“Şelaleye düşmüştür zeytinin dalı,
Celâlîyim,
Celâlîsin,
Celâlî…” (Süreya, 2016)
Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan itibaren 16. yüzyıla değin geçen tarihsel zaman aralığında birçok fetih, siyasi başarı gerçekleştirmiş ve etrafındaki dünyada çağdaşlarının üzerindeki hegemonyasını oldukça kuvvetlendirmiştir. Fetihleri ve siyasi başarıları yazmak, modern tarihin Türkiye’de kuruluşundan itibaren neredeyse her daim tercih edilmiş ve geniş çaplı araştırmaların konusu olmuştur. Fakat bu yazı, Osmanlıların fetihlerinden yahut “kâfir”e karşı yürüttüğü gazâlardan bahsetmeyecektir. Bu yazı 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra özellikle Anadolu’yu kasıp kavuran eşkıyaların, haramîlerin ve kanunsuz Celâlîlerin kısa bir analizini yapmaya çalışacaktır. Zira Osmanlı merkezini uzun süre meşgul eden bu kanunsuz sıradan insanların taleplerinin ne olduğu, niçin asi bölüklere dönüştüğü ve ne derece istediklerini elde ettikleri büyük bir muamma niteliğindedir.
Öncelikle Celâlî kimdir? Bu adlandırma nereden türemiştir? Kökenleri ve temsil ettiği grup/sınıf kimlerden oluşmaktadır? gibi soruların cevaplarını aramakla işe başlamak gereklidir. Mücteba İlgürel’in İslam Ansiklopedisi’nde verdiği tanıma göre Celâlî tabiri 16. yüzyılın başlarında merkeze karşı isyan eden Bozoklu bir şeyh olan “Celâl’e mensup” anlamına gelmektedir. Bozoklu Celâl ise Osmanlı idaresinden memnun olmayan ve Şii temayüllü Türkmen gruplarının Safevî destekli bir isyancıbaşısıdır (İlgürel, 1993). O tarihten itibaren ise Anadolu’da vuku bulan herhangi bir isyan halk arasında Şeyh Celâl’e atıfta bulunularak “Celâlî” olarak tanımlanmıştır. Osmanlıların bu tarz ayaklanmaları hurûc ale’s-sultân[1] olarak tanımladığı da birçok kaynaktan anlaşılır.
Görüldüğü üzere Celâlîler başlangıçta dinî kökenli bir isyan hareketinin temsilcileri olarak zikredilirken özellikle 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra Anadolu’da geniş tabana yayılmasıyla birlikte devlete karşı girişilen ayaklanmaların genel tanımı olarak kendisine yer bulmaktadır. Öte yandan belirtilmesi gereken önemli bir nokta ise II. Bâyezid’in saltanatının son dönemlerinde meydana gelen Şah Kulu Baba Tekeli İsyanı’dır. Şah Kulu hadisesi, bizlere Anadolu’nun tarihinde belki de merkezi yönetimden hoşnutsuz diğer toplumsal kesimlerin yani, tımarları çeşitli sebeplerle ellerinden alınan tımar erbabı ve sipahilerin bir önder etrafında örgütlenerek büyük çaplı bir ayaklanmanın ilk örneğini gösterir niteliktedir.
I. Selim’in saltanatı ise Anadolu’da kökensel değişimlerin çağı olmuştu. Nitekim Doğudaki Safevî tehlikesine doğrudan müdahale ederek Şah İsmail ve onun Anadolu’daki destekçilerinin ortadan kaldırılma süreci bilhassa Türkmen grupları arasında infiale yol açacaktır. Bu süreçte Anadolu’da artan çiftbozan hadisesi, iktisadî darlık, Mezo-Amerika’dan Avrupa’ya akan altın ve gümüşün piyasada yarattığı enflasyon, nüfus baskısı ve benzeri gibi çeşitlendirilebilecek birçok etkenle birlikte düşünüldüğünde isyancıların yani Celâlîlerin gayelerini kurgulayabilmek biraz daha mümkün olabilmektedir. Peki ama isyancı taifeler niçin 16. yüzyıl ortalarından itibaren merkezi ciddi derecede tehdit edecek bir hâl almıştır? Bu sorunun cevabı özellikle Kanunî’nin saltanatının son yıllarında vuku bulan iç savaşın getirdiği yıkımın sonuçlarını analiz etmekle verilebilir.
Kanunî’nin oğulları Şehzâde Bâyezid ve Selim (sonradan II. Selim) arasında yaşanan taht kavgası, tarafların -özellikle Bâyezid’in- Anadolu’dan topladığı sekban bölüklerini silahlandırarak birtakım vaatler -kapıkulu yapılmalarını sağlamak gibi- ile aralarındaki mücadelede kullandıkları bu büyük grupları beslemeye başlamaları, taşradaki asayişsizliğin ilerleyen yıllardaki temel sebeplerinden birini teşkil edecektir. Bu savaştan yenik ayrılan Şehzâde Bâyezid’in dağılan ordusu Anadolu’da başıboş ‘levendat taifesi’ olarak bilinen bir grubun türemesine yol açacak ve bu taife çoğu kez köylerde, kasabalarda ve mümkün mertebe meskûn mahallerde eşkıyalık hareketine girişeceklerdir. Buradan hareketle aslında ilk Celâlîlerin bu taht kavgasına sebep olan Kanunî’nin oğulları olduğu iddia edilebilir. Şehzâde Mustafa’nın ölümünden sonraki süreçte mülkün varisleri olarak karşı karşıya kalan Şehzâde Selim (II) ve Bâyezid, özellikle Anadolu’da 16. yüzyılın ikinci yarısında bölgeyi kaos ortamına sürüklemiştir.
Özellikle Şehzâde Bâyezid’in Amasya’ya neredeyse sürgün edilmesinden ve Selim’in ise Konya’ya sancak beyi olarak tayin edilmesi olayların başlangıcını teşkil etmiştir. Bu süreçte Akdağ’a göre Anadolu’daki tımarlı sipahilerin 1555’te saray hiziplerinden Enderun-Kapıkulu bloğunun düzenliğini alaşağı etme girişimi olan Düzme Mustafa olarak tertip edilmiş hükûmet darbesi başarısızlıkla sonuçlanmış fakat ilerleyen süreçte Selim ve Bâyezid çatışmasında yine bu iki grubun belirleyiciliği önem taşımıştır (Akdağ, 2018).
Osmanlı rejiminde Celâlîler ile mücadele yöntemleri ise yüzyıla göre değişkenlik gösterir. İsyancıların merkez tarafından cezalandırılma şekilleri de yine bu değişkenlik içerisinde okunmalıdır. 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren şiddetlenen ve Osmanlı hanedanının meşruiyetinin özellikle Anadolu’da sorgulanmasına yol açan bu olaylar silsilesinden günümüze ulaşan herhangi bir ideoloji ya da gayenin kesin bir şekilde var olduğunu söyleyememek ise ayrı bir problematiktir. Bu problematiğin temelinde Osmanlıların, isyancılara karşı konumlanışının neredeyse aynı olması yatar. Nitekim bu yazının başında belirtildiği gibi Osmanlılar bu isyanları muhtevası ne olursa olsun genellikle -elbette istisnalar mevcuttur- “Hurûc ale’s-sultân” yani meşru hükümete karşı girişilen ve doğrudan sultanın kendisine karşı gelmek olarak algılarlar. Devletin kendini var etme şekilleri belki bu noktada biraz daha açıklayıcı olabilir. Devlet, şiddet tekelini elinde bulunduran mutlak merci olarak kendini kamusal alanda kabul ettirdikten sonra hiç şüphe yok ki bu isyanlara diğer toplumsal kesimlerin katılımını görece engelleyerek 17. yüzyılda kendi alanını korumayı başarmıştır. Burada Osmanlıların çağdaşlarına göre şiddet tekeline gerçekten kâdir olabilme yöntemlerini uygulamada biraz daha başarılı olduğu söylenebilir. Bu noktada Karen Barkey ’in “Osmanlı tarzı merkezileşme” dediği sav geçerli olabilir fakat sorgulanmaya yine açıktır. Nitekim isyancılara devletin kaynaklarından bir şekilde yararlanma fırsatı verildiğinde, isyanların şiddetinin azaldığı gözlemlenebilmektedir. Karayazıcı ve sonrasındaki isyancı liderlerin devletin kendisiyle müzakere etmeye başlaması bunun en açık örneği sayılmalıdır. Bu örnekleri biraz daha açmak gerekirse Celâlî liderlerine genellikle bulundukları yörelerde sancak beyliği ya da beylerbeyliği tevcih ediliyordu. Bu görevlendirmelerle Karayazıcı kendi hakimiyet alanı olarak bilinen Amasya ve Çorum’a, Kalenderoğlu Mehmed, Ankara’ya, Kınalıoğlu ise Afyonkarahisarı’na bey olarak tayin edilmiştir. Fakat sancak beyliği dışında kademe olarak daha yüksek bir mevki olan beylerbeyliği tevcih edildiğinde asinin, kendi bölgesinden daha uzak bir bölgeye atanması esası uygulanmıştır. Bu uygulamaya münasip bir örnek olarak Deli Hasan Bosna gibi mobilizasyonunun mevcut olmadığı bir yere, yine diğer büyük bir asi olan Tavil Ahmed ise Şehrizor’a beylerbeyi olarak atanır (Akdağ, 2018).
Bu görevlendirmeleri, Osmanlıların Celâlî liderleriyle bir tür başa çıkma yöntemi olarak kullandığı fikri desteklenebilir. Bunun yanı sıra bir Celâlî’nin, diğer asiyle hakimiyet mücadelesi vererek devlet tarafından yollanacak olan ihsanlara nail olmaktaki yarışı, isyancıların, sınıf temelli bir yapısının olmadığını göstermesi bakımından mühimdir. Çünkü Celâlî olarak tanımladığımız bu grupların amacının, çeşitli bileşenlerin bir araya gelmesiyle Anadolu’da oluşan olumsuz koşullardan sıyrılıp, Osmanlı sistemine dahil olma uğraşı olduğu kabul edilmelidir. Öte yandan isyancıların doğasına dair güzel bir yoruma Topçular Kâtibi Abdülkadir’de rastlanmaktadır. Yukarıda izahına uğraşılan isyancıların isteklerine paralel olarak Topçular Kâtibi, Deli Hasan’a merkez tarafından ilk kez payelendirme yapılacağına ilişkin arz bildirildiğinde dönemin paşalarından Nuh Paşa şu şekilde karşı çıkar:
Lâkin sonra yüz nefer Deli Hasan peyda olur. Hemen bunlara kılıç evlâdır.
Nuh Paşa’nın bu yorumu aslında doğruyu yansıtıyordu nitekim ardından hemen Deli Hasan’dan ayrılan Tavil Ahmed, Orta Anadolu’nun yeni isyancıbaşısı olmuştu. Peki bu asiler etraflarında kimleri topluyordu ve toplanan bu neferleri nasıl finanse edip bir amaca ikna etmişlerdi? Daha doğrusu belirli bir amaç söz konusu mu idi? Yüksek ihtimalle isyancı liderler, Osmanlı sisteminin bir yerinde var olma düşüncesiyle hareket etmişlerdi ve köy basıp halkın mallarını gasp etmekle adamlarını finanse etmişlerdi. Bu hususa dair Karayazıcı’nın adamlarına ve şehirdeki esnafa bir tür poliçe dağıttığı bilinmektedir. Anadolu’daki yerel eşraftan Celâlî bölüklerine dahil olanlar büyük olasılıkla önlerine sunulan maddî güvencelerle ikna oluyordu. Çünkü Osmanlı’nın Habsburg ve İran ile girdiği uzun savaş dönemi sırasında avarızın sürekli hale getirilerek toplanması, merkezin parasallaşan ekonomide duyduğu nakit ihtiyacını tımar topraklarını iltizam yoluyla kiralayarak karşılamaya başlaması, Anadolu’daki insanları bir şekilde Celâlîler safına çekmiş olabilirdi. Elbette belirtilen bu eşraftan daha büyük çoğunluk XVI. yüzyılın ortalarından itibaren isyan etmeyi deneyimlemiş ve tüfek kullanmayı bilen levendat ya da sekban bölüklerinden oluşmaktaydı. Şu ya da bu şekilde Osmanlı meşruiyetine çoktan karşı çıkmış olan bu deneyim, belki de Anadolu’daki isyancı liderlerin uzun süre başarılı olmasının altında yatan gerçek etkendi.
Son olarak Celâlî isyanları nelere yol açmış olabilir? Bu sorunun cevabı kesinlikle Anadolu’da sınıf bilinciyle hareket eden isyancı bir yapının oluştuğu değildir. Buradaki temel mesele isyancıların yol açtığı yıkımdan kaçan Anadolu köylüsünün ardında bıraktığı topraklara ne olduğudur. Çünkü erken modern dönemde gücün toprakla olan bağımlı ilişkisi göz ardı edilemez. Bu topraklar yüksek ihtimalle değerinden çok düşük ücretlerle görece o dönemde daha kuvvetli olan sipahiler ve kapıkullarına bir şekilde devredilmiş, palanka denilen küçük müstahkem kaleler ile çevrilerek müdafaa edilmiş, çiftlik ağalığı diyebileceğimiz bir yapıya evrilmiştir. Kalanlar şüphesiz mevcut Celâlî liderleriyle bir tür anlaşma yaparak ya da sekban denilen paralı askerleri tutarak varlığını sürdürmüştür. Bu mesele ise Osmanlı tarihi içerisinde gerçekten araştırılmaya değerdir çünkü, “merkezî” bir devlet olarak tanımlanan Osmanlıların haricinde Anadolu’da kendisini bir şekilde var eden bu yapının yerel bağlılıklar üzerinden inşa edilmiş olarak mevcudiyetini nasıl sürdürebildiği sorgulanmaya açıktır.
Özetle bu çalışmada, Celâlîlerin kimlerden oluştuğu, çoğunluk olarak hangi amacı taşıdıkları ve devlet karşısındaki konumları anlatılmaya çalışıldı. Celâlî kavramının tarihsel evrimi elbette mevcut literatür üzerinden hareketle yorumlandı ve bununla kavramların değişkenliğinin tarih araştırmalarında bir kilometre taşı olması gerektiği vurgulanmak istendi.
Dipnotlar
[1] Hurûc ale’s-sultân: Meşrû hükümete karşı girişilen ayaklanma, isyan, devlet ve sultana karşı gelmek anlamındadır.
Kaynakça
Akdağ, Mustafa. (2018). Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: Celâlî İsyanları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Barkey, Karen. (1997). Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State Centralization, New York: Cornall University Press.
Elias, Norbert. (2004). Uygarlık Süreci Cilt I-II, Çev. Ender Ateşman; Erol Özbek. İstanbul: İletişim Yayınları.
İlgürel, Mücteba. (1993). “Celâlî İsyanları”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi.
Süreya, Cemal. (2016). “Kısa Türkiye Tarihi”, Sevda Sözleri, Bütün Şiirleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 186.
Gökhan Toka tarafından sosyalbilimler.org’da yayımlanmak üzere kaleme alınmıştır. gokhan.toka@sosyalbilimler.org
Atıf Şekli:
Toka, Gökhan. (2020, Şubat 13). “Celâlî Kavramı Üzerine Düşünceler”, sosyalbilimler.org, Link: https://sosyalbilimler.org/celali-kavramı
Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.