1925’de Hollywood yapımcısı Samuel Goldwyn, Sigmund Freud’la görüşme yapma umuduyla Viyana’ya doğru bir geziye çıkmak üzere olduğunu duyurdu. Çenesi düşük yapımcı –ideal film için kişisel formülü bir depremle başlayıp, heyecanı doruğa taşımak olan– psikanalizin stüdyo yazarlarına, aktörlere ve yönetmenlere “gerçek duygusal motivasyon ve bastırılmış arzular”ı ekrana yansıtmak için bir şablon sağlayabileceğini umuyordu ve Freud’u, “dünyadaki en ünlü aşk uzmanı”nı da 100 bin dolarlık bir teklifle Metro-Goldwyn-Mayer’e çekmeyi istiyordu.
Ne yazık ki, Goldwyn, Viyana Berggasse 19’a asla davet edilmedi. Ayrıca, filme hiç ilgi duymayan ya da çok az ilgi duyan Freud, çalışmasının Amerikan popüler psikolojisinin “pazarlamacıları” tarafından seksüel bileşenlerine ayrılma şeklinden ve bayağılaştırılmasından derin bir mutsuzluk duyuyordu. The New York Times, Goldwyn’in teklifleri reddedildikten sonra “FREUD GOLDWYN’İ REDDEDİYOR” diye figan etti.
Film ve psikoloji zaten birbirlerine derin biçimde bağlılardı. İlk filmler 1895’de Lumière Kardeşler tarafından Paris’teki Grand Café’de gösterildiğinde, Amerikan ve Avrupa üniversiteleri laboratuvarlarını algının ve görsel anımsamanın mekaniğini incelemek için bir yığın araç gereçle donatıyorlardı. On yıl kadar sonra, Amerikan sineması kendisini Terry Ramsaye’nin erken film tarihine değindiği A Million and One Nights’da “resimlerin basit, ilkel ve evrensel dili” olarak adlandırdığı şeyin öncüsü olarak buldu. Bir yorumcular korosu, film endüstrisinin eleştirmen ve romancı Francis Hackett’in sözleriyle “şimdiye kadar tasarlanmış en popüler popüler öneri aracı” haline gelip gelmediğini merak etmeye başladı. Daha da endişe verici bir şekilde, erken sinemanın Alman aleyhtarları, öne çıkan bir psikiyatristin de belirttiği gibi, “titrek ekranın ani, sarsıcı, seğiren görüntülerinin yarattığı alışkanlığın, insanların ahlakî ve akli gücünü yavaşça ve kesin olarak tükettiği” konusunda uyarılarda bulundular. Vertigo, uykusuzluk, histeri ve nevrasteni ile ilişkili belirtilerin çoğunun, sinema salonunun yarı ışıklı ortamından kaynaklandığı görülüyordu.
1900’lü yılların başında, sinemanın sosyal ve psikolojik etkileri üzerine yoğunlaşan sorulara cevap olarak, Harvard Üniversitesi’nden psikolog Hugo Münsterberg, bu medyayla ilgili düşüncelerini iletmeye teşvik edildi. O sıralar Amerika’nın önde gelen akademik psikiyatrlarından olan ve yakın zamanda “görüntülerin” ucuz eğlenceden başka bir şey olmadığını” belirten Münsterberg, fikrini değiştirmişti. Ona göre, beş sente The Great Train Robbery’ni [1903 – Büyük Tren Soygunu] gerçekleştirmeye ve Catch The Kid [1907] ile ortalığı inleten genç mafyaların gürültülü komedilerini görme ayrıcalığını yakalayan çalışan sınıf Amerikalılar, anılarını, algılarını ve duygularını kontrol etme vasıtalarını kavrayan bir teknoloji ile yakın bir ilişki kuruyorlardı. Münsterberg, 1916 tarihli kitabı The Photoplay’de “filmin büyük atılımının zihnin iç işleyişini görünür kılmak” olduğunu iddia ediyordu; ona göre bu, “düşünme hakkında yeni bir düşünme şekli”ydi.
Münsterberg’in derin düşünceleri kendisine “görsel film üniversitesi” için bir dizi psikolojik ayrıntıyı geliştireceği Paramount’a bir davetiye kazandırdı: Bunlar çoğunlukla sınıf çalışması ve aranan özelikler olmayan eğitici yayınlara yönelik kısa süreli girişimler, bir çeşit Açık Üniversite gibiydi. Fakat büyük stüdyoların akademik psikoloji ile kalıcı bir ilişki sürdürmesi mukadder değildi. Goldwyn’in psikanalizi ekrana getirme vaadi, yığınla gerilim ve drama – Bette Davis’in başrolünü oynadığı Now, Voyager [1942 – Aşk Yolcuları] ve birçok Amerikalıyı rüya analizlerinin aşırılığı ve konuşma terapisiyle tanıştıran Hitchcock’un Spellbound’u [1945 – Öldüren Hatıralar] gibi— ile yerine getirildi. Fakat bu kalıcı hoşnutsuzluğun talihsiz yan etkisi, film yapımcılarının 1960’lar ve 1970’lerde başta sosyal psikoloji olmak üzere diğer psikoloji okullarını içine çeken deneysel ve dramaları çok uzun süre yok saymasıydı.
Michael Almereyda’nın 2015 tarihli filmi Experimenter, tüm sosyal psikoloji deneylerinin en kötü şöhretli olanını tekrar ele aldı. Film, 1961 tarihinde Yale Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan 27 yaşındaki Stanley Milgram’ın (Peter Sarsgaard) gönüllülerin bitişik kabindeki “öğrencilere” elektrik şoku vermelerini gerektiren sahte bir öğrenme deneyine başladığı anları izlemesiyle açılır. Deney, kısa bilimsel bir dümenden ibaretti: öğretmenler kabininde bulunan şok jeneratörü boş metal bir kutuydu; bitişik odadaki gönüllü ise bir aktördü.
Milgram için bu aldatmaca, sadece “otoriteye itaat” deneyinin, “bir insanın nasıl davranacağını nasıl bir insan olduğunun değil, kendisini içinde bulduğu durumun belirleyeceğini” kanıtlamak için “teknik bir illüzyon”du. Bu amaçla, tüm gönüllüler, görünmeyen “öğrenci”nin çığlıklarını ve itirazlarını hiçe sayarak protokolü takip etmeye teşvik edilirler. Brooklyn’de doğan bir Yahudi olan Milgram, Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın davasını takip ederken, birçok kişinin potansiyel olarak öldürücü maksimum 450 volt şok verme emrine uyacaklarından şüphelendi ve bu da “kötülüğün sıradanlığının” emir komuta zinciri ile işlev gördüğünü gösteriyordu.
Milgram’ın meslektaşlarının beklentilerinin tersine, bilim adamının düzmece deneyine katılan erkeklerin ve kadınların üçte ikisi, maksimum elektrik şokunu uygulamaya devam etti. İki sömestrdan fazla farklı versiyonlarla oynanan bu ayrıntılı oyunun sonuçları, Milgram’ın “Amerika’da yaratılan türde bir karakterin, kötücül bir otoriteye karşılık olarak, vatandaşlarını vahşilik ve insanlık dışı muamelelerden korumasına güvenilemez.” savını doğrular gibi görünse de, Milgram’ın şeffaflığın ve açıklığın zorunlu ilkelerine ihanet ederek görevini kötüye kullandığını düşünen meslektaşları sonuçlara hemen itiraz ettiler. Aleyhtarlar arasında, deneyden “pis kokular yükseldiğini” söyleyen Princeton Üniversitesi’nin eski danışmanı Solomon Asch da bulunuyordu.
Almereyda’nın yumuşatılmış Milgram portresinin de kendine ait birkaç şaşırtıcı numarası vardır. Milgram’ın bazen direkt kameraya konuşmasının yanı sıra (psikoloğun çeşitli eğitim belgesellerinde yapmış olduğu gibi), Almerey’da kampüsün dışındaki gerçek lokasyonların yerine bazı solmuş siyah beyaz fotoğrafları kullanır. Daha da garibi, bir noktada herkes tarafından görülen bir fil, laboratuvara girer ve gezinmeye başlar. Bu garip kurnazlık anları, Milgram’ın tüm deneylerine getirdiği hilekar duyarlılık ile son derece uyumludur ancak Almereyda’nın titiz ve alışılmadık biyografik filmi bundan başka bir gol atmada başarısız oluyor. Experimenter, kültürel yankılamalara karşı hassas olsa da, öğrencilerini John F. Kennedy’nin suikasta uğradığını haber verdiği kısa süren bir anda Milgram’ın aldatmacasına en çarpıcı itirazı tesis eder.
Bir öğrencinin kuşkuculuğu —bu duyurunun yanlış olduğu ve yeni bir çalışmanın parçası olduğuna dair şüphesi— belki de Milgram’ın deneyinin asıl mirasıdır. Bundan sonra kaç kampüs gönüllüsü, bir psikoloji deneyinin amacını yüzeysel olarak değerlendirecektir? Ve bu güvensizlik salgını ve sonradan değerlendirme/eleştirme araştırma hedeflerini nasıl riske atacaktır? Bana göre, sosyal psikoloji 1950’lerde ve 1960’ların başlarında laboratuvar aldatmacasına seri olarak bel bağlamasıyla kendi kendine anlatılmaz derecede zarar vermiştir. Çünkü, taktik, bulguların, Harvard Üniversiteli ahlakçı Herbert Kelman’ın “öznenin neye cevap verdiğini anlamayı zorlaştıran kasti ve kasti olmayan uyaranların belirsiz bir karışımı” olarak adlandırdığı şeye dayandığı anlamına gelir.
Psikolojik deneylerde aldatmaca yapılmasına karşı çıkanlar, rol yapmanın Milgram ve diğerlerinin düzenlediği karmaşık aldatmacaya pratik bir alternatif sağlayabileceğini ileri sürdülerse de, 2015 yapımı başka bir film, Kyle Patrick Alvarez’in The Stanford Prison Experiment’ı inandırmaya yönelik herhangi bir davete farklı bir dizi tehlike ve tuzağın eşlik ettiğini gösterdi. İngiltere’de henüz yayımlanmayan film, Milgram’ın lise arkadaşı Philip Zimbardo’nun Stanford Üniversitesi’nde cezaevinde yaşam simülasyonuna katılmak üzere 24 erkek öğrenci topladığı 1971 yılının yaz döneminde geçiyor. Gönüllüleri, gardiyanlar ve mahkumlar olarak rastgele ayıran fakat katılımcıların her birine seçimin testler ve mülakatta belirlenen kişisel özellikler doğrultusunda yapıldığını söyleyen Zimbardo, iki hafta boyunca, model ortamında, gerçek hapishanelerin ritüelleri ve protokollerinin, gönüllülerin sadece gönüllü olduklarını unutacakları noktaya varana dek benimseneceğine inanıyor. Her şey plana göre giderse, Zimbardo, cezaevi müdürü ve gözlemci olarak ikili rolünde, “durumların, davranışlarımız üzerinde çoğu insanın takdir ettiğinden daha güçlü bir etkiye sahip olabileceğine” dair güçlü kanıtlar toplayacaktır.
Alvarez, peşpeşe gelen dramayı takip ediyor. Zimbardo’nun gönüllü mahkûmları gerçek polis memurları tarafından evlerinde tutuklandıkları andan itibaren Sinekler’in Efendisi, adeta cezaevine taşınır. Standford Şehir Hapishanesi’ne geldikten sonra da, soyulup, bit için ilaçlandıklarını ve üniformalı gardiyanlar tarafından giymeleri için numaralı bir üniforma verildiğini görürüz. Düşmanlıklar, mahkumların ıslık çalan muhafızlar tarafından uyandırıldığı ilk gece başlar. Ertesi sabah mahkumlar ilk protestolarını gerçekleştirdiler ve üniformalarını attılar ve kendi hücrelerine barikat kurarlar. Üçüncü gün, bir gardiyanın vahşi saldırganlığıyla travma geçiren mahkûmlardan biri serbest bırakılır ve Zimbardo (Billy Crudup’un canlandırdığı), yönetici olarak “müdahale etmeme” yaklaşımını hem bir meslektaşına hem de psikolog kız arkadaşına karşı savunmak zorunda kalır.
Stanford’da sonraki üç gün boyunca olanlar, mahkumların özellikle üç katı gardiyanın rastgele tacizlerine giderek daha az direniş göstermeleri, folklorun ve modern psikolojinin bir parçası haline geldi. Zimbardo nihayet altı günden sonra deneyin fişini çektiğinde, tam olarak planladığı şeyi kanıtladığına inandı. Milgram’ın itaat deneyinin ve bunun sıra Standford psikoloğu Albert Bandura’nın yeni ufuklar açan çocuklar arasında saldırganlığın iletilmesi çalışmasının bulgularını yankılayan deney, dengeli bireyleri dar kafalı tiranlara dönüştürürken “durumsal güçlerin” gücünü göstermişti. Aslında, Zimbardo için “insanları etiketlemek, bazılarına tutuklu ve diğerlerine gardiyan demek gibi basit bir eylem bile patolojik davranışları ortaya çıkarmak için yeterli”ydi.
Bu bağlamda, Stanford Hapishane Deneyi, gardiyanların bu davranışı için sunulan açıklamayı tamamen doğrulamaz. Zimbardo’nun iddialarının aksine, gönüllülerin yalnızca kurumsal veya çevresel şartlara tepki verdiklerini görmüyoruz. Zimbardo’nun haki üniformalar, aynalı gözlükler ve coplar verilmiş gönüllüleri, zımnen sadece sinema vasıtasıyla aşina oldukları bir rolü oynamaları için teşvik ediliyor. Bu çok önemli ve kolayca atlanan bir noktadır. Zimbardo’nun deneyindeki en tacizci gardiyanlar, mahkumlarla etkileşimlerinde Paul Newman’ın 1967 yapımı filmi Cool Hand Luke’daki [1967- Parmaklıklar Arasında] sadist gardiyanı model almayı seçtiler; ki bu da muhtemelen filmlerin psikolojik [alanlara] erişimleri konusunda olduğu kadar deneyin simüle etme arayışında olduğu “durumsal güçler” hakkında da çok fazla şey söylemektedir.
Psikolog Gordon Allport’un Techicolor’ın altın çağında gözlemlediği üzere, sinemanın “tek tip gündüz düşleri”, aralıksız romantizm ve kuralları olmayan çatışmaları, “izleyicinin daha derin, daha az sosyal olan bilinçaltı hayatına” uzanan kırmızı bir hattı. Ve tabii ki, Samuel Goldwyn’in Üstat Freud’la tanışmaya çok hevesli olmasının nedeni tam da budur.
Çeviri: Zeynep Şenel Gencer
yayin@sosyalbilimler.org
sosyalbilimler.org Yayın Koordinatörü
Künye — Antonio Melechi, Film and Academic Psychology: The Power of Cinema, Times Higher Education, February 4, 2016.
Öne Çıkarılan Görsel — Rohan Wealleans [2009] / Series: ‘He with Glands of Wasp’, ‘He of 109 Names and One Tusk’ and ‘Janicot Vader’ / Biennale of Sydney
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının Türkçe’deki tüm hakları sosyalbilimler.org’a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.