Ceza felsefesi kendini bir yol ayrımında buldu. Bir yandan, düzenli olarak yayımlanan ve yeniden gözden geçirilen sayısız eserle oldukça üretken ve popüler bir çalışma alanı olmaya devam etmektedir. Öte yandan, bu alandaki felsefi çalışmaların büyük bölümü, çağdaş ceza adaletinin karşı karşıya olduğu somut konulardan ve karmaşık sorunlardan (aşırı nüfus yoğunluğu, yetersiz kaynak, şiddet, ırksal ve sınıfsal ayrımcılık ve diğer pek çok sorun dahil) büyük ölçüde kopuk görünmektedir. Cezanın cezalandırıcı ve sonuç odaklı gerekçelerine ilişkin klasik tartışmalar sürerken ve ideal ceza uygulamaları ve anlayışlarına ilişkin yeni teorik formülasyonlar artarken, bunların çok azı bu normatif kavramlar ile ceza bağlamı ve uygulamasının gerçekliği arasındaki derin uçurumla ilgilenme zahmetine katlanmaktadır. Çoğu zaman, ceza felsefesi yalnızca kendi kendine konuşuyor gibi görünmekte ve cezayı somut bir sosyal olgudan ziyade soyut bir olgu olarak tasavvur etmektedir.
Bir dereceye kadar, bu soyutlama eğilimi anlaşılabilir ve oldukça rafine bir akademik alan için bu beklenen bir durumdur; ancak, anlaşılabilir olsa da bu eğilim sıkıntısız olarak görülmemelidir, zira felsefeciler çalışmalarının pratik ilgisini düşünmekten rahatça kaçınabildiklerinde yitirilen çok önemli bir şey vardır. Bu durum özellikle de söz konusu çalışma böylesine kapsamlı, baskın ve şiddetli bir sosyal, hukuki ve siyasi kurumla ilgili olduğunda geçerlidir. Böyle bir felsefe yalnızca ihmalkâr görünmekle kalmaz, aynı zamanda ağırlıklı olarak ideal cezalandırma teorilerine odaklanarak cezalandırıcı söylem ve uygulamaların hegemonyasına hizmet etme riski de taşır. Ceza adaletindeki pek çok çağdaş uygulama ve gelişmenin en müsamahakâr normatif teorinin bile kapsamı dışında kalacağı rahatlıkla söylenebilirken, cezalandırma felsefesinin bu koşullara nadiren doğrudan meydan okuması bir sorun teşkil etmektedir. Sonuç olarak, bu alandan çıkan ana mesaj, cezalandırmanın doğru bir şey olduğu yönündedir —her ne kadar cezalandırmanın temel uygulama yolları çoğunlukla yanlış olsa da. Çağdaş toplumsal tahayyülümüzde cezalandırmaya verilen önem ve bu konunun yarattığı etki göz önüne alındığında, kritik edilmeyen idealleştirmeler nihayetinde ideal olmaktan uzak koşulların albenisini artırabilir.
Bu tür tuzaklardan kaçınmak için, ceza felsefesi daha ayakları yere basan, eleştirel, sorun odaklı ve kamuya açık olmalıdır —ceza adaleti kurumlarının sunduğu somut toplumsal gerçekliklere daha fazla uyum sağlamalıdır. Bu anlamda, Mary Midgley’in “sıhhi tesisat (plumbing)” olarak felsefe fikrini kullanmak faydalı olacaktır (yakın zamanda Ellie Robson’ın “Su ve Düşünce Üzerine Mary Midgley: Kamu Felsefesi Sıhhi Tesisat Gibi mi?” makalesinde tartışıldığı gibi). Midgley’e göre filozofun rolü, dünyayı anlamlandırmak, fikirleri ve eylemleri ifade etmek için kullandığımız kavramların, düşüncemizin sorunsuz bir şekilde akışını sağlamasını temin etmektir. Bu zordur zira kavramlar, ‘evlerimizin altındaki borular gibi’ genellikle gizlidir ve onarılmaları oldukça güç olabilir; ayrıca, onları onarmak, onları barındıran yapılara önemli ölçüde zarar vermemizi gerektirebilir ve bu yapılar sorun giderilene kadar kullanılamaz hâle gelebilir. Bu zarif fikir (sıhhi tesisata sıklıkla, hatalı da olsa, atfedilen ‘haysiyetsiz’ niteliği bir yana bırakılırsa) birçok yönden Locke’un ‘altyapı oluşturma (under-labouring)’ olarak felsefe anlayışına benzemekle birlikte, felsefenin sürekli bir iş olması gibi önemli bir boyut da eklemektedir. İnşa edilecek yapılar için yalnızca ‘zemini temizlemek’ yeterli değildir; bazen felsefenin oraya girip boruları neyin tıkadığını bulmak için her şeyi parçalara ayırması gerekir.
Cezayı anlama ve düşünme biçimlerimizde önemli bir tıkanıklık olduğuna dair pek az şüphe var. Bu hususta bir şeylerin ters gittiğinin acı bir şekilde farkındayız: en kötü şöhretli cezalandırma biçimi olan hapishaneler genellikle aşırı kalabalık, yetersiz finanse edilen, şiddet içeren ve suçu yatıştırmaktan ziyade suçun devam etmesine katkıda bulunan yerlerdir; ceza adaleti sistemi, adaletin yanlış tecelli ettiği ciddi vakalar, ağır yığılmalar ve davaların görülmesinde gecikmeler ve özellikle adli yardımla ilgili olarak yetersiz finansmanla ilgili benzer sorunlarla itibarını yitirmiş durumdadır. Aynı zamanda, ceza davalarının çoğu hiçbir zaman mahkemeye gitmemekte, bunun yerine ‘itham/iddia/iddianame pazarlığı (plea bargaining)’ gibi adalet ve yasal süreç fikirlerini önemli ölçüde baltalayan şüpheli yollar izlenmektedir; ve belki de en endişe verici olanı, cezalandırma son derece ayrımcı şekillerde uygulanmakta, yoksun, ırksallaştırılmış, cinsiyete dayalı ve marjinalleştirilmiş nüfusları orantısız bir şekilde etkilerken, sosyal elitler nispeten cezasızlıktan yararlanmaya devam etmektedir. Yine de bizler -özellikle de liberal demokratik toplumlardaki ‘bizler’- cezalandırmanın toplumsal sorunlara bir çözüm olabileceği ve adalete giden yolda gerekli, hatta arzu edilir bir yol olduğu fikrine inanmaya devam ediyoruz. Bu perspektiften bakıldığında, cezanın gerekçelendirilmesi gerçekten de bir sorundur —nasıl gerekçelendirilmesi gerektiğini bilmediğimiz için değil, aksine çok sayıda delile rağmen onu gerekçelendirmekte ısrar ettiğimiz için.
Cezalandırma Muamması
Çağdaş cezalandırmanın yukarıda özetlenen felsefi sorununu belki de şu şekilde özetleyebiliriz: işe yaramıyor ama yine de ona ihtiyacımız var. Cezalandırmanın vadettiği şeylerin hiçbirini yerine getiremediği giderek daha açık seçik ortaya çıkarken, cezalandırıcı müdahalelere olan aşırı bağlılığımızı nasıl anlamlandıracağız? Son kitabımız Cezalandırmayı Sorgulamak’ta (2024) bu soruyu ele almak için bir dizi çözüm yolu keşfediyoruz. Belki de her şeyden önce, nadiren somut bir teorik mesele olarak kabul edildiği için, bu soruyu ciddiye alma ihtiyacını mümkün olduğunca güçlü bir şekilde ortaya koymaya çalışıyoruz. Bunun yerine, cezalandırma sorunu genellikle cezalandırma ile ilgili sorunların bir yansıması olarak ele alınır: uygulanması, kapsamı, yöntemi vb. Ancak cezalandırma nadiren başlı başına bir sorun olarak, adaletsizlikle başa çıkma konusunda hatalı bir yaklaşım olarak görülür.
Belki de cezanın kendisini sorunlu olarak göremememizin temel nedeni, hepimizin onun ne olduğunu bildiğimizi varsayıyor olmamızdır. Ceza fikri, toplumsal yaşamı ve onunla ilişkili düzen kavramlarını anlama biçimimize yerleşmiş olması anlamında hegemoniktir ve neredeyse insan varoluşunun doğal bir parçası olarak sağduyu yetimizin derinliklerine işlemiştir. Cezanın temelleri nadiren sorgulanır; bunun yerine, ceza verili olarak kabul edilir ve bu ‘verili olma’ genellikle onunla ilgili herhangi bir tartışmanın başlangıç noktasıdır. Cezaya sahip olduğumuza göre, onunla ne yapacağız? Onu nasıl adil, insancıl, sınırlı, etkin ve benzeri bir hâle getirebiliriz? Ancak, göründüğü gibi, cezalandırma sorunu derinlere iniyorsa -tanımının, işleyişinin ve yapısının neredeyse her yönüne- o hâlde belki de kavramsal altyapısını ortaya koymak ve yeniden gözden geçirmek için temellerine inen uygun bir araştırma gerekmektedir.
Böyle bir araştırmanın temel zorluklarından biri, cezalandırmanın kavramsal çerçevesinin göründüğünden çok daha karmaşık olmasıdır. Yeni başlayanlar için, cezalandırma fikrinde önemli bir kavramsal karmaşa vardır. Cezadan bahsettiğimizde devletin cezalandırmasından -ceza adaletine bağlı resmi, kurumsallaşmış bir dizi uygulama ve prosedürden- bahsettiğimizi varsaymak güvenli olsa da, bu anlayış yine de neyin, nasıl ve neden yapıldığına dair birçok varsayımı birbirine karıştırmaktadır.
Bunu göstermenin basit bir yolu, cezanın gerekçelendirilebileceği ve rasyonelleştirilebileceği çok sayıda yolu incelemektir: hüküm giymiş kişilere hak ettiklerini vermek; onları (daha fazla) suç işlemekten caydırmanın bir yolu; toplumun daha geniş kesimlerindeki insanları suç işlemekten caydırmanın bir yolu; toplumsal ahlakı güçlendirmek için ahlaki bir mesaj vermenin bir yolu; tehlikeli suçluları etkisiz hâle getirmenin bir yolu; suçluyu rehabilite etmenin bir yolu; bir tür ‘sosyal savunma’ vb. Cezalandırma hem çok kişisel hem de çok ayrıksı algılanabilir; cezalandırılan bireye saygı göstermenin bir yolu olabileceği gibi onu damgalamanın da bir yolu olabilir; mağdurla, suçluyla, devletin otoritesiyle ve daha geniş anlamda toplumla ilgili olabilir. Bu farklı perspektiflerden bazıları bir dereceye kadar birbirine uyabilir, ancak diğerlerini uzlaştırmak çok zordur ve yine de hepsi çağdaş cezalandırma tahayyülü içinde bir arada var olurlar. Örneğin, suçluların cezalandırılması için öne sürülen tüm farklı gerekçeler çoğunlukla geçerli olarak görülmekte ve bazıları (yetersizlik ve rehabilitasyon gibi) özünde çelişkili olsa da ceza gerekçelerinde sıklıkla bir araya getirilmektedir.
Bu tür bir karmaşa kavramın soy kütüğünde de görülebilir. Bir yandan, cezalandırıcı yasalar ve uygulamalar tarih boyunca var olmuştur; yazılı olmayan Roma yasaları gibi belgelenmiş en eski metinlerden ve geleneklerden bazıları, daha sonra On İki Levha veya Hammurabi Kanunları’nda yer almıştır ve belirli suçlar için cezalar öngörmektedir. Dahası, ceza aynı zamanda çok sezgisel bir ahlaki ve eğitsel uygulama olarak da karşımıza çıkmaktadır; adeta başkalarına yaptıklarının yanlış ya da yasak olduğunu göstermenin içgüdüsel bir yolu gibi. Öte yandan, çağdaş cezalandırmanın modernite fikri, medenileştirme süreci ve modern devletle yakından bağlantılı olan belirli bir tarihi olduğunu da görmezden gelemeyiz. Modern devlet cezalandırması, modern öncesi cezalandırma pratiklerinin aşırılıklarını gidermek, keyfiliğin yerine adaleti, şiddetin yerine de adaleti koymak için kurumsallaştırılmıştır. Dolayısıyla cezalandırma kurumu en başından itibaren bir reform projesi ve ilerleme yörüngesinin bir parçası olarak sunulur. Elbette bu, cezalandırma tarihinin oldukça dar ve sınırlı bir anlayışıdır; hem kurumun gerçek gelişimindeki karmaşadan uzak, düzgün bir imaj sunar hem de modern cezalandırma ile sömürgecilik ve emperyal süreçler arasındaki bağlantılar gibi bu tarihin önemli yönlerini göz ardı eder.
Bununla birlikte, bu modernleşmeci anlatının, cezayı özünde medenileştirici, adil ve düzenleyici bir güç olarak gören cezalandırma tahayyülümüz üzerinde hâlâ önemli bir etkisi olduğu yadsınamaz. Bu da cezalandırma konusundaki anlayışımızın bir başka boyutuna yol açmaktadır: yalnızca onun ne olduğunu ve ne işe yaradığını bildiğimizi varsaymakla kalmıyor, aynı zamanda ne tür sorunları olursa olsun, cezalandırmanın nihayetinde iyi bir şey, değerli, önemli, hatta gerekli bir şey olduğunu da varsayıyoruz. Bu nedenle, çelişkileri, sınırlamaları ve şiddetiyle karşı karşıya kaldığımızda, birincil cevabımız onu kurtarmaya, iyileştirmeye çalışmaktır —Foucault’nun dediği gibi, ‘daha az cezalandırmak değil, daha iyi cezalandırmak’. Cezalandırmaya duyulan bu güven, bu cezalandırma arzusu, cezalandırmanın işe yaradığına ya da yaramasa bile işe yarayabileceğine dair kültürel inancı perçinleyen daha köklü bir şeye işaret etmektedir. Bu daha köklü şeyin, cezanın faydasına yönelik duygusal bir bağlılık olduğunu ileri sürüyoruz —esasen, işe yaraması için ona ihtiyacımız var.
Cezalandırma İhtiyacı
Cezanın işe yaramasına neden ihtiyaç duyuyoruz? İlk etapta, cezanın amaçlarını yerine getirmesine ihtiyaç duyduğumuz için olduğunu varsayabiliriz: suçu azaltmak, düzeni korumak, rehabilite etmek vb. Ancak daha yakından incelediğimizde, durum gerçekten bundan ibaret olamaz, zira cezanın vaatlerini yerine getirmediğine dair önemli deliller olduğunu daha önce görmüştük. Bu muammayı ele almaya yardımcı olması için David Hume’un “Fayda Neden Memnun Eder?” adlı makalesinde, fayda fikri bize hoş geldiği için bir şeylerin faydasının peşinde koştuğumuza dair içgörüsünü göz önünde bulundurun. Hume’un analizi doğrultusunda, belki de cezanın işe yaramasını istememizin nedeni, cezanın işe yaradığı fikrinin hoşumuza gitmesidir; bir başka deyişle, cezanın işe yaradığına inanmaya ihtiyacımız vardır.
Fakat yine de bu inanca neden ihtiyaç duyarız? Cezanın faydası bize başka bir yerde elde edemeyeceğimiz ne sağlar? Émile Durkheim, cezanın toplumdaki temel rolünün suçla mücadele etmek değil, toplumsal dayanışma bağlarını güçlendirmek olduğunu savunmuştur. Cezalandırmanın maddi ve sembolik aygıtları, paylaşılan ahlaki değerlerin ihlal edilmesine karşı kınayıcı bir tepkiyi bir ritüel olarak hayata geçirerek bizi bir araya getirir ve düzenli, barışçıl ve adil bir toplumun vatandaşları olarak statümüzü yeniden tasdik eder. Bu toplumsal tahayyülü pekiştiren cezalandırma ritüelleri, toplumların işleyebilmesi için ihtiyaç duyduğu dayanışma duygusunu bize sağlamayı amaçlar ve bu ritüele dahil olan bireylere bir kimlik ve aidiyet duygusu aşılar.
Durkheim’ın fikrini daha da ileri götüren George Herbert Mead’in ufuk açıcı makalesi “Cezalandırıcı Adaletin Psikolojisi”, cezalandırma yoluyla üretilen dayanışmanın doğası gereği saldırganlıkla bağlantılı olduğu konusunda bizi uyarır. Ceza, ‘bizi’ ‘onlara’ yani suçlu olarak etiketlenenlere karşı bir araya getirir. Dolayısıyla cezanın ‘biz’i, öncelikle onun teşvik ettiği toplum imajıyla özdeşleşebilenleri, yani kendilerini yasalara uyan vatandaşlar olarak sunabilenleri ifade eder. Kendilerini bu imaja dahil edemeyenler ise cezanın normatif mesajı aracılığıyla doğrudan dışlanırlar: Şayet adil toplumun bir parçası değilseniz, ona karşı bir tehditsinizdir ve haklı olarak kınanabilir ve sert muameleye tabi tutulabilirsiniz. Dolayısıyla ceza, düşmanlık yoluyla dayanışma üreten saldırgan bir sınır koruma pratiğidir.
Bu hasmane türden dayanışmanın, özellikle de günümüzde, cezbedici olmasının önemli nedenleri vardır. Birincisi, bu dayanışma biçimi kolektif bir aidiyet duygusunu pekiştirmenin yanı sıra, hüsran ve endişe duygularını suçlu ötekilere yönlendirerek bu duygular için bir çıkış yolu da sağlıyor. Bu sembolik aygıt toplumsal tahayyülümüzde derinlemesine yerleşik olduğu için -dediğimiz gibi, ceza hegemonik bir toplumsal kurumdur- diğer araçlara erişim genellikle daha zor ve daha yavaşken, bu tür dayanışma üretim araçlarına kolayca erişim mümkündür. Bu durum, sosyal bilimlerde toplumsal parçalanma ve güvencesizliğin olduğu koşullarda neden daha cezalandırıcı olma eğiliminde olduğumuzu gösteren çok sayıda araştırma olduğunu açıklayabilir: cezalandırıcı uygulamalar ve söylemler, diğer dayanışma kaynakları eksik olduğunda bize duygusal bir ‘şipşak çözüm’ sağlar. Düşmanca dayanışma, büyük ölçüde yapay olduğu için kolayca kullanılabilir; karmaşık sosyal sorunların basit, ak ve kara bir temsilini ortaya koyar. Ancak, güvensizlik ve yabancılaşma duygularımızın daha derin köklerini küçümseyerek -tamamen bastırmasa bile- cezalandırma yoluyla yaratılan dayanışma, basitliğiyle göze hoş gelse de düpedüz yanıltıcı olmasa bile büyük ölçüde geçicidir. Yarattığı dayanışma hissine rağmen, bu deneyimi koruyacak ve anlık olarak patlak vermesinin ötesinde kalıcı kılacak somut koşullardan çoğunlukla yoksundur. Dolayısıyla, bizi bir araya getirmek için cezaya ne kadar bağımlı olursak, onun etkilerini o kadar çok arar ve yeniden üretiriz; bu da toplumsal yaşamın giderek daha fazla alanını sömürgeleştirme riski taşıyan kısır bir düşmanlık döngüsüne yol açar. Ceza adaletinde cezalandırıcı bir dürtü olarak başlayan şey, göç, refah, eğitim, sağlık, siyaset ve benzeri alanlarda düşmanca uygulamalara ve anlayışlara yayılır.
Bu nedenle, cezalandırmaya ilişkin düşünce akışındaki temel tıkanıklık, kavramsal çerçevesine içkin olan, cezalandırmanın gerçekte neyle ilgili olduğuna ilişkin bu yer değiştirme olabilir. Ceza bir ‘onlar’ sorunu olarak çerçevelenir, gerekçelendirilir ve uygulanır: mesele suç teşkil eden davranışlar, suç teşkil eden sonuçlar ve suçlu ötekilerdir. Ancak ceza nihayetinde ‘biz’ ile ilgilidir: nasıl hissettiğimiz, neye ihtiyaç duyduğumuz, içinde yaşadığımız ve katkıda bulunduğumuz toplumlar ile ilgilidir. Ceza bir tür günah keçisi ilan etme yöntemidir: toplumsal güvensizliği ve buna bağlı olumsuz duygularımızı alıp başkalarına yönlendirir ve bunu yaparken de (düşmanca, yapay, geçici) bir kefaret ve adalet duygusu üretir.
Adalet Sorunu
Bu nedenle ceza, çağdaş toplumlarda kolayca ortadan kaldıramayacağımız önemli bir sorundur. Çünkü cezanın çoğunlukla yapay olduğunu söylemek istesek bile, yine de somut duygusal ve maddi ihtiyaçlara hitap etmektedir. Cezaya olan bugünkü bağımlılığımız, aidiyet, dayanışma ve adaletin diğer, daha sağlıklı formlarını takip etmek için alternatif kaynakların yetersizliğini yansıtmaktadır. Günümüz liberal demokratik toplumlarının çoğunda toplumsal ilişkilerin bencil, sahiplenici, bireyci ve son derece eşitsiz karakteri, daha kapsayıcı uygulamaların ve toplumsal tahayyüllerin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir ve bu engel kriz, kıtlık, savaş ve çevresel felaket koşullarıyla birleştiğinde daha da büyümektedir. Bu koşullar altında, cezalandırmanın düşmanca dayanışması bir tür plasebo olduğu kadar ağrı kesicidir de.
Cezalandırma, alternatiflere yönelmeyi bilfiil caydıran bir birliktelik ve asayiş görüntüsünü besler. Cezalandırma, sorumluluğu suçlu olan başkalarının üzerine atarak, bize zaten iyi ve adil bir toplumda yaşadığımızı ve bu nedenle daha iyi hissetmek için tek ihtiyacımız olan şeyin adaletsizliğin kaynağı olarak tanımlanan tehlikeli insanlarla mücadele etmek olduğu yönünde vaadi satar. Bu güçlü bir vaattir, zira nihayetinde istediğimiz şey yalnızca ait olmak değil, aynı zamanda iyi bir topluma ait olmaktır. Bu perspektiften bakıldığında, cezalandırıcı mantığın cazibesine meydan okumanın başlangıç noktası, iyi bir toplumda yaşamadığımız gerçeğiyle yüzleşmektir. Dahası, bu kötü toplumun bir parçası olduğumuzu ve dolayısıyla bundan sorumlu olduğumuzu kabul etmektir. Sorumluluğu aşırı kriminalize edilen, politize edilen ve cezalandırılan marjinalleştirilmiş, ırksallaştırılmış nüfuslardan şirketlere, politikacılara ve elitlere kaydırmak yeterli değildir; eğer sorun ‘biz’ isek, o zaman hepimizin adalet için sorumluluğu paylaştığımızı kabul etmemiz gerekir.
Iris Marion Young’ın deyimiyle bu ‘adil olma çağrısı’ ağır bir yükü beraberinde getirmektedir; bu yük, derinden sahip olduğumuz yanılsamaları yıkmamızı ve kendi kimlik duygumuzu ciddi ve kapsamlı bir şekilde sorgulamamızı gerektirmektedir. Dahası, ötekileştirme süreçlerine olan toplumsal bağımlılığımızı ciddi bir şekilde sorgulamamız ve bunu yaparken de başkalarına yönelik kendi kavramlarımızı ve duygularımızı sorgulamamız gerekir. Cezalandırma, adalet, sorumluluk, özgürlük ve benzeri konularda önemli sorular sorulmasını önler —ve bu nedenle de sorgulanmasını gündeme getirir. Ve elbette dayanışmayı da. Neyse ki, çağdaş toplumlar hem yerel hem de uluslararası düzeyde potansiyel olarak eşi benzeri görülmemiş bir düşmanca siyaset, politika ve ilişkiler dönemi yaşarken, aynı zamanda kendimizi ve yaşamlarımızı müşterek olarak yeniden hayal etmek için yenilenmiş kimi kolektif çabalar da görüyoruz (örneğin, dönüştürücü, cezai olmayan adalet etrafındaki tabandan gelen girişimler, ırksallaştırılmış ve cinsiyete dayalı ayrımcılığa ve devlet şiddetine karşı kampanyalar ve protestolar vb.) Umuyoruz ki, adaletin toplumsal bir felsefesini -ve pratiğini- geliştirmek ve canlandırmak için bu çabaların üstüne yenilerini koymaya devam edebiliriz.
Bu yazı Talha Dereci tarafından sosyalbilimler.org’un “Hukuk” kategorisinde yayımlanmak üzere Türkçeye çevrilmiştir.
Orijinal Kaynak: Carvalho, Henrique ve Chamberlen, Anastasia. (2024, 29 April). “Questioning our Need for Punishment”, The Philosopher 1923. Atıf Şekli: Carvalho, Henrique ve Chamberlen, Anastasia. (2024, Temmuz 02). “Cezalandırma İhtiyacımızı Sorgulamak” çev. Talha Dereci, Sosyal Bilimler, Erişim Linki. Kapak Resmi: Sandro Botticelli, The Punishment of Korah and the Stoning of Moses and Aaron (1481-1482) Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazı Türkçeye yabancı dilden sosyalbilimler.org çevirmenleri tarafından çevrilmiştir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlâli söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir. |