Özgürleşimci siyaset, her zaman “doğal düzen” gibi görüneni yıkmalı, zorunluluk ve kaçınılmaz olarak sunulanın sadece olumsal/zorunsuz olduklarını göstermelidir, tıpkı daha önce imkansız olarak kabul edileni ulaşılabilir kılması gerektiği gibi.
— Mark Fisher[i]
Mark Fisher’ın hayal-etleri musallat olup duruyor. Bir sene olmuş öleli, ama çok sürmez. Geri gelmek zorunda, çünkü özgürlük diye çığlık atan düşünce çevrelendiği kafesini terk eder, bir alan bulur kendine ve işler. Peki hayal et? Bir buyruk mu yoksa dirilmeye yönelmiş bir arzu mu? Çağımızın üzerinde farklı bir tortu çökelmiş oysa. Işıldamadan körleştirici bir buğuyla, paralize edici bir gerçekçilikle, eskimiş bir hayal gücüyle. Rüya görememenin, hatıra biriktirememenin dehşetiyle. Yoksa söylendiği gibi “başka alternatif yok” mu?
Kapitalist Gerçekçilik, merkezi düşüncesini bugün slogan haline gelmiş bir Fredric Jameson sözünden alıyor aslında: “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay.” Peki neden? Bugün dünyanın sonuna kesin olarak kani olmuş gibiyiz ama nasıl oluyor da bu cehennemi döngüye sıkışıp kaldık? Hayal gücümüze, yeni dünyalar tasarlayabilme itkimize ne oldu? Jameson 80’lerin başında yazıp genişlettiği denemelerinde bu soruları sormuş ve o zamanlar henüz beliren fakat bugün için kehanetvari şekilde gerçekleşmiş olan mantık için harika bir tanı koymuştu: Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı. Tarihselliğini yitirmiş bir çağda, parodinin yerini pastişin aldığı, kopyalamanın, aslı olmayanın yeniden üretiminin, duygulanımın yitişinin, tarihi yerinden eden nostaljinin sürdüğü, zamansallığın yerini mekansallığın aldığı ve ütopyaların sona erdiği bir döneme girdiğimizi söylemişti. Söz konusu olan bir –izm, bir üslup ya da sanat akımı değil, sistemsel, yapısal bir dönüşümdür. (Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, 1994) Jameson daha sonraki yıllarda yanlış anlaşılmalara karşın Postmodern-izm yerine “Postmodernite” terimini tercih edecektir.
Fisher geniş anlamıyla, Postmodernitenin, Neoliberalizmin yarattığı kültürel mantığa Kapitalist Gerçekçilik adını veriyor. Doğrudan neoliberalizm demek değil, ama gerçekliğimizi, ruhsal aygıtımızı, hastalıklarımızı, düş gücümüzü belirleyen içinden çıkamadığımız bir gerçekçilik türüdür bu. “‘Gerçekçi olmak’ bir zamanlar yaşanan somut sabit gerçekliği kabullenmek anlamına gelmekteydi. Ne ki kapitalist gerçekçilik, kişinin sınırsızca plastik, her an kendisini yeniden şekillendirmeye muktedir bir gerçekliğe itaat etmesini gerektirir.” (Fisher, 2009) Aslında “geleceğin usulca yitişidir” bu. Ütopyaların sonu, tarihin sonu, alternatifin olmayışına inandırılışımız. Düşlerimizde dahi tek üretebildiğimiz kapitalizmin varyasyonlarıdır.
21. Yüzyıl, 20. Yüzyılın HD versiyonlu, internet aracılığıyla dağıtılmış bir yeniden üretimi, bir pastişi. Parodide bir temsilin ne ile dalga geçtiği bilinirken, pastiş doğrudan kopyala yapıştıra dayalı, içi boş kör bir parodidir. İnternet fenomenlerinin dillere pelesenk olmuş anında güldürücü etkiye sahip kalıp cümleleri, birkaç vine ya da tek cümlelik fenomenler. 20. Yüzyıldan devşirilip diriltilen tarzlar, müzikler, şovlar, modalar, üsluplar. Her şeyin Retro olduğu bir çağda Retro’nun ne anlamı olabilir ki? Şimdide hapsolduğumuz bir düzende, geçmişin ancak nostalji süsüyle pazarlandığı bu kopyalama çağında, tarihe kimin ihtiyacı olabilir? Belki de bu sonsuz tekrarlardan dolayı, dünyanın sonunu hayal etmenin verdiği bir haz var. Evet gelecek iptal edildi ve bir şekilde biz bu kapitalist gerçekçiliğe hapsedildik. Kulak vermemiz gereken başka hayaletler var, oysa biz bir zombi çağında yaşıyoruz. İdol aldıklarımız Simon Cowell ya da Acun Ilıcalı gibi hiçbir yeteneği ya da icadı olmayan para üreticileri ya da Bill Gates, Elon Musk gibi sözüm ona kurtarıcılarımız, ütopyacılarımız, sosyalistlerimiz, anarşistlerimiz(!) Kapitalist gerçekçiliğe hapsolduğumuzun kanıtlarıdır bunlar. Fisher tek kelimeyle şöyle derdi: “Parazitler!”
Fisher’ın andığı isimlerden Amy Winehouse’u ya da Arctic Monkeys’in eskimişliğini düşünün örneğin, piyasaya çıktıklarında dahi yeni değillerdi zaten. Retro olanın diriltilmeleriydiler yalnızca. “Müzik, biçim düzeyinde pastişe ve tekrara kilitlenmiş kalmış.” (Fisher, Ghosts of My Life, 2014) Bu yüzyılın müziği yeni bir ses üretmeyi başaramamış, 20. Yüzyılın küçük örnekleri üzerinden oynamalarla, uzatmalarla başa sarıyor sürekli. Fisher 90’lara dönüp bugünün müziğini o insanlara dinletseniz, aman tanrım gelecekteki müzik ne kadar farklı mı diyecekler, diye soruyor. Cevap tabii ki hayır. Fisher’a göre zamanımızın ilerleyişini teknolojiden takip edebiliyoruz ancak, kültür ise yerinde sayıyor. Filmler, diziler ya da bilgisayar oyunları mevcut olanın yeniden üretimi ya da olmuş olanların devamı olarak piyasaya sunuluyorlar. Bladerunner 2049 (2017), Ready Player One (2018) gibi görselliği etkileyici distopyan filmleri veya Deus Ex: Human Revolution (2011) ve Mankind Divided (2016) gibi bilgisayar oyunlarını düşünmek yeterlidir. 2019 yılı önümüzdeyken 1982 yapımı Bladerunner’ın 2019’da geçtiğini hatırlamak ilginç olabilir. Yalnızca kıyafet tasarımlarına bakmak, Bladerunner’ın geleceği ön gördüğünü değil, bizim geleceği kültürel/siyasal bilinçdışımızda dahi iptal ettiğimize dair bir göstergedir. Bilindik ve tanıdık olan kültürel iklimin harika görselliğiyle bezenmiş tekrarlara hapsolmuş görünümleri ya ütopyacı kökenlerine geri döneceklerdir ya da yenilgi kültürünün marjinal romantikliğinin verdiği rahatlama ile yola devam edeceklerdir.
Geçtiğimiz günlerde Margaret Atwood, distopyan romanından uyarlanan Damızlık Kızın Öyküsü dizisi için bir devam metni yazacağını açıklaması bile bu açıdan ürkütücüdür. Görünüşe göre sistemin olumsuzlaması olarak işlemesi gereken distopya üreticileri, kapitalist gerçekçiliğin çekiciliğine fazlasıyla kapılmış durumdalar, olumsuzlama yetileri kayıp. Belki de bu tip eserler için distopya kavramını kullanmak pek doğru olmaz, esasında çoktan Anti-Ütopyacı karaktere bürünmüşlerdir. Dünyanın sonunun kesinleştiği bu zamanlarda kimilerinin distopyan dünyadan çıkış yolu olarak spritüal esintilerle dolu doğaya dönüş stratejileri ise tam bir hayal kırıklığıdır.
“Bazı nedenlerden ötürü, bugün kendi dönemimiz üzerinde odaklanmamıza, mevcut deneyimlerimizin estetik temsillerini göstermeyi başaramamış olmamıza rağmen, çağdaş ortamlarda geçen bugünkü filmleri bile istila eden ve sömürgeleştiren gerçek nostaljik filmlerin kendi biçemini bulmak, bana olmadık ölçüde belirtisel (symptomatic) görünmektedir. Fakat eğer böyleyse, o zaman bu, tüketim kapitalizminin kendisinin korkunç bir suçudur – ya da en azından, zaman ve tarihle ilişki kuramayan bir toplumun tehlikeyi haber verici ve patolojik bir belirtisidir.” (Jameson, Kültürel Dönemeç, 2005)
“Geleceğin usulca yitişi” Franco ‘Bifo’ Berardi’den geliyor. (Berardi ile söyleşilerinde Fisher, bu kördüğümden çıkış yolu olarak fikir ayrılığında olduklarını da ekler, Berardi birbirine bağlı teknolojik kapanım alanlarına geri çekilmeyi önerirken; Fisher, Mouffe’dan hareketle bir bölge üzerinde mücadeleyi ve yeni tür bağlantılar yaratmak yerine, baskın güç tarafından oluşturulmuş bağlantı dizilerinin eklemlendiği yerlerden parçalamayı önerir.) Berardi Gelecekten Sonra adlı kitabında benzer bir soruyu sorar, nasıl oldu da Distopyaya mahkum olduk? ‘Geleceğe güvenen bir yüzyılda’ yetişmiş bir nesle ne oldu? Ve gelecek nasıl tersine döndü? Fisher, Berardi’den gençtir ama benzer bir zamansal ayrılmayı yaşadığını söyler. Buradan hareketle ben de şöyle diyebilirim belki: Fisher’dan epey gencim ama zamansal kopuşu değil, gömülmeyi, derinlere itilmeyi, Kapitalist Gerçekçiliğin, katlı zombi mezarlığında, kendi neslimin üzerinde biriken ölü maskı. Örülmüş duygu yapıları, depresyon ve dikkat dağınıklığı, “yeni anıları yaratabilme yetersizliği”, story geçiciliği, anındalık, instant-insta’lık, bizim yerimize hatırlayan makineler. Hafıza yitik bir sample çöplüğüne bırakılıyor, donuk ve izlenemeyen video parçalarına dönüşüyor. Geçmişin zayıflaması, bizi şimdiye odakladı, bedene, duygulara. Gelecek böyle iptal ediliyor. Her yıl daha da derin. Kuşakları yaşla değil, telefon modelleriyle mi ölçeceğiz artık. Kendimden on beş yaş büyük birinin çoktan eskimiş kabul ediyorum, bir harabe gibi. Oysa benden beş yaş küçük olan da beni aynı şekilde kabul ediyor olmalı. Uçurumun her gün daha fazla açıldığı bir yarık ile nasıl baş etmeli, bu gerçekçiliğin yapaylığını sistemselliğini nasıl ifşa etmeli? Ortak anlatımız dağıldı ve bu dağılmadan zevk duyuyoruz. Westworld’un (2016) simülasyon evrenindeki robotlar gibi hapsedildiğimiz loop’u nasıl kırmalı? Onlar hatırlayarak başlıyordu, biz ise hatırlarken nostalji tuzağına düşüyor gibiyiz. Geçmiş, nostaljik bir hoşluk duygusu yaratan formlarıyla bizi avlıyor, gelecek ise adına reklam denen şeyleşmiş umut formlarıyla. Her hâlükârda şimdiye hapsoluyoruz.
Berardi’ye göre 90’larda sibermekan ile prozac’ın ortaya çıkması tamamen birbiriyle ilişkilidir. Gençler arasında bu buğulu/puslu ortamı yaratan antidepressan kullanımı, belirsiz bir siber uzamın sörfü, dumanlı bir atmosferin arzularıdır. Duman grubunun 1999’da kurulmuş olması tesadüf olmamalı. Bu yüzden Drake kulağa ilginç gelir Fisher’a göre. Drake’in kullandığı sesler bu buğulu ortamı çağrıştırır. Yeni bir şey yoktur. Belki de Gaye Su Akyol’un çok sevilmesini de açıklar bu. İçerikteki politik eleştirilere karşın o da Yeşilçam’ı, Türk Sanat Müziği’ni, rock’n roll’u saykodelik pop ile birleştirip bize tatlı bir nostalji esintisi üflemiyor mu? Yeni bir sese, dile, dünyaya, hayal gücüne sahip olamayan bizlerin, şu altımızdan kayıp giden dünyada sığınacak bir yer sağlayan o eskilerden gelmişçesine sesi, uzaklara daldırmıyor mu? Daha da ötesinde neden topluca İzmir’in dağlarında çiçeklerin açmasından ya da Neşeli Günler’den (1978) Müslüm’den (2018) ya da Osmanlı Tarihi dizilerinden böylesine büyülenir olduk? Şimdilerde Netflix’in ilk Türk yapımı dizisi olarak sunulan Hakan: Muhafız (2018) dizisi neden hemen ilgi gördü? Şöyle demeli: “İstikrarlı Nostalji Kapitalist Gerçekçiliktir.” Pek uzağa gidemeyen bu Retro çöplüğünde zevklerimizi loop’a aldık, Yıldız Savaşları’nın gösterge imparatorluğunu eski bayramlarımızla birleştiriyoruz. Sözüm ona “insansı” robotlarımız da yalnızca memleketimizden insansı müsamereleri oynamaktan öteye gidemiyor. Dizilerimiz, filmlerimiz aslı olmayan eskinin simulakrumları veyahut geleneğin icatları. Yaşamayan ama öldürülemeyen, geri gelmeye, dirilmeye yazgılı, hayalet gibi değil, bizatihi kan emici. Mezar kazıcı değil, zihniyet arşınlayıcı olarak. Yaşama ve üretme gücümüzü ona göre ayarlamamız gereken, hayallerimizi biçimlendiren parazitler, zombiler. Zincirsiz bir zincirleme, özgürlük vaatleri ile kendinin girişimcisi öznelerin hastalıkları. “Böylesi bir kaderciliğe, ancak yeni (kolektif) bir siyasal öznenin doğuşuyla meydan okunabilir.” (Fisher, Kapitalist Gerçekçilik Başka Alternatif Yok Mu?, 2009)
Fisher musallat-bilimini (hauntology) Derrida üzerinden tartışırken, musallat-bilimde eğreti olarak “artık” (no longer) ile “henüz değil” (not yet) arasında iki yönde bir ayrım yapabiliriz der. “Artık” halihazırda vardır ve etkili olarak kalır. Travmatik olarak tekrarlamaya mecburdur. “Henüz değil” ise hali hazırda henüz olmamıştır, ama zaten potansiyelde etkin olarak vardır. Davranışlarımızı şimdi içinde biçimlendirir. Marx ve Engels’in bizi uyardıkları “komünizm hayaleti” böyle bir hayalettir işte, bir potansiyel ya da olanaklılık ve “henüz değil” olarak gelmekle tehdit ettiklerinin altını şimdiden oyar. (Fisher, Ghosts of My Life, 2014) Fisher’ın hayaleti de bir “henüz değil” olmalı. Hem Fisher “henüz burada değil” hem de kapitalist gerçekçilikten kopmak için hayal-et buyruğu “henüz burada değil.” Onu icat etmemiz gerekir.
Bu Ütopyacı hayal-et gücünün kapanışına karşı Jameson’a göre o yok-yer, güzel-yer bir imkansızlık olabilir ama Ütopya’nın esas olarak siyasi bir işlevi vardır, “mevcut olandan şiddetli kopuşlardır; günümüzde aynı olan bir geleceğe dair kafamızdaki klişeyi bozan kırılmalardır, sistemin alışkanlık ve ideolojik rıza açısından yeniden üretimini kesintiye uğratan müdahalelerdir.” (Jameson, 2015) Ütopya Denen Arzu kitabını bitirirken sanki Bloch’u “henüz bilincinde olunmayan”ı hatırlatır ya da Fisher’ın andığı gibi “henüz değil”i. Ütopya Denen Arzu, Anti-Ütopyacılığın darbelerine karşı, Anti-Anti-Ütopyacılık çağrısıyla Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın’dan bir alıntı ile sona erer:
“Gerçekten tehlikede misiniz?”
“Evet.” Büyük kafasını onaylar şekilde dostça salladı. “Siz bizim ayağımızı kaydırabilirsiniz.”
“Ben mi? Nasıl?”
“Sizin zamanınızın senleri. Sen bireysel olarak bizi anlamayabilirsin ya da kendi yaşamında ve zamanında mücadele edemeyebilirsin. Sizin zamanınızın senleri tümden mücadele etmeyi başaramayabilir… Biz ise var olmak için, hayatta kalmak için, gelecek olmak için kavga vermeliyiz. Size gelmiş olmamızın sebebi bu.” (Jameson, Ütopya Denen Arzu, 2009)
Belki de Mark Fisher’ın hayal-et’lerinin bize gelmiş olma sebebi bu.
Koray Kırmızısakal
Sosyal Bilimler / Yazar
koray.kirmizisakal@sosyalbilimler.org
Dipnot
[i] Üç aylık düşünce dergisi Cogito’nun 2018 Güz’ü için seçtiği odak konusu Kapitalist Gerçekçilik oldu. Geçtiğimiz ay ise Mark Fisher’ın 2004-2016 arası yazdığı k-punk’taki blog yazıları derlendi, temalarına göre düzenlenip kitaplaştırıldı. Bin sayfayı aşkın bir hazine, umalım ki bu yazı da diğerleriyle birlikte Mark Fisher’ın diğer eserlerinin çevrilmesine katkıda bulunur.
Kaynakça
- Fisher, M. (2009). Kapitalist Gerçekçilik Başka Alternatif Yok Mu? İstanbul: Habitus Yayıncılık.
- Jameson, F. (2015). Diyalektiğin Birleştirici Güçleri. İstanbul: İthaki Yayınları.
- Jameson, F. (1994). Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
- Fisher, M. (2014). Ghosts Of My Life. Winchester-Washington: Zero Books.
- Jameson, F. (2009). Ütopya Denen Arzu. İstanbul: Metis Yayınları.
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.