Genel olarak «kamusal düşünüş» ya da «sağduyu» denilen şeyin değeri neye bağlıdır? Bu, kamusal düşünüşün yalnız nedensellik (illiyet-causalite) ilkelerini kuşkusuz üstü kapalı olarak kullanmasından ileri gelmez. Daha sınırlı bir tarzda birbiri ardına ileri sürülen yargılarla değil de basit ve kolay anlaşılabilen asıl nedeni bulup seçer ve kendisini metafiziğin ince ve karanlık oyunlarına kaptırmaz. Kamusal düşünüş XVII. ve XVIII. yüzyıllarda İncil’in ve Aristo’nun otorite ilkesine tepki gösterilmek istenmesine ilgi göstermemezlik edemezdi. Gerçekten de ampirik ve sınırlı bir biçimde de olsa, «kamusal düşünüşte» belirli bir dozda «deneyimcilik» ve gerçeği doğrudan doğruya gözlemleme yeteneği vardır. Bugün bile, benzeri ilişkilerde durum değişmiş ve bugünkü kamusal düşünüşün özündeki değer sınırlanmış olmakla birlikte «kamusal düşünüş» hakkında aynı değer yargısı ileri sürülebilir.
Felsefeyi, bir dünya görüşü diye tanımladığımıza, felsefe yapmanın sadece, bir sistem içinde bütünleşen kavramlar üzerinde bireysel çalışma değil, fakat daha çok halkın «düşünce yapısını» değiştirmeyi ve tarihsel bakımdan doğru anlaşılan felsefe yeniliklerini somut bir şekilde, yani tarihsel ve toplumsal bakımdan evrensellikleri ölçüsünde yaymayı amaç edinen bir kültür savaşı diye kabul ettiğimize göre, dilin ve dillerin «teknik olarak» birinci planda ele alınması gereklidir. Bu konuda pragmatistlerin ileri sürdükleri fikirleri gözden geçirmeliyiz.*
Vailati ile öteki pragmatistlerin dil anlayışlarının kabul edilemeyeceğini söylemekte haklı olduğumu sanıyorum. Ama, sorunları açığa vurup çözümleyememiş olmakla birlikte, gerçek ihtiyaçları sezip, yaklaşık bir doğrulukla «dile getirdikleri» söylenebilir. Öyle görünüyor ki «dil» sözcüğünün aslında kolektif bir anlamı var: bu da, ne zaman, ne yer bakımından «tek bir» şeyin düşünülmesini gerektirmiyor. Dil, aynı zamanda kültür ve felsefe (hatta kamusal düşünüş düzeyinde bile) anlamına da gelmektedir; bundan ötürü de «dil» olgusu, gerçekte az çok organik olan, bütünleşmiş ve birbirine bağlı birçok olguların tümüdür: giderek, denebilir ki, her konuşan varlığın, kendisine özgü bir dili, yani kendisine özgü bir düşünce biçimi ve duyuşu vardır. Çeşitli derecelerinde kültür, kalabalık tabakalar halinde bulunan, anlatım bakımından ilişkileri az çok etkin olan ve ayrı oranlarda birbirleriyle anlaşan az ya da çok sayıdaki bireyleri birleştirir, işte, tarihsel-toplumsal ayrılıklar, herkesin kullandığı dilde yansır ve pragmatistlerin inceledikleri «engel» ve «yanılma» nedenlerini meydana getirir.
Bundan da, «kültür aşaması»nın pratik (kolektif) eylemdeki önemi anlaşılır: Hiç bir tarihsel-eylem yoktur ki, «kolektif insan» tarafından yapılmamış olsun. Bu demektir ki, hedefleri birbirinden ayrı, büyük sayıda kişinin aynı amaca ulaşmak üzere kaynaşmalarını sağlayan bir «kültürel-toplumsal» birlik gerçekleşmiştir. (Genel ya da özel, —heyecan yoluyla— geçici ya da sürekli olarak etken olan bu dünya görüşü düşünsel temeli çok iyi kökleşmiş, özümlenmiş, yaşanmış olduğu için tutku halini alır.) Durum böyle olduğuna göre genel olarak dil bilimi sorununun, yani aynı kültür «iklimine» kolektif olarak ulaşabilmenin önemi anlaşılır.
Bu sorun çağdaş pedagoji öğretisine ve uygulamasına benzetilebilir. Buna göre öğretmen ile öğrenci arasında karşılıklı bir etki vardır; bunun için de her öğretmen daima öğrenci, her öğrenci de öğretmendir. Fakat pedagojik ilişkiler özgül alarak okul içi ilişkilerle sınırlandırılamaz. Bu ilişkiler yoluyla, yeni kuşaklar eskilerle ilişkiye girer; onların deneylerini ve tarihsel olarak zorunlu değerleri benimser; tarih ve kültür bakımından daha üstün, kendisine özgü bir kişiliği olgunlaştırır, geliştirir. Bu ilişki, bütünüyle ele alınınca, tüm toplumda her bireyle öteki bireyler, aydın çevrelerle aydın olmayan çevreler; yönetenlerle yönetilenler; seçkinlerle bunların izinden gidenler, öncülerle arkadan gelenler arasında görülür. Bütün «hegemonya» ilişkileri zorunlu olarak pedagojik bir ilişkidir ve bu yalnız bir ulusun içinde değil, bunu oluşturan çeşitli güçler arasında ve uluslararası ölçüde ulusal uygarlıklar bileşimi ile kıtalar arasında da kendini gösterir.
Bunun için denebilir ki, tek bir filozofun tarihsel kişiliğini de yapan, kendisiyle, değiştirmek istediği kültür çevresi arasındaki bu etkin ilişkidir; sözü geçen ortam da filozof üzerinde tepki yapar ve onu sürekli bir «özeleştiriye» zorlayarak «öğretmen» rolü oynar. Bunun içindir ki, çağdaş aydın çevrelerinin, siyaset alanında ileri sürdükleri en büyük isteklerinden biri «düşünce ve söz özgürlüğü (basın, toplantı)» üzerinde toplanır; yalnız bu siyasal özgürlüğün bulunduğu yerde öğretmen-öğrenci ilişkisi, yukarıda belirtilen en genel anlamlarıyla var demektir, işte ancak böyle bir yerde tarihsel olarak yeni bir tip filozof, gerçekten «demokratik filozof» yani kişiliğinin maddî varlığı ile sınırlı olmadığını düşünen, kültür çevresindeki değişmeyle kendi arasında etkin bir toplumsal ilişki olduğunu kabul eden bir filozof tipi ortaya çıkar. Kendi, öznel olarak özgür, yani «soyut olarak özgür» düşüncesiyle yetinen düşünür, herkesi güldürür: Bugün bilimle yaşamın birliği kesin olarak etkin bir birliktir. Düşünce özgürlüğü yalnız böyle gerçekleşir, bu bir öğretmen-öğrenci, filozof-kültür çevresi ilişkisidir, bu çevre, zorunlu sorunların ortaya konulup çözümleneceği, yani felsefe-tarih ilişkisinin kurulacağı eylem alanıdır.
Künye:
Antonio Gramsci, Felsefe ve Politika Sorunları
Çev. Adnan Cemgil, 1975: Payel Yayınevi, s. 54-58.
Dipnot
* G. Vailati,# Scritti (yazılar) (Floransa, 1911)deki il linguaggio eome ostacolo alla eliminazione di contrasti cillusori (hayalî çatışmaların ortadan kaldırılmasına bir engel olarak dil) adlı yazı (Gramsci’nin notu).
# Gramsci’nin sözünü ettiği yazı ile «Alcune osservazioni sulle questioni di parole nella storia della lingua e della cultura (Dil ve kültür tarihindeki kelime sorunları üzerinde bazı düşünceler, Scritti, s, 203 – 208) başlıklı yazıda, sadece gevezeliğe veya yanılgıya ya da öteki insanlarla anlaşma olanaksızlığına neden olan -«aldanışlar» veya -«inanma eğilimleri» tahlil olunmaktadır. Bu dil aldatmacalarına, soyutlamalarıyla ne demek istediklerini kendileri de bilmeyen, terminoloji ve ifade şekillerindeki basit değişiklikleri kesin sonuçlar gibi gösterenler ya da olayları başka bir biçimde söyleyenlerle tekrar etmekten başka bir şey yapmayanlar kurban olurlar. Filozoflar bu tehlikeler üzerine eğilmişlerdir. Locke ve Leibniz, içinde soyut sözcükler bulunan bütün yargıların, soyutların yerine somut sözcüklerin geçirildiği eşdeğerdeki yargılara çevrilmesini öğütlemişlerdir. Bunun için Vailati -«sözcük sorunlarının», sözcüklerin anlamı üzerindeki polemiklerin, eleştirinin bir daha tartışamayacağı bazı kavramları koruyarak, bilimi frenleyen fetişizme karşı açılan sağlıklı mücadelelerin üzerinde durmaktadır. Vailati, ancak sürekli olarak yapılacak bu tartışmaların, bilimin gelişmesinde iyi bir rol oynayacağını ileri sürmektedir. Çünkü bugün de, geçmişte olduğu gibi, yanlışlığa iten nedenler vardır (Ç.N.).