Vakit sandığınızdan geç (bir güneş saatının alınlığından)
2011 yılının Aralık ayının ilk günü, aylar öncesinden çatısı- nı çıkardığım ve önhazırlıklarını zamana yayarak yürüttüğüm bir kitabı yazmak üzere, dört haftalığına Berlin’e gitmek için trene bindiğimde, boş çizgili kâğıtlardan oluşan defterimin sayfalarını sonsuz raylar gibi algıladığımın, yeniden istasyonların, garların, demiryollarının uğultulu dünyasına döneceğimin iyi-kötü farkındaydım. Berlin’deki çalışma masamda, içime kazınmış kimi imgeler, tekrar çarkının dişlileri arasından bir defa daha çıkageldiler, dileyen uzanır o kitabın hızla yutulası yollarına, ikidebir anmaktan anımsamaktan vazgeçmediğim Lars von Triar’ın Europa filminden bozbulanık sahnelere ve son sekanstaki kazanın ardından, ağır ağır sulara gömülen, ağır ağır Max von Sydow’un tok sesiyle 1’den 10’a sayarken herşeyi gözünün önünden geçiren, tarayan kahramanın son söylevine: O sözde birikenler gün gelir bütün hayatların özetine dönüşebilir de.
Dört hafta tamamlandığında, defterim yüklendiği mürekkep lekeleriyle ağırlaşmış, Berlin Hauptbahnhof’tan Mannheim trenine bindiğimde, omuzlarımın üstündeki baş bir arıkovanını andırıyordu. Büyük garlar, yolcuyu karşılarken ve uğurlarken, cüsseleriyle ve trafikleriyle oranlı bir ses kütlesini yükler bünyesine; bir de her yolcunun kendi ruhsal yükü olur ama, onu dışarıdan seçemez, vagon penceresinin camına yansıyan gergin yüz hatlarından okuyamaz başkaları — bir tünele girildiğinde aynaya dönüşür pencere camı, yolcu âşinası olduğu bir alfabenin harflerinin üzerinde hızla hareket ettiği bir karatahtada tebeşirin ulaşmaya çalıştığı anlamı bir ucundan yakalayacağını sanır, o an sıvışır gider firarî cümleler, kelimeler.
Demiryolu, bir sezaryen yarığı gibi katediyor Berlin’i. Savignyplatz’dan geçerek önce Batı yakasına ilerliyor tren, sonra güney hattına dönüyor Grünewald tarafından. Berlinli Yahudilerin kamplara sevkedildiği istasyon mu içinden bir tür telâşla geçtiğimiz, kestiremiyorum. 1971’de, Avrupa’ya ilk yolculuğumu trenle yaptığımda, bir hafta kadar Münih’te, bir aile tanıdığının evinde konuk edildiydim; II. Dünya Savaşında yaşanmış sahici bir olaydan hareketle senaryo yazmaya çalıştığı- mı öğrendiklerinde beni Dachau’ya götürmek istemişler, yüreğimin kaldırmadığını anlayınca ısrar etmemişlerdi — Lager cehennemine yıllar sonra döneceğim varmış.
Dönüş yolu boyunca uzun tünellerden geçeduralım, karanlıkta süzülen trenden uzun uzadıya farkı yoktu zihnimin. Berlin’de yazdığım kitabın üzerinde, yaklaşık üç ay dinlendirdikten sonra çalışmaya, ince ayar işlemlerine yöneleceğimi biliyordum bilmesine; gene de, Paris’e döner dönmez onu baştan uca okuyacağım, bir tür ‘ilk ölçüm’ yapacağım kesindi. Hiç değilse iki gün sokmalıydım araya, kovan uğultusunu hafifletmek amacıyla: Bir kitabın yazılmasının bitmesi, yazılışına eşlik eden nabız temposunun o an düşmesi anlamına gelmez, kurtulmanız için bazı kısa devre müdahalelerinin gerçekleşmesi gerekir. İlki, tren Frankfurt garına girdiğinde oluştu: Yan peronda, üstünde Heidelberg yazan bir vagon gördüğümde, altıkarınca hemen kıpırdadı ve durduğu yerden yeniden dönmeye koyuldu — makas değiştirmiştim.
31 Aralık 2011 günü, öğlesonrası defterimi yanıma alıp dışarı çıktım. Paris, 1833’ten bu yana eşine rastlanmadığı söylenen bir bahar gününün içinden yılbaşı gecesine hazırlanadursun, Mouffetard sokakları yerlileri ve yabancılarıyla dolup taşıyordu. Café L’Arbalète’in taraçasındaki uç masaya yerleştim, komşu masalardan gelen konuşma seslerine, Babil cümbüşünü andıran ortamda, havada uçuşan farklı dillerden seslere önce dikkat kesildim, sonra kulak tıkadım, açtım defterimi ve okumaya koyuldum, iki saat boyunca, bütün yazdıklarımın nicedir biribirilerinin içinden geçtiği, bütün kitaplarımın biribirilerinde düğümlendikleri yolundaki bir süredir aklımı terketmeyen düşünceyi onaylayan bir içdurum panoramasını katettim.
Trenler, istasyonlar, raylar ile ilgili, farklı kitaplarıma dağılmış şiirler, metinler biraraya toplanacak olsa, kapsamlı bir bütünlük çıkacaktı ortaya. Bunda, yaşamöyküsel verilerin payının geniş yer tuttuğu açık: Yer değiştirmenin simgesine dönüşmüş bende, demiryolları. Zaman içinde trenin açıldığı alanlara sokulmuş, duyarlık hısımlıkları barındırdığına inandığım kimi yapıtları ayırmış, bundan da öte, 150 yıllık tarihinin aydınlık ve loş, umut ve kâbus yatağı kesitlerine yönelmeyi denemişim. Bir noktaya gelindiğinde, masum bir araç olmaktan çıkar her araç, nesne, simge: Yükü, ayrıştırılması olanaksız bir külçe, sırtımızdadır artık: Bir tren bileti aldığım an, içimde sayısız hücrenin harekete geçeceğini sonunda öğretmiştir hayat.
Buna, kabaca “yaşantı deneyimi” deniliyor. Her bireyin belleğine imge pompalayan toplardamarları olur; bir yandan istiflerler, bir yandan da işlerler yolda: Anıları, çağrışımları, ilişkilendirmeleri tetikleyen kurdukları çetrefil çarklar üstünden çalışan bir ana mekanizmadır.
Yaşamöyküsel yazının sularına açılalı beri, bu içevrenin yapısına, kurallarına ve ilineklerine ilişkin bir soruşturmanın akıntıları arasında, bir oraya bir buraya savruluyorum. Bellek üzerinde çalışmalarını yürüten bilimadamlarının yoklamalarında oldu bir gözüm; ötekiyle düşünce adamlarının, yaratıcılık alanlarında ürün verenlerin kova daldırdıkları kuyulara bakma çabası içinde kaldım. Kişi, öğrendiklerini yaşadıklarıyla tokuşturmayı, çarpıştırmayı denemeye yatkın: Farklı rakımlarda farklı ölçümler gerçekleştirmenin yolu bu süreçten geçiyor.
Anımsamak fiili merkez konumunu koruyor. Belleğin işleyişine odaklanmış kuramcılar, kuramsal yaklaşımlarını uygulama alanından gözlem ve araştırmalarla destekleme olanağı bulmuş bilim adamları, aydınlatıcı sonuçlar ve yorumlar eşliğinde bizi yönlendiredursunlar, herbirimiz, kişisel “yaşantı deneyimi” depomuzda yürüttüğümüz kazılardan yeni sonuçlara değilse bile yeni sorulara ulaşmış, su yüzüne dönüyoruz, her dalışımızın ardından: Anahtar sayısı artıyor elimizde, gelgelelim karşımıza başka kilitler çıkmasını önlemeye yetmiyor, verilen uğraştan elde ettiklerimiz.
Bilmem bir ‘aşama’dan sözetmek ne kadar yerinde olur, daldığım soruşturma koridorunda vardığım eşik, bir tür temel saptama ile yüzleştiriyor bugün beni: Sınır yaşantı deneyimlerinin iletilmesi, anlaşılması, çözümlenmesi olanaksızdır düşüncesine kapılalı beri, o deneyimlerden herşeye karşın yansıtılmış olan tanıklıklara ayrı bir dikkatle eğiliyorum.
Her ‘anlaşılmaz’ın, özünde ‘anlaşılır’ bir yakası vardır, olur. Shoah üstünde yoğunlaştığım dönemde, o yakayı bir ölçüde tanımayı denediydim. Hangi yönü, arayönü seçerseniz seçin, sizi aşılmaz bir duvarın önüne götüren yollarla örülü Lager cehennemi, aklın sınırlarına dayanmanızdan başka bir umarınız kalmadığını kabul etmenize dek işler iliklerinize ve elinizde bir tek büyük açmaz cümleleri kalır. Bunlardan birine, Lanzmann’ın “gösterilemez olan”a kilitlenişinde rastladığımı aktarmıştım. Bir ikincisi, Marceline Loridan-İvens’i dinliyordum, filmi ve kitabı vesilesiyle yapılmış bir televizyon söyleşisinde çıktı önüme: Aynı ölüm kampından kılpayı kurtulmuş dostuna, “anlatma bunları boşyere” demiş bir defasında: “Anlamalarını bekleyemeyiz”. Üçüncüsü, bu boşyere çabayı kırkiki yıl verdikten sonra, 11 Nisan 1987 günü kendisini apartman boşluğuna bırakan Primo Levi’nin yapıtında bekliyor.
“Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” fikrini yarıyarıya paylaşıyorum. Bu ‘yarıyarıya’lık durumu hem bir ikiyüzlülükten, onursuz bir sırtını çevirme koşulundan besleniyor, hem bir çaresizlik itirafını içeriyor: İnsan, ne olursa olsun, hafifletici sebeplerin zavallı kuklası. Primo Levi, “Auschwitz’den sonra” Auschwitz’i yazma gözüpekliğini, bir o kadar da çaresizliğini yüzümüze vuran tanıkların önde gelenleri arasındaydı. Bunlar da mı İnsan?, sıcağı sıcağına yazdığı (1947) kitap yıllar önce çevrilmişti dilimize; ölüm kararından önce tamamladığı son kitabı Boğulanlar Kurtulanlar (1986), okurunu duvara çarpan bir bilânço.
Boğulmak fiilini, düzanlamıyla daha sık kullanıyoruz gerçi, ama eğretilemeyle bağlantılı uzantılarına kapalı sayılmayız. Suyun dibine çökmediğimiz, boynumuza dolanmış bir ip olmadığı halde boğulma durumundan dem vurabiliyorsak, fizyolojik koşulla örtüşen bir psikolojik hal üstümüze çöktüğü için. Primo Levi, “boğuluyorum” cümlesini kurmamalarına karşın boğulanlara bakıyor kitabında.
“Ağır anıların işgâline karşı kendimizi savunmamızın en iyi yolu, anıların anımsanmasını engellemek, sınır boyunca sağlığımızı koruyacak bir engel oluşturmaktır. Bir anının anımsanmasını engellemek, bir kez anımsandıktan sonra ondan kurtulmaktan daha kolaydır” — Mürekkep Zaman’da yaklaştığım düşüncelerin benzeriyle karşılaştığım bu gecikmiş okumadan, “sınır” sorunu bağlamında yeni ışıklar devşirdim:
“Savaş ya da başka karmaşık ve sarsıcı yaşantıları geçirip hayatta kalmış birçok insanın, farkında olmaksızın anılarını bir süzgeçten geçirme eğilimi gösterdikleri belirtilmiştir: Kendi aralarında bu anıları anımsarken ya da üçüncü kişilere anlatırken, dinlenmelerin, soluk almaların, abartılı, tuhaf ya da sakin anların üzerinde durup, daha acı verici olayları, kısaca anlatarak geçmeyi yeğliyorlar. Acı verici olaylar, anılar dağarcığından isteyerek seçip anımsadığımız anılar arasında yeralmaz, dolayısıyla zamanla bir sis perdesine bürünüp, sınır çizgilerini yitirirler”.
Anımsamak ve unutmak, korumak ve silmek, hazır olmak ve bastırmak, bir dizi karşıt fiilin ortasında süzülüyor yılgınlığı yaşayan birey: Anlatmak ve susmak, olduğu gibi aktarmak ve çarpıtmak, iletmeyi denemek ve kabuğuna çekilmek. “Yaşantı deneyimi”nin içeriği ağırlaştıkça paylaşım güdüsü azalıyorsa, iletkenliğin güçleşmesine bağlanmalı sonuç. “Anlamazlar” bazan katı bir red duvarına bakarak, bazan da bir olanaksızlığa işaret ederek (“Anlayamazlar”) getirilen tanı.
Sınır çizgileri silinmiş, yitip gitmiş, çünkü anlama olasılığı hemen hemen kalmamış. Okuduğum bütün tanıklıklar, çözümlemeler; izlediğim bütün belgeseller Shoah boyunca, Pol Pot yıllarında, Rwanda’da, Gulag takımadalarında, Bosna’da, 1915 tehcirinde, başka yerlemlerde yaşananları anlamamı sağlamadı. Kavramak, öğrenmek, bilmek başka, yaşananları anlamak bambaşka.
Primo Levi’nin “boğulanlar” olarak adlandırdığı kurbanlar neyi, ne kadar anlayabilmişlerdi ki? Çoğu, akıl sır ermez bir şiddet ve hız içinde yokolmuşlardı. Bırakalım tarihsel süreç düzlemine oturtmalarını, hiçbirinin kendi hayatları bağlamında olup bitenleri değerlendirebilecek vakitleri, mecalleri kalmamıştı. “Kurtulanlar” diyor Levi, bir biçimde, kendisi gibi kamplardan sağ çıkmış ufak azınlığın üyelerine — bana öyle geliyor ki, onlar da, geniş bir zaman dilimi içinde, sözde bir kurtuluşun ardından boğulmuşlardı. Anlatmayı, tanıklıklarını aktarmayı görev bilmelerinden doğal ne olabilirdi: Anlattıklarının anlaşılır tarafı olmadığını anlattıkça anlayacaklardı.
Stig Dagerman’ın Alman Güzü’nün son bölümünde üzerinde durduğu kahredici soruna değineli çok olmadı: Edebiyat, en koyu acıları, ağrıları, can yangınını göğüsleyebilir mi? Durmadan aynı soruların, sorunların etrafında dolaşıyorsam; her kitabım öncekilerin ve sonrakilerin içinden bıktırıcı gelebilecek yinelemelerle geçiyorsa; Raşamon hikâyesindeki gibi, başka zaviyeleri deneme saplantısından kurtulamadığım için. Karamsarların karamsarı, Dagerman, 1946’da Alman kentlerinin yıkıntıları içinden geçmiş, kampları görmemişti; varlıklarından haberdardı, bir “kurtulan”la karşılaşmıştı, gene de, Auschwitz’i ya da Treblinka’yı görmüş olsaydı, diye düşünmeden edemiyorum, 1954’e dek belki de oyalanamayacaktı.
Hayır: En ağır tragedya karşısında, daha hafif tragedyaların sözü edilemez diyecek değilim; akıl yürütmenin öylesine yatkın sayılmam işin açığı. Birinin, ötekinin bedeli olarak görülmesine, değerlendirilmesine aklım yatmaz: Kurban, kurbandır. Tasamın, yeri geldiğinde inkârcının ruh halini bile kavramaya çalışmak yönünde gelişmesini kabul etmek istemeyecek olanlara karşı çıkamam, ama Hakikat’ın, hiçbir ulvi yüklemde bulunmaksızın kullanıyorum kavramı, okunmasını perdeleyecek hiçbir tutukluğa teslim olmaya eğilim duymadım bugüne dek. Şiddete verilecek tek güçlü karşılığın, karşı- şiddete yüz sürmemekten geçtiğine inanıyorum.
Dagerman’ın, yıkıntıların ve sefâletin iki adım ötesinde, ‘Barok’ üzerine roman yazmaya girişen genç Alman yazarı üstü- ne yazdıkları irkiltmedi beni: İnsanın, başını çevirme isteğini anlıyorum. Kendimi, 1946’da genç bir Alman yazarı olarak kurdu- ğumda, hangi yola sapardım, dürüst olmak gerekirse, kestiremiyorum. Genç Böll, Ölüm Meleği’ni o dönemde yazmış, romanını yıllarca çekmecesinde tutmuştu. Sebald ve Weiss, söylememiş miydim, söylemiştim, Almanya’da yaşayamamışlardı; Ernst SIN von Salomon apaçık diklenmişti. Hangisini seçerdik, bilemeyiz.
Soru direniyor ama: Derin acılara denk bir yazı var mıdır? “Kurtulan” Levi, “anlatsak bile bize inanmazlar”a karşın yazmayı seçmiş olanlardandı. “Boğulan”lardan ayrı bir konumda olduğunun bilincinde, sağ kaldığı için enikonu rahatsızdı: “Kurtulan”lar biribirilerine çok mu benziyorlardı? Hans Mayer’in (alias Améry) arkasından giriştiği polemik, benzeş yazgıları paylaşanların bile anlaşamadıklarını gösterdiği için üzücü, gecikmeden, onaylamadığını hissettirdiği “son çözüm”ü seçişi nedeniyle de hırpalayıcı değil midir? İnsan düşünmeden edemiyor: Onlar aralarında anlaşamadıktan sonra, yaşananların anlaşılırlığından söz edilebilir miydi?
Dagerman, yaşadığı toplama kampında, benzeriyle Rilke Grubu’na katılan, bir boşluk yarattıkları an Rilke’nin şiirlerine sığınan bir kadının, Dachau’da sekiz yıl kaldıktan sonra bir insan kalıntısına dönüşen kocasının çektiklerini yazma isteğinden sözeder, İsveç’e dönüş uçağında: Adam konuşmak ve yaşadıklarını aktarmak istememektedir, dahası karısının anılarını neden yazmaya çalıştığını anlamakta güçlük çeker — tıpkı tanıdıkları başka “kurtulan”lar gibi: Kişi, unutabileceğini unutmak, belleğinin derinliğinde boğulmaktan uzak durmak için kalan direnme gücünü sarfedecektir: Ruhuna ve tenine sinmiş dipsiz acılara denk bir yazı türü olabilseydi, oturup kendisi yazacaktı.
Konuya dışından bakan, an geliyor, kurbanların ötesine ge- çerek cellâtlara yaklaşmayı deniyor. Bunu içeriden bakanlar öncelikli olarak sorgulamışlardır, Mayer’in Primo Levi’de bir “bağışlayıcı” görmesinin bir nedeni de bu anlama çabasına bağlanabilir. Oysa, deşmeyi ve soruşturmayı Lanzmann da denemişti, izinden giden Rithy Panh da deniyor: Demirdöküm ustası Duch’un (2011) ana “oyuncu”su, Phnom Penh rejiminin işkence merkezlerinden S21’i yöneten ve kendi eliyle onüç bin insanı “toz olma”ya gönderen Kaing Guek Eav, Pol Pot’un sadık cellâdı, 35 yıllığına kapatıldığı hapisane hücresinde anlatıyor.
Anlatıyor, ama anlayamıyorum. Yapmış olduklarını kendisi anlıyor mu? Kurbanları yakalattığı, hayâl gücünü zorlayan işkencelerle sorguladıktan sonra öldürttüğü, “toz” olasıya bütün izlerini sildiği “benzer”leri: Boğulanlar. Diyor ki: Yapmasaydım, kurtulamazdım, onlar gibi boğulurdum, boğulacaktım. Kierkegaard’ın varoluşsal denklemi “ya/ya da”nın, Hamlet’in ana sorusunun bir değişkeni olarak sunuyor cellât, bir noktada önüne çıkan yol ayrımını.
Doğruysa, ki doğru olabilir, düşünen ve imgelemini son raddeye dek zorlamaya yatkın her bireyin önüne alıp gözü- nü dikmesini gerektiren bir soru daha: Ya cellât, ya kurban, o anda hangi konumu seçecektim? Kurbanlara genellikle seçim hakkı tanınmadığını biliyoruz. Çok sayıda kurbanın karşısında, az sayıda cellât için genellikle bu ikilem sözkonusu olmuştu — bunu da. Bilemeyeceğimiz, yaşamadıkça anlayamayacağı- mız aynı durumda hangi seçimi yapacağımız.
Les Bienvaillantes’ı, II. Reich dönemini cellâtlarının perspektifinden izleyen ve pek çok tepkiye yolaçan o romanı okumadım. Nürnberg mahkemesi, Eichmann’ın ve Barbie’nin yargılanışı, herkese, cellâtların çoğunun tasarruflarını doğruladıklarını kanıtlamışken, aynı yaklaşımı kurmaca alanında kuşatan yazara bunca yüklenilmemeliydi: Ancak sarsılmaz bir inancı sarsılmazlığında dik tutarak cellâtlığı doğrulamak mümkün kılınabilirdi, çoğu bunu yapacaktı.
Kulağımla duydum: Rithy Panh, Hannah Arendt’in canlı tanık olarak izlediği Eichmann davasının ardından getirdiği “sıradan kötülük” kavramına diklenenler arasında. Kendi payıma, Arendt’in yaklaşımının canyakıcı bulunmasında, içimizde beklediğinden korktuğumuz bir cellâdın olası gölgesinin varolması kaygısının payı küçümsenemez. Primo Levi’nin “Gri Bölge”de yazdıklarını okuyan her insan ister istemez kendisinden şüphelenir: Ben olsam ne yapacaktım?
Hayır, tıpkı Levi, kurbanlarla cellâtları tragedyanın benzer kefesine yerleştirecek biri değilim. Kapo’ları, Sonderkommando’ları, “Özel Takım”dakileri anlayışla değerlendirmekten de dem vurmuyorum burada: Olgu’nun anla- şılır ve anlaşılmaz kutupları arasında yalpalarken, olağan ve olağandışı kötülük önünde kilitlenmiş, anlatılabilir-aktarılabilir-paylaşılabilir olanın sınırı üstünde kendi kayboluşumu deniyorum.
Acılara denk yazı. Kurtulanlar, boğulanlar adına kalemi ellerine almışlardır. Okur, anlaşılır-olanın sınırlarından taşan uçsuz bucaksız gerçeklik kesitini okuduğundan başlayarak, sınır çizgisinin ötesine geçme çabasını vererek ilerleyebileceği ölçüde simsiyah sisin içinde ilerler, çoğu zaman teslim olur, başını başka yöne çevirir. Somut, fizyolojik acılarla aşağılanmanın, sıfırlanmanın, hiçleştirmenin açtığı tarifsiz öteki acı birleştiğinde belirginleşir anlama girişimin doğurduğu umarsızlık, çarptığı duvarın kalınlığı — boşyere de görünse, vazgeçilemez bir paylaşım güdüsüdür.
Yazarı tedirgin edecek, eline kalemi aldıracak kadar sık duyulan, bilinen bir ağrı, yazarın duyguları dışında bir kalem bileme alıştırmasına konu olmakla yetinemez. Yazar bir bakıma, ağrının “pençesindedir”.
Bu imge kimseyi yanıltmasın ama. Ağrıyı duyarken yazmaya kalkışmaz kimse. En yürekli yazar bile ağrının dinmesini, hiç değilse yatışmasını bekler yazıyı aklına getirmek için.
“Ağrının özelliklerinden biri de bu olsa gerek: Bütün dikkati, bütün gücü kendi üzerine çekebilmek”.
Bilge Karasu, “Acı Çeken Gövde” başlığıyla ölümünden 251 sonra yayımlanan Öteki Metinler’in başına yerleştirilen bitmemiş yazısında, tam da bir uç “yaşantı deneyimi” ile ona denk gelebilecek bir yazı arayışına “kalemini bileme” odağından eğildiğinde, gövdesi nicedir pankreas kanserinin yolaçtığı amansız ağrıların sahnesiydi. Dikkatle, döne döne okuduğum o birkaç sayfanın arkasına boşyere bakmayı denedim. Ömrüm boyunca çektiğim biriki dayanılması güç ağrıyı, gövdeme egemen olduğu saatları, herhangi bir kıyaslamaya başvurmayı elbet aklımdan geçirmeksizin, belleğimde yeniden canlandırmayı değil, izlerini anımsamayı düşünerek yoklamaya çalıştım.
Neden söz ediyorduk çıkaramıyorum şimdi, Emre Ayvaz bir gün Alphonse Daudet’nin La Doulou (“ağrı” karşılığı bölgesel bir deyiş) başlıklı küçümen kitabını okumamı önerdi ve Julian Barnes’ın ustalıkla kuşatarak yayına hazırladığı metni bir sonraki gelişinde yanında getirdi. Çocukluktan ilkgençliğe geçerken, Küçük Şey ve Değirmenimden Mektuplar ile tanıştı- ğım, bir daha tek satırını okumadığım Daudet’nin ölümünden 33 yıl sonra dul eşi tarafından yayımlanan “Sifilis Günlüğü” dudak uçuklatıcı bir belge niteliğini taşıyordu; ürpertici “ya- şantı deneyimi”ni Karasu’yla paylaşmak, oradan hareketle Ağrı üzre bir diyalog gerçekleştirmek hem de nasıl isterdim. Çifte metaforun yazarı Sontag’la da.
Sifilis, XIX. yüzyılın karabelâsı, kargışlı hastalığı: Baudelaire’i, Flaubert’i, Maupassant’ı, daha nicesini kahreden, ağır ağır tüketerek, kıvrandırarak ölümü kurtuluşa dönüştüren onmaz kâbus. Daudet, 1885-1895 arası tuttuğu günlüğünde, çektiklerine denk bir yazının olanaksızlığını apaçık ifade eder: “Kelimeler ancak ağrı gittiğinde, dindiğinde geri gelirler; güçsüz ya da yalancı anımsamayı dile getirerek”.
Öldürmeyen ama süründüren hastalıklardan sık sözedilmiştir. Daudet’nin günlüğü, sifilisin süründürerek öldüren bir hastalık olduğunu, hastanın gövdesini tepeden tırnağa donatan ağrı merkezlerinin ancak morfini düzenli biçimde kullanarak bir ölçüde denetlenebildiğini kanıtlar: Dayanılmaz ağ- rılar da, morfinin yarattığı sonuçlar da algı ayarını bütünüyle bozuyordu sifilis hastasının. Daudet, hiçbir hekimin betimleyemeyeceği bir dille kuşatır kurbanı olduğu acıları, en koyu nokta için “boğulma” durumundan sözetmesi, günlüğünün son sayfasında kendisini batmak üzere bir geminin su yüzeyindeki son duruşuyla özleştirmesi, beni bir defa daha aynı eğretilemenin kayalarına çarpacaktı.
La Doulou, öncesiz bir metin. Kanser, bize başka kavurucu tanıklıklar getirdi: Mars’a ve Nick’s Movie’ye dönmeyeceğim; başta Harold Brodhey’in AİDS’e teslim olmadan tamamladığı Şu Yabanıl Karanlık olmak üzere bugün dolgun bir bibliyografya oluşturan ölüm kayıtları, birçok temel yapıt sıralanıyor acı-ağrı denklemlerine eğilen, ben Flac’ın ve “Çözümlemenin Bittiği Yerden Başlar Yazı”nın aracılığıyla tanıştığım bir ruhçö- zümcünün öyküsüne başvurmayı seçiyorum:
Serge André, Lacan-sonrası ruhçözümün özellikle kadın dünyası ve yaratma edimi üzerinde yoğunlaşmış bir temsilcisi. 1992 Nisanı’nda, 44 yaşında, kendi deyişiyle sıradan bir ameliyat sonrası hekimler, az rastlanır ve onanmaz bir kanser tanı- sıyla birkaç aylık ömür biçtiklerinde, kalan vaktinde, elverdiği ölçüde, yıllardır yazmayı tasarladığı (ama içeriği hakkında belirgin bir fikre sahip olmadığı) bir anlatı metninin başına oturmaya karar vermiş, bir tür maskeli ikizi olarak kurduğu Flac’ın ağzından, yakası açılmadık bir söylemi yazmaya girişmişti. Eklemem gerekir: İşin başında, büsbütün umutsuz görünen durumuna karşın kemoterapi uygulanmasına izin vermiştir André; hepten yıkıntı haline gelmiş, hiçbir iyileşme belirtisi gö- rülmemiş, bunun üzerine onkoloğuna ‘kitap tasarısı’ndan sö- zetmiş: “Yazın” demiş hekimi, “bakarsınız işe yarar bu”. Flac’ı yazdıkça düzelmiş durumu, iki yıl sürmüş kitabını bitirmesi: Tıp çevreleri açıklanması olanaksız “tansıksı iyileşme”lerden biri karşısında şaşkın kalmışlar, Serge André on yıl daha yaşamış, ruhçözüm alanında yeni yapıtlar vermiştir.
Yaşamöyküsünün bu büyüleyici özelliğinden çok, yaşamöyküsel anlatısının hareket noktasını oluşturduğu eşsiz “yaşantı deneyimi” nedeniyle yöneldim Serge André’ye. Ölüme karşı denenmiş ilk savaş yazısı örneği değildi onunkisi (en sıkı örneklerinden biri, 1972 tarihli Lazare’ıdır Malraux’nun), buna karşılık donanımı açısından özgün bir konumdaydı Flac’ın yaratıcısı: Hem hastaların (Artaud) inilti dünyasını, hem hekimlerin giz-sökücü okumalarını (Lacan) içeriden tanımış bir özneydi söyleniyi kuran, varoluş muammâsını bütün uçlarından silkeliyor, kendisini parçalayan Hayat’ı bir karşı-yazıyla lime lime etmeye soyunuyordu.
Acılarına, ağrılarına belki diyemeyiz, durumuna denk bir yazı yaratabilmiş miydi Serge André? Bir benzeriyle karşılaş- mış olmasam bile, “yaşantı deneyimi”nin neredeyse biricik sayılabilecek hamurundan, ne Artaud’nun yazdıklarıyla, ne Lacan’ın sınır tanımaz imge ve dil parıltılarıyla gözkamaştıran metinleriyle kıyaslayabilirim okuduğum metinleri: İfade edilemezin sınırlarını zorlamış bir yapıt olarak görülemez onunkisi.
Belki Lacan’ın divanına uzandığında, hastalığı ortaya çıkasıya düşünerek ve yazarak geçirdiği yıllarında bu kadarını söyleyememiş, dile getirememişti Serge André: Flac’ta dizginlerinden boşalmayı, sökülmeyi, içinde bekleyen yumağı çözmeyi denemiş denemesine, bana kalırsa, girişiminin dengi yazı çıkmamış elinden: Baba figürünün değişkenlerine, varoluş sıkıntılarına, iman reddine sokulan sayfaları, bunca “bilinç”li ve donanımlı birinin, kendisini son duvara dayayan koşullar karşısında durumunun ifade karşılığına ulaşamaması, yazarın ‘iyi’leştikten sonra yazdığı, Lacan-Joyce ilişkisinde billûrlaştırdığı bir temel yaklaşıma bağlanabilir mi: Semptom ve Yaratma (2010), bilme’nin yaratma’yla çeliştiği yolundaki Freud’cul anasavdan hızını aldığına göre?
Bana öyle geliyor ki, Flac’ın yazarı, ‘iyi’leştikten sonra, kurduğu anlatının “yaşantı deneyim”ini yeterince yansıtmadığı- na, taşıyamadığına varmıştı. Boğulurken boğulmayı yazmak ne ölçüde olanaklıydı? Artaud’ya baktığımızda, onun Dil’den neredeyse bütünüyle taştığını, bir tek kendisinin sökebileceği bir hiyeroglife sığındığını görmüyor muyduk? Sınır-durum, kesinkes sınırötesi bir dil istiyordu — bu noktada, Steiner’in “extraterritorial” kavramına dönüyorum ister istemez ve Beckett’in yazma deneyimindeki eşik-atlayışı düşünüyorum.
Boğuluşa denk yazı. Bir defasında, Styron’un alkol bataklığından seslenemeyişini seslendirdiği tekinsiz itiraf kitabı Karanlıktan Sonra’ya uğrayıp hızla oradan uzaklaşmış, yanlış anımsamıyorsam Alexandre Lacroix’nın Alkolde Boğulmak mı? başlıklı incelemesinden sözetmiştim. Yetersiz, handiyse amatörce bir akademik çalışma Lacroix’nınki, yüzeyden dibe yönelen bir hareket geliştirememiş bir kitap. Gene de, seçtiği klâsik örneklerin (Lowry, Dylan Thomas, vb) ötesinde, dikkatimi Duras’nın Ölüm Hastalığı’na çektiği için yazara kendimi borçlu hissettiğimi belirtmeliyim.
Gaz odasında boğulmak, paylaşılması olanaksız durum. Primo Levi, tansıksı biçimde odadan canlı çıkan genç bir kızı, tanıklık yapar korkusuyla kamp yöneticilerinin hemen öldürdüğünü aktarıyor. ‘Dışarıda’kiler, gaz odasına girmeden ölenler ya da “kurtulan”lar içeride olanları bilemezlerdi — Lanzmann, bunun fotoğrafının çekilemeyeceğini, boğulmanın imgeleştirilemeyeceğini ısrarla vurgulamakla haklıydı.
Suda boğulmuş, şişerek kıyıya vurmuş ceset dilsiz bir kütledir; boğulayazan dile gelebilir de, boğulan hakkında tek öğrenebileceğimiz otopsi raporunda öteki’nin yazdıklarındadır.
Alkolde boğulmak, sonuçta bir eğretileme; aklıbaşında kimse, fiilin buradaki kullanılışında birebirlik aramaya kalkışmaz: Çok sayıda şairin, yazarın ölesiye içtiklerini gösteriyor edebiyat tarihi; kimi yazarken kadehi bıraktığını söylemiştir, kimi “alkol ile” boğulayazdığını itiraf etmiştir: “Ölüm Hastalığı, benim için çok ağır bir kitap. Günde altı litre şarap içerek yazdım onu. Bu doza vardığında insan yemek yiyemez hiç. Tiksindirici olunur. Çok şişmanlanır. Çok. Kendimden tiksinti duymak hoşuma gidiyordu ama. Bir tür irade onaylamasıydı bu. Kendimi bütünüyle parçalara ayırdığımı görüyordum. Salıverdiğimi yani. Bu yuvarlanış da kıvanç vericiydi”. Duras, kitaplarının yarısını içerek yazmıştı, biriki kez iflâsın eşiğine gelmişti karaciğeri, ölmemişti çünkü ölümden dönmüştü. Hepten anlamdan, inançtan yoksun bir hayata karşı “gece, şehirde uyanık tek kişi kalmadığı an kalkıp içmeyi”, olmadı yazmayı, olmadı ikisini içiçe geçirmeyi tek çare olarak gördüğünü anlatır — bu boğuluşun somut bir karşılığını göstermez yazısı.
Göstermesi gerekir miydi? Kitaplarının arkasındaki yazarı, okurken seçemeyiz genellikle: Birinci tekil şahıs üzerinden sözalsa bile “ben”in bir aynadan mı, bir maskenin içinden mi, ödünç alınmış bir sesten, kimlikten, gölge-şahıstan mı hızını aldığı kesinlik taşımaz: Kim, hangi okur bakışının mekik dokuyarak ilerlediği satırları kâğıda döken yazarın ayık ya da esrik olduğunu kestirebilir sayfanın karşısında? Bir koku sızdırmaz kitap, kitaba serilen metin; harfler bulanıklaşmaz Bukowski’nin kelimelerinde, Dylan Thomas’ın ya da Berryman’in şiirinde; esrimenin doruğa çıktığı bir durumun betimini çoğu kez en açık haliyle yazıya geçirir edebiyat adamı. Oysa, itiraf ediyor işte yazar, “o kitabımı sonuna kadar içerek yazdım” diyor, Ölüm Hastalığı’na dönüyorum ve yazarın durumunu göstermiyor okuduğum metin — iyi ki göstermiyor.
Burada sorun, “Ölüm Hastalığı” karşısında kişinin dayanmak için içmesiyle hastalığını başkalarına nakledecek bir yazı- nın arayışına yönelmesi arasındaki kutuplaşmadan doğuyor. Koyu bir acıdan uzaklaşmanın yolunu alkolde boğulmakta arayan, bulan ya da bulamayan çok sayıda özne yazıya başvurmayı aklından geçirmiyor. Alkol-Yazı çiftleşmesi, hepten sıradışı bir bileşim sayılmasa da, acıya denk bir yazının garantörü değil. Duras, içmeden yazamayacaktı kimi kitaplarını: Bunun eğriliğini doğruluğunu, kimse, kendisi de, tartamaz(dı). Okura kalan, “Ölüm Hastalığı”nı Ölüm Hastalığı’na dönüştüren metnin gerçekliği ve gerçeksiliğiyle yüzleşmek.
Pascal Quignard, Boutes’te, antik bir figürden hareket ederek “suya atlama isteği”nin dayanılmaz boyutlara varışını işledi. Suyun çağrısı, sayısız anonim kurbanın yanında bize ünlü seçimleri çağrıştıracaktır. Günlük yaşamı kronik bir bo- ğulma haline mıhlanmış kişi, bir noktada fiilen boğulmayı yeğler, kurtuluşu ceplerini çakıl taşlarıyla doldurmakta bulur. Boğulmaktan son anda, rastlantısal olarak kurtulanların yazdıkları, hiçbir vakit boğulanların kırılmaz suskunluklarıyla bir tutulamaz.
“Ağrıyla düşünmeyi öğren” — Blanchot’nun bir kitabında yatık yazıyla dizdiği bu fragman varoluş sancılarının arasında, etrafında, içinde huzursuzluğunu tartmayı seçmiş her yazı beyi için görünmez bir küpe.
Sol kulağıma, görünmez, takıyorum.
Enis Batur, (2012), Rakım Sıfır
İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, ss. 241-256
Buckethead – Padmasana