötüye kullanmamıza sebep oluyor mu? Bu soruyu sorarken, sorunun cevabının kendi kişisel zaaflarımızla (ya da tersine, hünerlerimizle) başlayıp bitmediğini de kavramak gerekiyor zira, bilimsel alan içinde taraf tutuyoruz – bir tarafta olmanın simgesel bedelleri ve kârları alan sayesinde hesabımıza yazılıyor. Sosyoloğun nitel mülakat yönergesine, soru kâğıdına yansıttıkları, ne kadar önceden arzu edilen bir sonucu üretmek için, ne kadar, keşfetme amaçlı? Politik olarak arzu edilen sonuçların tersiyle karşılaşmaya ve itikadını dönüştürmeye hazır mı sosyolog? Becker’ın önerisi çok yerinde: “Bilimimizin bizden istediklerini yerine getirmemizin yolu,” diyor, “çalıştığımız şeyin sınırlarını keskinleştirmek, bulgularımızın hangi çizginin ötesine geçemeyeceğini işaretlemek” (s. 247). Kimin bakış açısının hangi koşullar altında yansıtıldığını, bilimsel öykünün açıklayıcılığının nerede başlayıp nerede zayıfladığını anlatmak gerekiyor. Bu da bizi, daha önce işaret ettiğim, bilginin yavaş üretilen bir mahlûk olduğu noktasına geri getiriyor. Sosyal bilimcilerin önemli bir kısmı siyasi öfkelerini (ya da, giderek daha seyrek olsa da, neşelerini) ellerindeki hazır entelektüel aletlerle hızlı biçimde ifade etmeye öyle hazırlar ki.
Burada Gezi tartışmasına ve politik şiddet çalışmalarına geri dönelim. Gezi vakasıyla beraber politik şiddet meselesi tam mânâsıyla Türkiye’nin gündemine oturdu. Devlet şiddetinden, polisin orantısız güç kullanımından ya da Gezi’deki eylemcilerin devlete dönük şiddet içerikli eylemlerinden konuşur olduk. Peki, biz bu şiddet sarmalını nasıl anlamalıyız? Politik şiddet niçin zuhur eder, kime karşı palazlanır veyahut toplumdaki tüm grupların şiddetten nasibini almaları mukadder midir?
Güney Çeğin: Konuya herhangi bir toplumun tikel tarihi açısından yaklaşıldığında siyasal şiddetin zuhur ettiği momentlerin daha ziyade bir iktidar yapısının sonucu ya da ona verilen bir karşılık ile doğrudan bağlantılı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Örneğin paramilitarizm çoğu kez bir iktidar tekniği olarak devreye sokulur ki, muhalif yapılanmaların temizlenmesi işini üstlenerek aslında egemenlik sahasındaki çatlakları sıvamada ya da devlet cebrini tekelleştirmede işlevsel kılınabilir. Ne var ki bu tekniğin bazen iktidarın otoritesinin altını oyduğu, yani evdeki hesabın çarşıya uymadığına da tanık olabiliriz (90’lardaki devlet içi çeteleşmeyi ya da daha gerilere gidildiğinde Hamidiye Alayları’nı düşünün).
VSÖ: Evdeki hesabın zaman zaman çarşıya uymamasına sebep olan yapısal bir meseleden de söz edilebilir bu noktada. Charles Tilly, “Organize Suç Olarak Savaş Yapmak ve Devlet Yapmak” başlıklı meşhur makalesinde, [Tilly, Charles (1985) “War Making and State Making as Organized Crime”, Bringing the State Back In (eds. P. Evans, D. Rueschemeyer, T. Skocpol), Cambridge: Cambridge University Press, pp. 169-187.] muhtelif devlet oluşumu süreçleri arasında tarihsel bir karşılaştırmaya giderek birtakım sonuçlar çıkarıyor. Burada bizi ilgilendiren önemli bir sonuç, eğer “devlet-yapma”yı Weberci anlamıyla şiddet tekelini kurma süreci olarak anlarsak, Tilly’nin ele aldığı tüm örneklerde bunun tam bir silâhsızlandırma, militer tüm niteliklerden arındırma (demilitarization) şeklinde tezahür ettiğini görüyoruz. Türkiye’de ise tasfiye etmeye gerek kalmayacak denli zayıflatılmış ve denetim altına alınmış “sivil” unsurların Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devlet alanının perifesinde tutulduğuna tanık olmaktayız. Dolayısıyla Türkiye’deki paramiliter pratiklerin zaman zaman örgütlenen milislerden ibaret olduğunu düşünmek yanlış olacaktır ki buna hemen, devlet alanında karşılaşılan konjonktürel krizlerin ilgili çevrelerde derhal özerkleşme eğilimi olarak karşılık bulduğunu eklemek gerek.
GÇ: Bu paramiliter pratiklerle tam ters istikamette RAF, PKK veya Kara Panterler gibi örgütlenmeler, politik şiddete başvurmak suretiyle iktidar alanının yeniden yapılanmasına yol açabilirler. Toplumsal failler açık bir biçimde devlet cebrinin hedefi haline geldiklerinde, siyasal taleplerini rutin ve kurumsallaşmış kanallardan hareketle somutlaştıramadıklarında ve bununla eşzamanlı olarak devletin hegemonik kapasitesi zayıflamaya başladığı anlarda politik şiddet repertuarları kuvveden fiile geçebilirler. Bu yüzden politik şiddet biçimleri her hâlükârda devlet alanı ile doğrudan bir nedensellik ilişkisi içerisindedir; hem “toplumsal” hem de “politik” boyutlar içerirler. Sorunuzun son kısmına gelirsek, eğer siyasal şiddet “kurucu bir hüviyet” kazanacak biçimde yapılandırıldıysa toplumun bütün kesimleri şiddet faaliyetlerinden nasibini alabilir. Fakat günümüzde devletler, her alana yayılan gözetim teknikleri ve güvenlik tertibatları aracılığıyla, zaten toplumsal alanı bütünüyle şiddetin nesnesi haline getirmişlerdir. Yani siyasal şiddetin bana göre karşıt ama birbiriyle girift iki formundan bahsedebiliriz: siyasal şiddetin devletsi tezahürleri (polis şiddetinden, kadın cinayetlerine, simgesel şiddet tarzlarından etnik dışlamaya kadar uzanır) ve siyasal şiddetin kolektif ve sivil tezahürleri (“Zor, oyunu bozar” formülüyle cisimleşen her türlü toplumsal tazyik).
Türkiye tarihini üstünkörü bir şekilde incelediğimizde mazimizin bu konuda epeyce karanlık olduğunu görüyoruz. Siyasal ihtilafların hızlıca şiddet vakalarına tahvil oluşunun kaynağında sizce hangi sebepler yatmaktadır?
GÇ: Otto Rank’ın başka bir bağlamda inşa ettiği bir kavramsallaştırmayı ödünç alırsak, “1923” senesi berisinde muazzam bir yıkımı ötesindeyse prematüre bir yapılanmayı ihtiva eden ve bugüne değin de hakkıyla hesaplaşılmamış bir “doğum travması”nın tarihidir. Bu travmanın yarattığı politik kültür, bir taraftan her kesime, bir devletin kendisini ancak “dış” ve “iç” mihrakların varlığı sayesinde yeniden üretebileceğini kanıksatırken, diğer taraftan da demilitarize edilerek ehlileştirilen tüm toplumsal grupları politik ressentiment ile donatmıştır. Etnik, dinsel ve sınıfsal grupların geliştirdiği politikaların legal düzlemde temsil edilmesinin sürekli akamete uğratılmasından tutun askerî darbelerin sürekliliğine, paramiliter yapılanmaların apansızca boy verişinden linç kültürüne değin hepsinin ardında bu kültür var.
Bu kültürün yerleşikleşmiş gramerinin de Türkiye’deki politik şiddet hadiselerini tetikleyen bir yanı var ve maalesef bu mesele genelde ıskalanır. “Ermeni tohumu”ndan, çapulcu ibaresine, gâvur sözcüğünden “dinci” damgasına uzanan bir katalog var elimizin altında! Bu tarz ötekileştirici, ayrıştırıcı ve husumeti yeniden-üreten tüm kavramların birer politik silâha tahvil edilmesi anlık bir meseledir. Örneğin bugün iktidar da muhalefet de bu aşırılığa yatkın, aforoz etme konusunda mahir dilden vazgeçmedikçe siyasal alanının insana yaraşır biçimde inşa edilmesi mümkün olmayacaktır.
VSÖ: Bu noktada, Türkiye’de politik muarızlar arasındaki dilin üzerine bilhassa 1960’lardan itibaren bir iç savaş konseptinin gölgesini vurduğunu söylersem, çok da abartmış olmam sanıyorum. 1980’lerdeki zoraki birlik ve beraberlik bir tarafa bırakılacak olursa, Türkiye politik alanı âdeta Clausewitzçi, Schmittçi anlamıyla bir Kampfplatz görünümü arz ediyor. Söyleşinin başlarında en “kucaklayıcı” politik projenin bile bir “dışarısı” olduğunu söylemiştim. Bu dediklerim bir tür kader değil tabii. Ancak bu yapısal niteliği gözden kaçırmamak gerekiyor.
Gezi ve Sosyoloji’deki yazınızda “şiddeti rasyonelleştirenin” yani devletin süreçten kazançlı çıktığını belirttiniz. O halde politik şiddeti politika-kurucu veya politika-kırıcı bir fenomen olarak mı kavramsallaştırmamız gerekiyor?
GÇ: Sanırım ilkin Gezi’ye ilişkin onca çözümlemede şiddet meselesinin neden tâli kılındığını sorgulamalıyız. Bahsettiğiniz metinde ve İletişim’den çıkan derlememizde şiddetin sosyalbilimsel mânâda put-kırıcı bir olgu olduğunu savunduk. Bu vurguyu aslen meşhur Weberci tezin (“şiddet devletin tekelindeyse meşru, değilse gayrimeşrudur” formülü) sorgusuz sualsiz kabulüne karşı da dile getirdik. Bu kabul, öylesine kuvvetli ki, bilim camiasından sıradan insanın dünyasına kadar pek çok alana sirayet etmiş durumda. Gezi bu konuda turnusol kâğıdı işlevi gördü kanımca. Zor’un oyunu bozmadaki kudretini göremeyen madunun, devlet cebri karşısındaki hizaya geliş hâline (Bourdieu’cü anlamda tipik bir méconnaissance durumu) tanık olduk. Dolayısıyla bir Gezi romantizmi inşa etmeden evvel, reel-politik düzlemde politik şiddetin kurucu hüviyeti üzerine tartışmalar yapılsaydı, muhalif konumlanışlar için çok daha zengin olanaklar tesis edilebilirdi. Ama fırsat kaçmış değil tabii ki!
Gezi’de devlet şiddetinin meşrulaştırıldığını ancak eylemcilerin örgütlediği karşı-şiddetin gerek yandaş medya gerekse eylemciler arasında olumsuzlandığına şahit olduk. Bu algının oluşmasını neye bağlarsınız?
GÇ: Politik şiddetin kurucu boyutuna dönük aşikâr körlük, modernleşme sürecimizin bilişsel-kurumsal repertuarları üzerinden kavranabilir ancak. Osmanlı-Türk modernleşmesi hattında “yasa-koruyucu şiddet” devletçi tahayyülün inhisarında her zaman yüceltilen [“Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” (Çiller)], “yasa-yapıcı şiddet” ise aksine her zaman şeytanlaştırılan bir boyut kazanmıştır. Hobsbawm’ın bahsettiği “sosyal isyancı” bizim başat tahayyülümüzde eşkıyadan teröriste uzanan türlü adlandırmalara maruz kalmıştır; ki, bu “adlandırma mücadelesi”nde Türk devlet yöneticilerinin, devletin kuruluşundan bugüne kadar son derece başarılı olduğunu düşünüyorum. Muktedir sınıf ve organik seçkinlerinin Gezi’ye katılan aktörleri ivedilikle fişlemesi ve asıl olarak bu sembolik karalama oyununa taraflı tarafsız pek çok insanın da katılması durumun vahametini göstermektedir.
O halde hem devletin tarafında yer alanlar için hem de devlete karşı silâha sarılanlar için şiddete kayış meşru!
GÇ: İkna ya da meşruluk konusunda, hele ki mevzu politik şiddet ise, biraz sakınımlı bir cevap vermek gerekiyor. Ben insanların şiddete başvurmalarını ya da devlet cebrini makul görmelerini, “ikna edilmelerinden” ziyade, şiddetle sarmalanmış bir sosyalleşme sürecinden geçmiş olmasına bağlıyorum. Mesela bir protesto esnasında insanların “birinin askerleri” olmaya bu kadar teveccüh etmesini ya da şiddetin nihai çözüm olduğu konusundaki geniş toplumsal mutabakatı nasıl açıklayabilirsiniz! Türkiye’de birbirine çok uzak ideolojik yapılar bile militarist yatkınlardan kendini sıyıramamıştır.
Velhasıl biraz da siyasallığımızın nasıl kurulduğuna bakmamız gerekiyor sanırım. Çünkü devletlerin hâkimiyetlerini en çok hissettirdikleri yer sembolik dünyalarımız. Örneğin Türkiye’de devlet metafizik bir olguymuş gibi tanınır, dolayısıyla da yanlış-tanınır. Onun tarihsel bir fenomen olduğunu en tahsillimiz bile unutabilir. Kutsallık izafe etmenin tabiî ki çok katlı tarihsel nedenleri var. Burada buna girmem mümkün olmasa da, devletin faaliyetlerinden sual olunmamasını en temelde “devlet-insanları” olarak yetişmemize bağlıyorum. Bourdieu “düşüncemizin en mahrem köşesinde bile mevcut olan devlet fikriyle bağlarımızı kopartmanın” neredeyse imkânsızlığından dem vuruyordu.
Diğer bir eksen de şu belki: Ötekileştirme konusunda ve düşman üretme noktasında bilhassa eğitim müfredatı aracılığıyla toplumsal faillerin belirli bir yetkinlik düzeyi yakaladığına şahit oluyoruz ve böyle olunca da demokratik bir siyasal hayatın asgari koşulu olan “öznelliğin inşası”nın önüne ciddi bariyerler dikiliyor. Siyasetin en temelde “kamusal bir tavır alış” olduğu gerçeği böylelikle devre dışı kalıyor. Siyasete katılım çoğu kez maduniyet yoluyla yani amorf bir önderlik kurumunca gerçekleşiyor. O yüzden tâbi hale getirilmiş/gelmiş bireylerin kitlesel katliamlara, şiddet olaylarına katılırken düşünmelerini ve sağduyulu davranmalarını beklemek safdillik olur! Sanırım kurtarıcılardan kurtulmanın yolları üzerine düşünmekle başlayabiliriz ki, bu konuda eleştirel ve muhalif bir sosyal bilim pratiğine itimat etmemiz gerekiyor.
Peki devlet cebri bir hükmetme pratiği midir? Gezi vakasında ya da daha önceki pek çok toplumsal harekette karşımıza çıkan kolluk güçlerinin uyguladığı şiddetin minimalize edilememesinin nedeni ne olabilir? Devleti ille de “örgütlenmiş şiddet” olarak mı telakki etmeliyiz?
GÇ: İki hat üzerinden cevaplayalım bu soruyu. Birincisi devlet oluşum süreçleriyle alâkalı. Türkiye tarihinin geneline baktığınızda, muktedir kesimlerin toplumsal alanı demokratikleşme kapasitesi üzerinden değil, devlet kapasitesinin büyümesi üzerinden dizayn ettiğini görebilirsiniz. Örneğin AKP’nin 2007 sonrası politikalarındaki malum u dönüşüne koşut olarak, Ceza Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ya da TMK’da veyahut Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yasal düzenlemeler yapıldığını, sürekli devlet erkinin konsolidasyonuna dönük hamlelerin gerçekleştirildiğini, tabandan demokratikleştirici girişimlere de sürekli ket vurulduğunu hatırlayınız. Kıssadan hissesi ülkede iktidarı eline geçiren gruplar ister laik ister dindar bir ideolojik motife sahip olsun hep devlet kapasitesi üzerinde bir tekel mücadelesi içerisine giriyorlar. Böyle olunca da devletin elinin altında tuttuğu cebrî pratikler dizisi, Türkiye’de politikacıların sürekli dayandığı bir iktidar kurma ve meşruluğunu onaylatma stratejisine dönüşüyor.
İkinci hatsa meşruluk düzeyi ile alâkalı. Tarihsel pek çok veri gösterir ki, toplumun icazetini sağlayamayan devlet aygıtı şiddet kullanımı konusunda profesyonelleşmek zorundadır. Yani şiddete başvuruşun meşruiyet krizleriyle de açık ve doğrudan ilgisi var. Fakat meşruluk sorununu salt devlet dolayımında kavramamak gerekiyor. Toplumsalın her düzeyinde işleyen bir mekanizmadan bahsediyorum. Meşruluk salt devlet stratejileri bağlamında algılanırsa eksik bir kavrayış ortaya çıkabilir. Yukarılardan tasarımlanan meşruiyetin, tabanda çeşitli meşruluk biçimleriyle bir sarkaç gibi işlediğini düşünebiliriz. Dolayısıyla daha en baştan ailedeki baba figürüyle devlet baba figürü arasında kurulan psişik özdeşlik ileriki yıllarda devlet şiddetini özel bir kutsallıkla donatmakta beis görmeyen faillerin inşasına sebebiyet veriyor.
Charles Tilly bir yazısında “devletçe himaye edilenin himaye edene tâbi kılındığı tahakküme” devlet otoritesi adını veriyordu. Bu hamilik olgusunun devletlerin mevcudiyeti açısından önemi nedir? Mesela Gezi vakasında gördüğümüz üzere “iyi gençler” (müzakereye yanaşanlar) ve “kötü gençler” (şiddet kullanımından taviz vermeyenler) ayırımı paternalistik bir iktidarın himayeciliğinin bir sonucu olarak görülebilir mi?
GÇ: Carl Schmitt’in “Protego ergo obligo” (Koruyorum, o halde zorluyorum) formülü bu soruyu cevaplamak konusunda önemli ipuçları veriyor. Bir kere, itaat ve himaye arasında son derece güçlü bir mütekabiliyet vardır. İtaat et ki, seni koruyayım ve hayatın üzerinde tasarruf hakkına sahip olayım. Güvenliğin merkezileşmesinin hem nedeni hem de sonucu bu aslında. Bu noktada devlet açısından asıl sıkıntı bu himayeyi reddeden bir toplumsal failin siyaset alanını işgal etmesidir. Lefebvre bir yerlerde periferik kökenlerin, devlete dair algıyı marazileştireceğini yazar. İşte bu olasılık karşısında devletin organik aydınları ve muktedirler hızlıca kodifikasyona giriştiler ki, Gezi’de onlarca itham, onlarca kodlamanın arz-ı endam etmesi bu kaygıyla alâkalıdır. İlaveten devlet iktidarının bir avantajından da bahsetmeliyiz: iktidar konfigürasyonu temsillerimize biçim veren bir güce, yani simgesel tahakküm araçlarına sahiptir. Dolayısıyla birini “terörist” olarak yaftalıyorsa toplumdan büyük oranda destek de alacaktır. Bu simgesel şiddetin derinden işleyen mekanizmalarının bir sonucudur kesinlikle.
Simgesel şiddet ile devletin fiiliyatları arasındaki rabıtayı biraz daha açar mısınız?
GÇ: Kavramın en yalın ifadesi Bourdieu’nün Masculen Domination eserinde: “Simgesel şiddet doğrudan bedene, hiçbir belirgin fiziksel zorlama olmaksızın kazınan bir güç şeklidir. Ancak bu büyünün işlemesinin tek nedeni, bedenin en derin katmanlarına kazınan yasaları harekete geçirmesidir”. Tatbik oldukları kişilerin suç ortaklığıyla tatbik olan bir şiddet türünden bahsediyoruz. Devletin terörist ilan ettiğini terörist bellemek, en basitinden bir tabiiyet halinin dışavurumudur. Başka yerlerde sıklıkla dile getirdiğim üzere, devlet fiiliyatına meşruluk atfetmek, Weber’in sandığının aksine, bilincimizin özgür bir edimi değildir. Muktedirin otoritesini dayatmalarını açık eden düşünüm-öncesi bir anlaşma söz konusudur.
Gezi’nin “hukuku ve devleti birleştiren şiddet sarmalına” kısa devre yaptırdığını, meselenin gündemimize bu kadar kazınmasının da bununla ilgili olduğunu iddia ediyorsunuz Gezi ve Sosyoloji’deki yazınızda. Gezi vakasının sizin için en öne çıkan unsurları neler?
GÇ: Kanaatimce temsiliyet simyasını aşındıran bir etkisi oldu Gezi’nin. Devleti en fazla ürküten bence bu meseledir. Eylemlerin hızla “yerelleşmesi”, sokağın karnavalesk bir havaya bürünmesi ve siyasal alanın dinamiklerini belirleyen mekanizmaların meşruiyetinin sorgulanması, bir temsiliyet krizinin mevcudiyetine ve bunun nasıl çözümlenmesi gerektiğine ilişkin tartışmaları alevlendirdi. Temsiliyet bir yönetme temayülüdür ve maalesef sorgusuz sualsiz bu büyünün içine çekiliriz. Burada olan biten de katıksız bir mülksüzleşme sürecidir. Yani bir sözcü (vekil/önder) lehine “hiçleşirsin”. Levent Ünsaldı ile yazdığımız bir makalede Bourdieu’den şöyle bir alıntı yaptık ki düşüncelerimize tercüman olan bir pasaj: “Ruhban, Tanrı veya halka kendini adayarak, Tanrı veya halka dönüşür. Hiçleştiğimde –hiçliğe dönüşmeye, kendimi ortadan kaldırmaya, unutmaya, kurban etmeye, adamaya kabil olduğum için– her şey olurum. Tanrı’nın veya halk’ın temsilcisinden başka bir şey değilim, ama adına konuştuğum şey her şey olduğu için (her şeye kadir olduğu için), bu sıfatla ben her şeyim”. Diğer yandan Gezi sadece devletin temsiliyet illüzyonuna değil, Türkiye’deki geleneksel solun “gerontokratik karakteri”ne de bir meydan okuma olarak kavranmalıdır.
Güney Çeğin & Vefa Saygın Öğütle & Emrah Göker
Gezi Epizodunun Hakikat’ine Dair: “Politik Bir Pratiğe Hakikat Değeri Vermek İçin Düşünceyi Kullanmayın”
Doğu Batı Dergisi, Sayı 69: Kitle ve İktidar
Dipnotlar
↵1 | Howard S. Becker ve Irving Louis Horowitz (1972) “Radical Politics and Sociological Research: Observations on Methodology and Ideology”, American Journal of Sociology 78 (1): 48-66. |
---|---|
↵2 | Tartışma için bakınız: Michael Burawoy (2005) “Third-Wave Sociology and the End of Pure Science Author” The American Sociologist 36 (3/4): 152-165. |