“Biz eskiden böyle değildik!” cümlesini her geçen yıl biraz daha fazla duymaya başladık. Bir tarafta hızla artan bir nüfus dinamiği öte yanda ise özellikle teknolojinin dayattığı müthiş bir basınç söz konusu. Elimizde var olan kurumlar başta olmak üzere hiçbir mekanizma, yaşadığımız dönüşüme karşılık verebilecek bir donanıma sahip bulunmuyor. Çıkarttığımız ama uygulayamadığımız yasalarımız, suç ve suçlular karşısında çaresiz kalıyorlar. Aslında asıl mağduriyet yaşayanlar, ülkenin kanunlarından yana tavır alan ve kurallara uygun yaşama hasleti ile yetiştirilenler. Olan her
Büyüklerimiz sık sık iyilik de kötülük de bulaşıcıdır diyorlardı ancak kötülüğün, iyilikten daha hızla yaygınlaşabildiği hususunda bize uyarılarda bulunmuyorlardı. İçinde yaşadığımız dönemde, giderek kendimizi, kendimize ait olanlar üzerinden değil, başkaları üzerinden tanımlayarak var olabileceğimize inandırıldık. Bu ise çok hızlı gerçekleşebilen bir imrenme etkisini ortaya çıkarttı. Yokluğun, yoksunluğun arttığı buna karşın varlığın, bolluğun da çoğaldığı bir dönem içerisinde, kitlelerin birbirlerine bakışlarında da büyük bir farklılık ortay çıktı.
Geçmişte zengin ile fakir arasındaki statü farkının ötesinde yaşam standartları açısından büyük bir uçurum söz konusu değilken, bugün durum çok başka bir biçim içerisinde kendisini hissettirmekte. Makas açılırken sadece gelir ve statü farklılıkları temelinde bir ayrışma yaşanmıyor. Başta yaşam biçimleri olmak üzere, hayatın her alanına sinmekte olan müthiş bir gerilim de beraberinde dolaşıma giriyor. Yaşanan yerler, gidilen mekanlar, bulunulan ortamlar birbirinden kopuyor. Buna karşın öfkenin, çaresizliğin ve şiddetin beslendiği bambaşka bir yaşam alanı hepimizi içerisine alacak bir şekilde büyümeye başlıyor.
Sokaklarda yaşayan insan sayısının artmasına paralel, başta çocuklar ve gençler üzerinde etkide bulunmakta olmak üzere, hayatın kartları yeniden karılıyor. Ve maalesef dezavantajlı grupların sayısı her geçen gün biraz daha fazla artıyor. Sokaklarda geçici işlerde çalışan, dilenen, kağıt toplayan, fuhuşa zorlanan çocuk ve genç sayısı giderek yükseliyor. Ekonomide işlerin tıkırında söylemlerine karşın sokakta hissedilen ve özellikle alt gelir gruplarında karşılık bulan bir yoksulluk ve yoksunlaşma eğilimi, tüm toplumsal hayatı etkisi altına almaya başlıyor.
İşte tam bu noktada kurumsal desteğin yetersizliği ve değerlerin yok oluşu daha çok hissediliyor. Sistemsizliğin kendisini hep sistem olarak hissettirdiği bir ülke olmamız nedeniyle, içinde yaşadığımız bütün olup bitenlerin karşılığında hiç kimsenin sorumluluğunun olmamasına alışkınız. Ama bu sefer karşımızda doyuramadığımız, bakamadığımız, eğitemediğimiz, sağlık hizmetleri veremediğimiz kısacası insani koşullara ve değerlere eriştiremediğimiz bir nüfus bulunuyor.
Geçmişin daha küçük nüfus oranları içerisinde söz konusu olan kitleyi içerisine alabilmeyi başaran, onları adapte edebilen bir yapımız mevcuttu. Buna karşın bir taraftan nüfus artışı öte yandan ülkemizde artan mülteci nüfusla birlikte, bu kitle hem çoğalmaya hem de giderek daha zor bir yaşamın içerisine doğru çekilmeye başlandı. Başta eğitim sistemimiz olmak üzere, bütün kurumsal yapılarımız yeni duruma adapte olabilmenin çok uzağında bir şekilde organize olmuş durumdalar. Sadece ve sadece geçici çözümler üreterek, günü kurtarıyor ve sorunların daha da büyümesine yol açıyoruz.
Adalete olan inancımız azaldıkça, birbirimize olan yaklaşımlarımızda da büyük bir değişim yaşanıyor. Kimsenin bir diğerine güvenmediği buna karşın güveniyormuş gibi yaptığı bir sahte gerçeklik içerisinde sürekli olarak rol yaparak yaşamak durumunda kalıyoruz. Fırsatını bulanlar içinden çıktığı fasit daireden kurtulabilmek için ellerinden gelen her türlü olanağı kullanma yoluna gidiyorlar. Burada toplu değil bireysel kurtuluş mekanizmalarının geçerli olduğunu ve bu kültürün toplu bir kurtuluş anlayışını da hiçbir zaman hoş görmediğini de hatırlatalım.
“Gemisini yürüten kaptandır, Benim memurum işini bilir, Amaca giden her yol mübahtır” vb. gibi onlarca cümleye eşlik eden bir yozlaşma karşısında hem iyilerin hem de iyiliğin işi bir hayli zor. Ülkemizdeki herkes daha iyi koşullarda yaşamak istiyor, buna karşın emek harcamak, çalışmak, gibi değerler ise kimsenin umurunda değil. Asıl önemli olan nasıl olursa olsun ‘yırtmak’. Daha iyi evlerde oturmak, daha lüks arabalara binmek, daha güzel kadınlarla/erkeklerle birlikte olmak ve gücün yarattığı etki ile etrafımızdakileri dize getirme arzusundayız.
Kişisel güç ve iktidar yolculuğumuz sırasında ise başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere önümüze çıkan herkesi yıkıp geçme gibi de bir alışkanlık giderek kök salıyor. Gücün yarattığı sarhoşluktan en çok kişilerin yanı başındakiler zarar görüyorlar. Bambaşka bir kişi ile karşı karşıya kaldıklarını çok geç fark ediyor ve kendilerine yaşatılanlar karşısında isyan ediyorlar. Ama sonuç değişmiyor, kazanılan iktidar beraberinde güç yanılsamasını ve paranın farklılaştırdığı hayatları dolaşıma sokuveriyor. Burada ise kimsenin derdi kişisel hasletler, değerler, çözülen toplumsal yapı falan değil tabii ki.
Değerlerin çözüldüğü ve bireylerin kendilerini koruyabilecekleri savunma mekanizmaları üretemediği yapılarda, kötülük sarsıcı bir biçimde hız kazanır. Çünkü burada kötülüğe eşlik eden başta kıskançlık duygusu olmak üzere, tamah etmeme, intikam alma, nefret etme gibi özelliklerimiz de bulunmaktadır. Kötülüğün sıradanlaştığı bir ortamda ise başta din ve ahlak kurumları olmak üzere bütün geleneksel değer yargıları da erezyona uğrarlar.
Toplumsal çıkarlar, kişisel ikbal uğruna kolayca harcanıverir. Böylesi bir toplumsal iklimde ise ne hayatın ne de ölümün değeri ve anlamı sorgulanabilir bir haldedir. Kurumların boşluğunu yasadışı mekanizmalar doldururken bu kez devreye iktidarın başka bir yüzü girmeye ve etkisini arttırmaya başlar. Hele bir de bunu olumlayan bir kültürel ortamınız varsa, durum çok daha acınası bir temel üzerinde yükselişe geçecektir.
Ülkemizin son yirmi yıl içerisinde başta delikanlılık kültürü olmak üzere, mafyatik diziler ve ağa dizileri ile içerisine sokulduğu ataerkil şiddet kalıplarını gözünüzün önünde bir canlandırıverin. Rol modeli olarak seçilen Polat Alemdar’ların, siyah takım elbiseli kara gözlüklü racon ve kafa kesen tiplere şöyle bir daha bakıverin. Silahların takır takır çekilmesinin serbest buna karşın pek çok şeyin yasak olduğu bir televizyon kültürünün nasıl bir yapının inşasına katkıda bulunabileceğini anlamaya gayret gösterin lütfen.
Yaşadıklarımız adeta bir kabus haline dönüştükçe, kafamızı çevirdiğimiz her yerde daha fazla kötülük görüyor ve daha fazla şiddete maruz kalıyoruz. “Biz eskiden böyle değildik” cümlesine öykünürken aslında bugün yaşadıklarımızı hak etmediğimizi ortaya koymaya gayret ediyoruz. Oysaki daha iyi bir yaşamın yolu öykünmenin ötesinde mücadele etmek, insani değerleri güçlendirmek ve barışçıl bir yaşamın koşullarına destek vermekten geçecektir.
Ahmet Talimciler
blog@sosyalbilimler.org
sosyalbilimler.org Blog Yazarı