Michel Foucault — Çağdaş müziğin rayından çıktığı, tuhaf bir kaderinin olduğu, onu erişilemez kılan bir karmaşıklık derecesine ulaştığı, tekniklerinin onu sürekli daha da uzaklaştırdığı sıklıkla dile getiriliyor. Fakat bilakis, benim için esas çarpıcı olan, müzik ile kültürün diğer tüm unsurları arasında çok sayıda ilişki ve bağlantı bulunması. Bunun açıkça görüldüğü birçok durum var. Mesela müzik, teknolojik gelişmelere çok daha duyarlı ve diğer sanatların çoğundan (belki sinema sanatı buna bir istisna teşkil edebilir) çok daha sıkı bir şekilde ona bağımlı hale geldi. Diğer taraftan, müziğin Debussy ve Stravinsky sonrasındaki evrimi, resim sanatının evrimiyle ciddi anlamda paralellik gösteriyor. Dahası, müziğin dili, yapısı ve materyali üzerine kafa yorarken kendi önüne çıkardığı teorik sorunlar, bütün yirminci yüzyıla yayıldığını düşündüğüm bir soruya dayanıyor: “biçim” sorusuna… Bu; Cézanne veya kübistlerin, Schönberg’in, Rus biçimcilerin veya Prag Okulu’nun da sorusuydu.
“Müzikle aramızda bunca mesafe varken nasıl olur da onu yeniden yakalayıp ait olduğu yere döndürebiliriz?” sorusunun değil, “müzik bize böylesine yakın, kültürümüzle bu denli iç içeyken nasıl oluyor da sanki bu kadar uzakmış ve aramızda neredeyse aşılmaz bir mesafe varmış gibi hissediyoruz?” sorusunun sorulması gerektiğine inanıyorum.
Pierre Boulez — Senfonik müzik, oda müziği, opera, barok müzik ve benzer şekilde birbirinden ayrılmış ve her biri ayrı uzmanlaşma gerektiren müzik “çevre”leri varken, nasıl olur da çağdaş müzik “çevre”sini bundan ayrı tutar ve genel bir müzik kültüründen bahsedebiliriz? Ekonomik kaygılarla piyasaya sunulan kayıtlar sayesinde bu farklı müziklere aşinalık kazanabiliyor olmamız, aslında bu müzik çevreleri arasındaki duvarları yıkabilmeliydi. Fakat tam tersine, kayıtların, icracılar kadar toplumu da uzmanlaşmaya ittiği göze çarpıyor. Konser veya diğer yapım/üretimlerde, farklı müziklerin gerektirdikleri, az çok ortak bir düzeni dışlar, hatta çok yönlülüğe bile izin vermez. Örneğin, klasik veya romantik dönem repertuvarı, ancak bütünlüğün bozulmaması kaydıyla kural dışılıklar içerebilen, standart hale getirilmiş bir biçim gerektirir. Barok müzik, yalnızca sınırlı bir kitle değil; aynı zamanda müziğe eşlik eden enstrümanlar, geçmişte yazılmış metinleri ve teorik eserleri çalışarak yorumculukta uzmanlık kazanmış müzisyenler de gerektirir. Çağdaş müzik; yeni çalgı tekniklerini, yeni notasyonları ve yeni icra şekillerine adapte olma kabiliyetini içeren bir yaklaşım gerektirir. Bu listeyi daha da uzatmak ve böylece bir alandan diğerine geçilirken aşılması gereken zorlukları görmek mümkün: organizasyon zorlukları, kendini başka bir bağlama oturtma zorluğu… Mekânları, bu tür bir icraya uyumlu hale getirmek zorluğundan bahsetmiyorum bile. İşte bu yüzden, müziğin her kategorisine karşılık gelen küçük veya büyük bir topluluk oluşturarak, bu topluluğu, onun müziğini ve icracılarını içine alan, tehlikeli derecede kapalı bir çevre yaratmak eğilimi vardır. Çağdaş müzik de bu oluşumdan bağımsız değildir; takipçileri oransal olarak az da olsa, genel müzik çevresinin hatalarından yakayı kurtaramaz. Şöyle ki, çağdaş müzik çevresinin kendine ait mekânları, buluşmaları, yıldızları, snopluğu, rekabeti, dışlayıcılığı ve tıpkı diğer topluluklar gibi piyasa değeri, fiyatı ve istatistikleri vardır. Bununla birlikte, farklı müzik çevreleri, pek çoğunun rahat ettiği fakat bu çevreye ait olmayanları öfkelendiren kısıtlamalara sahip bir hapishane sistemi (Dante’ninki gibi olmasa da) ortaya koyar.
Michel Foucault — Müziğin uzun zamandır sosyal törenlerle ilişkilendirildiği ve birleştirildiği gerçeği dikkate alınmalıdır. Örneğin; dini müzik, oda müziği veya 19. yüzyıldaki müzik ve operadaki tiyatral yapıtlar (Bu tiyatral yapıtların Almanya veya İtalya’daki politik ya da kültürel anlamlarından bahsetmeye gerek bile yok.) arasındaki bağlantı da birleştirici bir faktördür.
Çağdaş müziğin “kültürel tecriti”nden bahsedilse de, şahsi inancıma göre, diğer müzik çevreleri düşünüldüğünde bunun tam olarak doğru olmadığı fark edilir.
Örneğin rock müzik için tam tersi düşünülür. Rock müzik, birçok insanın hayatının ayrılmaz bir parçası (caz müziğin bir zamanlar olduğundan çok daha fazla) olmasının dışında aynı zamanda kültürel bir öncüdür. Rock’ı sevmek, rock’ın bir türünü diğer türünden daha fazla sevmek de bir yaşam şekli, bir tepki biçimi, zevk ve davranışlar bütünüdür.
Rock, sığ fakat dinleyicinin kendini onaylamasına vesile olan bir müzikle, yoğun, güçlü, canlı ve “dramatik” (zira rock müzik kendisini, sahnede üretiliveren ve onu dinlemenin başlı başına olay olduğu bir gösteri olarak ortaya koyar) bir ilişki olasılığı sunar. Lâkin geniş malumat gerektiren ve kültürlü toplumun kendisini dışlanmış hissettiği diğer müzikle [çağdaş müzikle ç.n.] kişinin kırılgan, mesafeli, limonî, problemli bir ilişkisi vardır.
Müziklerin çokluğu göz önünde bulundurulduğunda, genel olarak, günümüz kültürünün müzikle tek bir ilişkisinden bahsedilemez; ancak bir toleranstan, az çok bir desteklemeden söz edilebilir. Her bir müziğin var olmaya “hakkı” vardır ve bu hak, her müziğin kıymetinin eşit olması demektir. Her bir müzik, onu icra edenler veya takdir edenler kadar değerlidir.
Pierre Boulez — Müziklerden çoğul olarak bahsetmek ve yamalı bir ekümenizmle gösteriş yapmak sorunu çözecek mi? Tam tersi, öyle görünüyor ki, bu onu sadece darmaduman edecek; tıpkı birtakım gelişmiş liberal toplum savunucularının yaptığı gibi. Bu müziklerin hepsi iyi ve güzeller. Ah bu çoğulculuk! Anlayamama derdine daha iyi bir derman var mı! Sevin, kendi köşesinde eğleşen her biriniz! Her biriniz ötekileri seveceksiniz. Liberal olun, başkalarının zevklerine karşı yüce gönüllü olun, ve onlar da sizinkilere karşı yüce gönüllü olacaklar. Her şey güzel, kötü olan hiçbir şey yok; değer diye bir şey yok ve herkes mutlu. Bu söylem, her ne kadar özgürleştirici olması umut edilse de tam tersine gettoları destekler, kendi gettosunda takılıp kalanların vicdanını rahatlatır, hele ki zaman zaman birileri diğer gettoları gezerse. Bu yavan ütopyanın içinde kaybolduğumuzda ekonomi bize, bir yanda para getiren ve ticari kâr için var olan müziklerin bulunduğunu, diğer yanda ise kâr ile hiç alakası olmayan müziklerin bir bedelinin olduğunu hatırlatır. Hiçbir liberalizm bu ayrımı silemeyecektir.
Michel Foucault — Müziğe ulaşmamızı sağlaması gereken unsurların çoğunun aslında bizim müzikle ilişkimizi zayıflattığı kanısındayım. Burada işleyen sayısal bir mekanizma var. Müzikle nadiren ilişki kurabiliyor olsaydık, bu, duyduğumuz şeyi seçebilmemizi ve böylece dinleme konusunda esnekliği temin edebilirdi. Fakat bu ilişki sıklaştıkça (radyo, kayıtlar, kasetler yoluyla) daha çok aşinalık yaratır, alışkanlıklar belirginleşir; en sık yapılan şey en kabul gören şey haline gelir ve kısa zamanda kavranabilir tek şey haline gelir. Bu, nörologların deyimiyle “yer etmişliği” ortaya çıkarır.
Şüphesiz, piyasa kuralları da bu basit mekanizmaya kolaylıkla uygulanacaktır. Toplumun mayasına konulanlar, toplumun dinledikleridir. Ve toplumun kendisini dinlerken bulduğu asıl şey -zira ona bu sunulmuştur- belli bir zevki destekler, iyi tanımlanmış bir dinleme kapasitesinin sınırlarının altını çizer, dinleme için giderek daha dışlayıcı bir şema tanımlar. Müzik bu beklentiyi tatmin etse iyi olur vesaire. Böyle ticari üretimler, eleştiriler, konserler ve toplumun müzikle iletişimini arttıran her şey, daha zor olan yeni şeyi kavramamızı riske atar.
Tabii ki bu süreç tartışmasız değildir. Şüphesiz, müzikle daha çok içli dışlı olmamız, dinleme yeteneğimizi de arttırır ve olası ayrımlara ulaşmamızı sağlar fakat bu olgu, alışılmışın dışına çıkmamızı riske atar. Her durumda deneyimin esas etkisinin yanında ikincil kalmalıdır, tabii eğer alışkanlıklarla bağımızı koparmak için gerçek bir çabamız yoksa.
Müzikle ilişkinin gevşetilmesinden yana olmadığımı söylemeye gerek bile yok. Fakat bu ilişkinin yavanlığı, tüm ekonomik çıkarlar da tepesine binmişken, geleneğin katılaşması şeklinde paradoksal bir etki yaratabilir. Burada sorun, müziğe ulaşımın seyrekleştirilmesi değil, onun yaygın görünümlerini alışkanlıklara ve aşinalıklara daha az adanmış hale getirmek sorunudur.
Pierre Boulez — Şunu belirtmeliyiz ki, icracıya gelince, sadece geçmişe odaklanma değil, geçmişteki yaşanmışlıklara odaklanma söz konusudur. İşte bu, on yıllar önce kayıplara karışan bir icracı tarafından yorumlanmış bir klasik eseri dinlerken neden coşkunluk duyduğumuzu açıklar. Ancak, “20 Temmuz 1947” veya “30 Aralık 1938″daki bir icradan bahsedildiğinde bu coşkunluk orgazm denecek seviyeye ulaşır. Bu öyle bir andır ki, icracının kırılganlığının ve kalıcılığının ölümsüzleştiğini bir anda hatırlatıverir ve eserin kendisinin ölümsüzlüğüyle yarışır. Burada nadide bir zamana ve kaçıveren bir ana dayanan “belgeleme” sözde kültürünün şekillendiği görülür. “Torino kefeni”nin <fn>Torino Kefeni: 430 santimetre uzunluğunda ve 110 santimetre eninde büyük bir keten kumaş parçasıdır. Üzerinde, önünde ve arkasında çarmıha gerilerek öldüğü anlaşılan bir insanın görüntüsü vardır. Bazı çevrelerce İsa’nın kefeni olabileceği düşünülmektedir.</fn> tüm gizemleri, modern sihrin tüm güçleri varken, gerçek üretimin karşısında reprodüksiyon için daha nasıl bir mazeret istenebilir ki? Modernitenin kendisi, olayı yeniden yaratabilme konusunda geçmiş asırlardan beri sahip olduğumuz bu teknik üstünlüktür. Ah! Keşke Dokuzuncu Senfoninin ilk icrasına sahip olabilseydik, hatta -özellikle- tüm kusurlarıyla… Ya da keşke Don Giovanni’nin Prag ve Viyana versiyonları arasındaki Mozart’ın o kendi leziz farklılığını biz de yaratabilseydik… Bu tarihselleştirme kabuğu, onu sahneye koyanları boğar, bunaltıcı bir katılığa hapseder; çağdaş serüvenle ilgili olarak, soludukları bu pis hava bünyelerini zayıflatır. Ben Fidelio’nun, zindanında dinlenmekten mutlu olduğunu veya yine Plato’nun mağarasının gölgeler ve karanlıklar medeniyeti olduğunu düşünüyorum.
Michel Foucault — Elbette beste kendini her tür şemadan, işaretten, tekrarlayıp duran bir yapıyı kavranabilir kılan belirteçlerden bağımsızlaştırdıkça müzik dinlemek daha da zorlaşır.
Klasik müzikte, besteden duymaya belli bir geçirgenlik vardır. Ve Bach veya Beethoven’daki pek çok beste özelliği birçok dinleyici tarafından algılanamasa bile, onlarda her zaman ulaşılabilir olan başka önemli özellikler vardır. Fakat çağdaş müzik, tüm unsurlarını biricik birer olay haline getirmeye çalıştığından, dinleyicinin her türlü kavrayışını veya aşinalığını zorlaştırır.
Pierre Boulez — Acaba gerçekten sadece bir dikkat eksikliği, dinleyici tarafında çağdaş müziğe karşı bir ilgisizlik mi var? Bu kadar sık dile getirilen şikâyetlerin sebebi atalet, uyuşukluk, tanıdık bölgede kalmanın hoş hissi olmasın sakın? Berg, yarım yüzyıl önce “Schönberg’in Müziğini Anlamak Neden Zordur?” başlıklı bir yazı bile yazdı. Berg’in o zaman betimlediği zorluklar, bizim şimdi duyduklarımızla hemen hemen aynı. Bu zorluklar hep aynı mı kalacak? Muhtemelen, tüm yenilikler, onlara alışık olmayanların duyarlılığını incitiyor. Fakat bugünlerde, bir eserin bir toplumla iletişiminde çok spesifik bazı zorluklar olduğu akla yatkındır. Tanıdık repertuvarın temel kaynağı olan klasik ve romantik müzikte, şemalar vardır. Bu şemalara uyulur, bunlar sayesinde kişi bağımsız olarak eseri takip edebilir; dahası, eserin kendisi bunları mutlaka sergiler. Bir senfoninin muvmanları, form, karakter ve hatta ritimlerine göre tanımlanır; her biri diğerinden farklıdır, çoğu zaman bir duraklamayla birbirinden ayrılır, bazen de düzensiz bir geçişle birbirine bağlanırlar. Terimler bile “tasnif edilmiş” akorlara dayanır. Bu akorlar çok iyi adlandırılmıştır, ne olduklarını ve ne işe yaradıklarını anlamak için onları analiz etmenize gerek yoktur. Bu akorlar, işaretlerin etkisine ve güvenilirliğine sahiptir; bir eserden diğerine tekrar ederler; hep aynı şekilde görünür ve aynı görevi üstlenirler. Bu rahatlatıcı unsurlar (akorlar), “ciddi” müzikte giderek kaybolmuştur. Evrim, eserlerin biçiminde olduğu kadar dilinde de, her zamankinden daha radikal bir yenilenmeye doğru gitmiştir. Müzik eserleri, öncülleri olan, fakat a priori kabul edilmiş hiçbir yol gösterici şemaya indirgenemeyen biricik olaylara dönüşme eğilimindedir. Bu şüphesiz doğrudan kavrayışın önünde bir engel yaratmaktadır. Dinleyiciden, eserin seyrine kendini alıştırması ve bunun için de onu birçok kez dinlemesi istenir. Eserin seyri ona tanıdık hale gelince, eserin kavranması, ne ifade etmek istediğinin algılanması, mümkün olur. Algıyı ve kavrayışı ateşleyecek çok çok az ilk karşılaşma şansı vardır. Verilen mesajın gücü, sözlerin kalitesi, sesin güzelliği, ipuçlarının anlaşılabilirliği sayesinde spontan bir şekilde ilişki kurulabilir bu müzikle. Fakat derinden anlama, yalnızca tekrar tekrar duyarak, eseri yeniden yaratarak olur; bu tekrarlar, daha önce çalışılmış olan şemalar gibi kabul edilmiş bir şemanın yerine geçer.
Ciddi müzik (bazen de öğrenilmiş müzik) denilen şeyden tahliye edilen şemalar (sözcük, biçim şemaları), belli popüler formlara, müzikal tüketimin nesnelerine sığınmıştır. Orada kişi hala türlere, kabul edilmiş tipolojilere göre üretir. Muhafazakârlık mutlaka olması beklendiği yerde bulunmak zorunda değildir. Biçim ve dilde belli bir muhafazakârlığın, muhafazakâr haricinde her şey olmak isteyen kuşakların büyük hevesleriyle benimsenmiş tüm o ticari üretimlere dayandığı reddedilemez. Çalınarak veya söylenerek ifade bulan isyanın, son derece yozlaşmış ve kışkırtıcı sözcükler yoluyla iletilmesi, çağımızın paradoksudur: Ticari başarı isyanı dışlar.
Michel Foucault — İşte tam da bu açıdan baktığımızda, yirminci yüzyılda müziğin ve resmin belki de farklı bir evrimi vardır. Cézanne’dan beri, resmin kendisi, resim yapma eylemini açıkça göstermektedir: eylem, basit işaretlerin kullanımıyla olsun, kendi dinamiğinin izleriyle olsun, görünür, ısrarcı ve resimde açık bir şekilde mevcut kılınmıştır. Çağdaş müzik ise, sadece bestesinin dış yüzeyini duyulmaya sunar.
Dolayısıyla müzik dinlemekte zor ve buyurgan bir şeyler vardır. Bundan ötürü her duyma, kendisini dinleyicinin de katıldığı ve kabul etmek zorunda olduğu bir olay olarak gösterir. Dinleyicinin beklentide olmasına ve müziği tanımasına izin verecek hiçbir işaret yoktur. Dinleyici, müziğin akışını dinler. Bu, çok zorlu bir dikkat şeklidir; zira klasik müziğin tekrar tekrar duyumuyla örülmüş aşinalıklarla ters düşer.
Bugün, müzik hakkındaki kültürel dar görüşlülük yalnızca yetersiz eğitimden veya yeterince duyurulamamaktan kaynaklanmaz. Konservatuvarlardan yakınmak veya kayıt şirketlerinden şikâyet etmek çok basit kaçıyor, işler çok daha ciddi. Çağdaş müzik, bu özel durumunu, besteciliğine borçludur. Bu açıdan bakarsak, bu durum kastidir. O, tanıdık olma çabasında bir müzik değildir, alamet-i fârikasını korumak üzere tasarlanmıştır. Birileri onu tekrarlayabilir fakat o asla kendini tekrarlamaz. Bu bağlamda, kişi bir objeye yaklaştığı gibi ona yaklaşamaz. O hep sınırlarda birden bire beliriverir.
Pierre Boulez — Çağdaş müzik böyle bitmez tükenmez bir keşif halinde -yeni anlayış alanlarının keşfi, yeni materyallerle deneyler yapma halinde- olmak istiyor diye, pek az kâşifin gözüpek merakı için orada duran bir Kamchatka <fn>Kamchatka: Asya’nın doğusunda yer alan Rusya’ya bağlı bir yarım adadır. Zorlu yaşam koşulları nedeniyle nüfusu çok az, ulaşılması zor bir yerdir. Saint-Beuve, Baudelaire’in romantizmin uç noktalarında, kimsenin gidemediği ıssızlıklarında gezindiğini ifade etmek için “romantizmin Kamchatka’sı” deyişini kullanmıştır. Boulez, bu ifadeye göndermede bulunuyor. (ç.n.)</fn> (Baudelaire, Sainte-Beuve, hatırladınız mı?) olarak kalmaya mahkûm mudur? En ketum dinleyicilerin müzik kültürünü sadece geçmişin stoklarından (tabii belirli bir geçmişten söz ediyoruz) edinenler olması ve en açık dinleyicilerin de -en bilgisizleri bunlar olduğundan mıdır bilmem- özellikle plastik sanatlar olmak üzere ifadenin diğer yollarına devamlı bir ilgi duyanlar olmaları dikkate şayandır. “Yabancı olanlar” yeniliklere en açık olanlar mıdır? Yaratımda olduğu gibi eleştirel muhakemede de şimdiki müziğin, amatör ruhun hâkim olduğu daha geniş ve daha bulanık bir alana ait olmak amacıyla kendini “asıl” müzik kültüründen koparacağını kanıtlama eğiliminde tehlikeli bir bağıntı vardır. Bunu “müzik” olarak adlandırmayın, zira size oyuncağınızı vermeyi çok isteriz ama bu farklı bir takdir yargısıdır; bunun asıl müziğe yani ustaların müziğine duyduğumuz takdirle ilgisi yoktur. Zira bu argüman, kibirli naifliği içinde dahi aksi inkar edilemez bir gerçeğe yaklaşır. Muhakeme ve zevkler, ne pahasına olursa olsun başvurulan kategorilerin, önceden varolan kalıpların mahkûmlarıdır. Tabii eğer farklılığın bir duygu aristokrasisi, bir ifade asilliği ile deney sırasında ortaya şans eseri çıkan bir şey arasında olduğuna inanmamızı sağlarlarsa başka… Düşünceler aletlere karşı… Bu daha çok, müzik yaratmanın farklı şekillerine göre ayarlanamayan veya adapte edilemeyen bir dinleme meselesidir. Tabii ki müziklerin ekümenizminden yana öğüt vermeyeceğim. Bu bana süpermarket estetiği gibi, adını söylemeye cesaret edemeyen ve kendini, tavizinin sefilliğini daha iyi kamufle etmek için iyi niyetlerle bezeyen bir laf ebeliği gibi geliyor. Dahası, bestede olduğu gibi sesteki kalitenin gerektirdiklerini inkâr etmiyorum: Agresiflik ve kışkırtma, ayrı parçaları birleştirip yeni bir şey ortaya çıkarmak ve blöf, önemsiz ve zararsız çözümlerdir. Bir yığın tecrübem sayesinde (ki bu tecrübeler daha doğrudan olamazdı) tam olarak farkındayım ki; belli bir karmaşıklığın ötesinde, algı kendini darmaduman bir kaosun içinde öyle umutsuzca kaybolmuş halde bulur ki bunalır ve orada saplanıp kalır. Bu, eleştirel tepkilerimi sürdürebileceğimi ve bağlılığımın otomatikman “çağdaşlığın” kendisinden kaynaklanmadığını söylemeye denktir. Doğrusunu söylemek gerekirse, belli tarihsel sınırların ötesinde, duymada -kötü bir şekilde de olsa- zaten bazı değişimler meydana gelir. İnsan Barok müziği -özellikle geri planda kalmış eserleri- Wagner’i veya Strauss’u dinlediği şekilde dinlemez. İnsan Ars Nova’nın çoksesliliğini, Debussy veya Ravel’i dinlediği şekilde dinlemez. Fakat bu son durumda, müzikal olarak ifade etmek gerekirse, kaç dinleyici “var oluş şeklini” <fn>Yazarın kullandığı ifade, İngilizce “mode of being” (var olma modu) olarak geçmektedir. Buradaki “mode” kelimesi, müzikal bir ifadedir. (ç.n.) </fn> dönüştürmeye hazırdır? Ve ayrıca müzik kültürünün, tüm müzik kültürünün, özümsenebilir olması için, meydana geldiği tarihsel ana göre, yeniliğin uyum sağladığı gelenek ve kriterlere adapte olması gerekir. Asırların bu büyük soluğu, geçmiş görüngülerin kirli bir aynadan yansımasından haberdar olmamızı sağlayan fanatiklerin hırıltılı ve tıkalı soluklarının tam ters uçlarındadır. Kültür; bazen zalim, mücadeleci, çalkantılı; bazen de tefekkürde, pasif, sessiz olabilen iki yönlü bir maceranın içinde kendini şekillendirir, devam ettirir ve dönüştürür.
Macera nasıl bir hal alırsa alsın -şaşırtıcı olan her zaman en gürültülü olan değildir ama en gürültülü olan da mutlaka en sığ olmak zorunda değildir- onu göz ardı etmek de ona sıkı sıkıya tutunmak da faydasızdır. Muhtemelen, yeniliğin, bir yönüyle tolere edebileceğimizin veya “makul derecede” kavrayabileceğimizin kesinlikle ötesine geçiyormuş gibi göründüğü, yeniliğin ve geleneğin örtüşmesinin çok zor olduğu ve de her şeyin daha çabuk ulaşılabilir bir yöne doğru gerilediği nahoş başka dönemler olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebiliriz. Bütün bu olgular arasındaki ilişkiler (her birinin birbiriyle ilişkisi ve birbirleriyle toplu ilişkileri) o kadar karmaşıktır ki bu ilişkileri net bir şekilde sınıflandırmak ve onların benzerliklerini bulmak mümkün değildir. “Beyler, tüm bahislerinizi oynayın ve gerisini zamanın akışma bırakın.” demek daha cezbedicidir. Ama oynayın! Oynayın! Yoksa bitmek bilmez bir can sıkıntısı saracak sizi!
“Copyright 1985, Perspectives of New Music. Çeviri ve yayım izni alınmıştır. Bu makale, Perspectives of New Music adlı derginin 1985, 24.Cilt, l.Sayısında yayınlanmıştır.” Bu yazı Fransızca aslından İngilizce’ye John Rahn tarafından çevrilmiş olup kendisinin ve Pierre Boulez ‘in izniyle Türkçe’ye İdil Yavuz tarafından çevirilmiştir.
Michel Foucault ve Pierre Boulez, “Çağdaş Müzik ve Toplum“, Çev. İdil Yavuz, Partisyon Müzik ve Düşünce Dergisi, Cilt 1, Sayı 1., Nisan-Mayıs-Haziran 2014.
Yorum Yazın