Aydınlar daha çok birbiriyle çekiştikleri için, kendilerinin insanlığın geri kalan kısmından daha kötü olduğu sanısına kapılabilirler; bu bir yanılgıdır oysa. Birbirilerini tanıdıkları ortam, ortamların en utanç vericisi, en alçaltıcısıdır: Rekabet içindeki ricacıların ortamı.
W. Adorno, Minima Moralia, 7, s. 28
Kürsü peygamberlerini, uzlaşmacı ortalama akademisyenleri ve Alman üniversitelerini dolduran hırslı ama yeteneksizler güruhunu “topa tuttuğu” 1918 tarihli Meslek Olarak Bilim isimli ünlü konuşmasında Max Weber, üniversitenin dönüşen yapısına ilişkin şöyle demekteydi: “Dışsal olduğu kadar içsel olarak da eski üniversite yapısı ve yasaları artık geçerli değildir… Tabii sadece şans işi de değildir, ama burada şansın rolü olağanüstü ölçüde yüksektir. Yeryüzünde hiçbir meslek bilmiyorum ki şans bu kadar büyük rol oynasın.” (Weber, 1996: 204). Weber’in siyaset ile bilim arasında katı duvarlar ören ve liyakati hiyerarşiye dayalı bir şekilde kavrayan bakış açısını eleştirebiliriz; ama haklı olduğu bir nokta vardır: “(Üniversitelerdeki atamalara baktığında) insan sık sık yapılan hatalara değil, her şeye karşın oranı hiç de düşük olmayan doğru atamaların sayısına şaşmaktadır (Weber, 1996: 205). Weber’in yerden yere vurduğu Alman akademisinin entelektüel düzeyi ve derinliği ile günümüz Türkiye’si arasında bir kıyas yapmaya kalkmak, sözün en hafifinden “cüretkâr” bir girişim olacaktır. Fakat kabul etmeliyiz ki Weber’in saptamaları aradan geçen yüzyıla karşın canlılığını hem Avrupa hem de Türkiye üniversiteleri için fazlasıyla korumaktadır. Ian Hacking’in terbiye edilişinin bilimsel hikâyesini yazdığı şans ve belirsizlik, dışarıdan ders verme ve proje temelli kısa süreli çalışmanın yaygınlaşmasıyla birlikte gördüğümüz gibi, akademiyi hemen her yerde uzun zamandır “terbiye” etmektedir. Bu terbiye çabasının ardında yatan temel saik, şans kavramının ilk bakışta çağrıştırdığının aksine son derece siyasaldır ve eskilerin dediği gibi eğer bir akademisyen konumunu ona borçluysa, öncelikle Talih denen tanrıçadan korkmasını öğrenmelidir; çünkü şansın bu iş görme biçimi patronaj ağlarına, itaat ve tabiiyet bağlarına ve iktidarın demir halkalarına zincirlenmiştir.
Akademik-idari Türkiye üniversitelerinde çalışan herkes kolayca görür ki üniversitede “şans” eşit biçimde dağılmaz ve akademik geleceğin şans ve belirsizliğe bu düzeyde açılışı, doğrudan iktidar ve tabiiyet ilişkilerinin üniversitelerde yerleştirilmesi adına iş görmektedir. Üniversite kapısından girerken her gün tanık olduğumuz gibi, ego merkezli kişisel ilişkilerin içerisine fazlasıyla batmış, patronaj ağları aracılığıyla kabileleştirilmiş ve hizip çatışmaları tarafından tahakküm altına alınmış bir akademik hayatla karşı karşıyayız. Gerek akademik hak ve özgürlüklerin zayıflığı gerekse de üniversitelerin bir türlü kurumsallaşamaması, daha doğru bir ifadeyle tam da düşünceyi denetim altında tutabilmek ve yöneticilerin kişisel iktidarlarını pekiştirerek çıkarlarını kovalayabilmelerini sağlamak adına ikisinin de reddedilmesi, üniversitenin mevcut iktidar düzeneğiyle sürekli iç içe geçmesine yol açıyor. Akademisyen olan herkesin bildiği gibi Türkiye’de üniversite geleneği devlet söz konusu olduğunda kendi gerçeğini tek bir ifadede dile getirir: Yort Savul (Çekilin! Sultanım/Efendim geliyor!). Üniversite politikalarının belirlenmesinde siyasal iktidarın hiç kuşku yok ki her yerde önemli bir rolü ve dahli var. Fakat bizdeki durum, kendi kişisel iktidarlarını/çıkarlarını muhafaza etmek için her yeri kontrole çalışan yöneticiler ve kişiselleşmiş iktidar ağları aracılığıyla, siyasal iktidarın her türlü talep, dayatma ve ideolojik manevrasının üniversitelerde en alt düzeye kadar taşınmasıdır. Çünkü yönetebilmek ve aynı zamanda düşünceyi devlet ve sermaye düzeneği içinde hapsetmek için, yukarıdan aşağıya kurulan iktidar ağları, aşağıdan yukarı düğümlenen itaat ve tabiiyet düzeneğiyle perçinlenmek zorundadır.
Bugün Türkiye’de üniversitelerin önüne koyulan iki yol var: Dolaysızca sermayeleşerek diploma satan kurumlar haline gelmek ya da sözde aristokratik bir örtü altına saklanarak feodalleşmiş ilişkileri güçlendirmeye devam etmek ve iktidarın her yönde ve anda çalışmasını sağlayan aşırı kişisel ilişki ağlarının içerisine daha da gömülüp, dünyayla ve hakikat arayışıyla bağlarını tamamen koparmak. Atamalarda liyakatin etkisinin en aza indiği, her şeyin üstlerle kurulan kişisel tabiiyet ilişkileri üzerinden yürütüldüğü, hocaların asistanlarının ve öğrencilerinin kendine tabiiyetini ve sadakatini sürekli sorgulamasıyla çalışan, paronayak ve paronayak olduğu kadar da sürekli biçimde ruhlarımızdaki narsizmi kışkırtmak üzerine kurulmuş bu despotik-nevrotik şebeke, görünen o ki biz dur demezsek hepimizi yutacak. Düşünceye ve yeniliğe yönelen her çabamızı sadece sözü yasaklayan despotik aygıtlarla değil, benliklerimize saldıran arzu kapanlarıyla da masseden, apoletlerini ya hakikat bekçisi ya da üstümüz olduğu iddiasıyla yaptığımız her çalışmada gözlerimize sokmaya çalışan bu şebekenin taşıyıcıları, özgürlükçü ve eşitlikçi her adımımızı amansızca boğacak. Dur demezsek, bu despotik düzenek yarınsızlaştırma ve geleceksizleştirme yoluyla, hayal kırıklığını, hıncı, reaktif düşünmeyi ve bilhassa da çileciliği ruhlarımıza nakşederek, farklılığı ve eşitliği düşünen düşüncenin “gerçeğin çölü”nde açtığı ve bugün kolektif zekânın yegâne üretim alanı olan akademik dostluklarımızı, dersliklerimizi ve pek tabii ki benliklerimizi, karamsarlık ve öfkeyle dolduracak. Böyle olsun istemiyorsak, akademisyenlerin yer aldıkları kurumlarda kendilerini akademik ve entelektüel duruş tarzlarıyla değil, yayınlarının sayısıyla, o yayınların basıldığı dergilerin unvanıyla ve de altıkları atıfların toplamıyla farklı kılmaya çalıştığı bir dönemde, bize dayatılmak istenen bu ruhsuzlukla aramıza artık mesafe koyarak, erozyona uğratılmak istenen şeyin ne olduğunu daha güçlü bir şekilde sormak durumundayız. Erozyona uğratılmak istenen, kendi çalışma konusunu kamusal bir problem olarak kurmaya gayret eden, iktidarla arasına eleştirel bir mesafe koyarak özerk bir duruş geliştirmeye çabalayan ve kendi çalışma alanında siyasetten dışlananlarla beraber düşünmenin yollarını arayarak bunun bakış açısını oluşturmaya çalışan muhalif-entelektüel oluş biçimdir. Yukarıda ana hatlarını sunduğum despotik-paronayak şebeke, iktidarın her türüne biat eden, meslektaşlarıyla rekabet içinde ilgisini bütünüyle kendi kariyerine ve benliğine yöneltmiş, hat safhada alınganlığıyla aşırı nevrotik bir ruh haline savrulmuş ya da önüne konulan sosyal ve kültürel sermaye kodlarını sorgulamaksızın içselleştirerek keyfini süren bir akademisyen tipinin yaygınlaşmasını kışkırtıyor. Bu tipi yerleştirmek ve muhalif oluş biçimlerini erozyona uğratmak için, akademinin yıldırma, kadro bekletme, disiplin soruşturması açma, kısa süreli çalışmayı ve belirsizliği yaygınlaştırma gibi kendine özgü düzenekleri ve aygıtları mevcut. Bu düzeneklerin en iyi örneklerinden biri üniversitelerde uzun süredir uygulanan, asistanlığı burslu öğrencilik statüsüne indirgeyen 50d maddesi iken bir diğeri de ÖYP gibi programlardır. Eğitim Sen’in yapmış olduğu araştırma, genç akademisyenlerin halini gayet kapsamlı bir şekilde ortaya koyuyor: Asistanların önemli bir kısmına azımsanmayacak derecede “sekreterlik işleri”, “getir-götür işleri”, “çay/kahve işleri”, “hocaların çocukları ile ilgilenme” gibi işler yaptırılmaktadır (Gümüş ve vd., 2014). Borçlandırılan, işten atılmakla tehdit edilen, her tür ayak-işini yerine getirmesi beklenen ve daha da önemlisi bu baskıcı düzenekle sorgu sualsiz uyumlu olması beklenen genç bir akademisyen camiasına sahibiz. Resmi ideolojiye itaatin sağlanamadığı, hükümetin/devletin eleştirildiği, hâkim söylemin dışına çıkıldığı durumlarda ya da izinsiz gösteriye katıldığı ve başbakana hakaret ettiği gibi gerekçelerle, akademisyenlere karşı artık sadece üniversite yönetimleri değil doğrudan yargı devreye giriyor.
İşine son verme ve disiplin soruşturması gibi uygulamalar bir yana, yöneticilerin “tarafsızlığı” halesiyle en kolay yoldan temellendirilebilecek olan kadro “bekletme” sürecine bakarak bile ki bunun akademideki adı “kadro beklemek”tir, bu iktidar düzeneğinin nasıl çalıştığı hakkında çok basit bir fikir edinebiliriz. Bourdieu’nun ifade ettiği gibi bekletme, bekleyen açısından öncelikle mutlak bir teslimiyeti ifade eder (Bourdieu, 2000). Sonuçta bekleyen kişi kalıcı şekilde arzu edilen bir şeyi amaçlamaktadır. Tam da bu arzu içinde bekleme durumu iktidara, askıda bekleyenin davranışlarını modifiye etmek için bir zaman ve mesafe tanır. Sadece bir tarafın ricacı olduğu tek taraflı bir bekleme durumu yoktur. Yine Bourdieu’nun belirttiği gibi akademik oyun sahasına dâhil olabilmeniz için oyunun kurallarını belirleyenler, öncelikle sizin oyunun kurallarını kabul ederek onunla işbirliği yaptığınızı da “canı gönülden” göstermenizi beklerler (Bourdieu, 2000). Bu süreç iktidarın kaprisine konu olan bekleyenin davranışlarının yanında, aynı zamanda korkuların, umutların ve beklentilerin de yönetimidir. Aslında sizden beklenen, sinikliğin kabuğuna sarınarak iktidar adına bu sürecin sonuçlarını bizzat sizin yönetmenizdir. Sonuçta bekletenin iktidarı, zamanının bekletilen açısından değersizleştirilmesinin yanında, tam da haksızlığa uğrama hislerinin bastırılmasına eşlik eden umutsuzluk ve hayal kırıklığı gibi duyguların da bekleten adına, bekleyen tarafından doğrudan idaresiyle tescillenir ve böylece akademideki “burun sürttürme süreci” tamamlanmış olur.
Yayın baskısı, kadro beklentisi ve yıldırma uygulamaları aracılığıyla bugünkü akademi, “kişinin kendi benliğini ve sosyal ilişkilerini yaşamını sürdürmek için bir kaynak haline getirmesini sağlayan” stratejileri hiç olmadığı kadar çalışanlarına benimsetmeye çabalıyor (Papadopoulos, vd., 2008: 223). Aslında söz konusu olan hayatın her alanına ve anına yayılmış, “yapısal olarak güvencesiz emek piyasasında, aktif ve potansiyel olarak istihdam edilebilir olarak kalma çabasının gerekli kıldığı, kişinin bedeninin ve sosyal ilişkilerinin genişletilmiş sömürüsü olarak” da anlaşılabilecek olan bir “benlik sömürüsüdür”. (Papadopoulos, 2008: 223). Akademinin geleceksiz-güvencesiz emeği, varlığını sürdürmek için kendi kaynaklarını sermayeleştirmeye her daim hazır olması ki buna kişisel haysiyeti de dâhildir, bugünü kurtarmak için ana yoğunlaşarak geleceğini rehine vermesi, “bütün hayatını bir süreklilik içinde yaşamayı sürdürme kapasitesinden” vazgeçmesi ve sadece şimdiki değil, gelecek potansiyelini de muktedirlere sunması gereken zihinsel emektir.
Zihinlerimizin üzerine kâbus gibi çöken bu güvencesizleştirme-geleceksizleştirme süreci, “artık iktidar ilişkileri karşısında çok daha korunaksız bir konumda bulunan akademisyenleri, yapılacak yerli ve yabancı yayınlar ve buradan elde edilecek skorlar yanında üstleri ve diğer bilgi emekçileriyle olan ilişkileri konusunda sürekli hesaplı davranmayı gerektiren bir muhasebe ve ihtiyat rejimini benimsemeye” zorluyor (Aytaç ve Yılmaz, 2008: 423). Bu göz açtırmayan performans rejimi, hiç şüphe yok ki, insan ilişkilerinde bir yabancılaşma sürecini kışkırtırken, akademisyenleri saygınlık kaybına uğratmayı ve onlarda karakter “aşınmasına” yol açmayı da amaçlamaktadır. Fakat kabul etmeliyiz ki bu kodlar basitçe dışarıdan dayatılmıyor, aynı zamanda üniversite içerisindeki pek çok akademisyenin de gönüllü katılımıyla üretiliyor. Sonuç olarak sermaye ve devlet kapanına sıkışmış, iktidar ilişkilerini doğrudan üreten, daha önemlisi “kuran” bir alan haline gelen üniversitede, “Andre Gorz’un çizdiği “bilimsel ve teknik işçi(nin)” çifte portresi gerçek anlamına kavuşur, bilgi, enformasyon ve eğitim akımlarına hükmeder, ama sermaye tarafından öylesine soğurulur ki, organize edilmiş, aksiyomlaştırılmış budalalığın geri akışı onunla çakışır, böylelikle akşam evine gittiğinde bir televizyonu kurcalayarak kendi küçük arzulama makinelerini yeniden keşfeder, ey umutsuzluk. Elbette böylesi bilim adamlarında hiçbir devrimci güç yoktur, bütünleşmenin bütünleştirilmiş ilk eyleyicisidir, kara vicdanın sığınağı ve kendi yaratıcılığının zoraki yıkıcısıdır.” (Deleuze ve Guattari, 2012: 314). Kurulmasına katıldığı düzeneğin ve bakış açısının en temel kurbanı, aslında yeni tip “ersatz” yuppie akademisyenin kendisinden başkası değildir (Nalbantoğlu, 2003).
Buraya kadar ki saptamalardan üniversitenin devlet ve piyasa arasında sıkışmış basit bir düzenleme aracı ve akademisyenin de egemen ideolojinin basit bir “taşıyıcısı” olduğu sonucu çıkmamalıdır. Ahmet Murat Aytaç ile daha önce de belirttiğimiz gibi, “üniversitelerin egemenlik aygıtının dayanaklarından biri veya devletin/sermayenin kullandığı aygıt olmaktan daha fazlasını temsil ettiği görülmektedir. Üniversite, birçok karşıtlık arasında bölünmüş olan toplumsal yaşamın birliğini sağlayan ve böylelikle de iktidar mekanizmasını işleyişini olanaklı kılan, adına kurum dediğimiz arayüzlerden biridir. Bu yüzden de bizzat iktidar şebekesi içinde yer almaktadır. Eğer kapitalizmin ileri aşamalarında bilimsel faaliyet ve bilgi üretiminin bağımsız bir üretici güç haline geleceğini iddia eden Marx’ı izleyecek olursak, üniversitenin toplumun “genel zeka”sını oluşturan en ayrıcalıklı unsur olduğunu kabul etmemiz gerekir. Kapitalizmin bu aşamasında üniversite, bütün yaşam üzerinde denetim kurmak amacında olan bir iktidar şebekesi içindeki insan, para ve bilgi hareketliliklerini denetleyen düğüm noktalarından birine dönüşmüş durumdadır (Aytaç ve Yılmaz, 2008: 415). Bu denetleme sürecinde üniversitenin asli rolü, bir üretici güç olarak bilgiyi devlet ve sermaye ile buluşturmak, ona uygun faillik biçimlerini üretmek ve topluma hâkim olacak sömürü biçimi ve iktidar rasyonalitesini inşa etmektir. Fakat üniversitelerde iş başında olan bu hâkim rasyonalite, üniversiteyi doğrudan basit bir aygıta dönüştürmez, aksine üniversitenin devlet ve sermayeye karşı kısmi bir “özerklik” edinmesini ve onu bir mücadele alanına dönüştürecek olan, sınırlı da olsa farklı aktörlere açılımını zorunlu hale getirir. Ne tek bir üniversite ne de tek bir akademisyen tipi vardır. Önemli olan, bunlar arasındaki ayrımları, özgürlükleri geliştirmemize imkân tanıyacak şekilde doğru yerlerden kurmak ve tartışmaktır.
Üniversitenin şehirlerde bir kalkınma aracı olarak fabrikanın yerini aldığı günümüz Türkiye’sinde, sosyal ve kültürel sermaye kodları açısından üniversiteler arasında her gün yeni ayrımlar üretiliyor (Aytaç ve Yılmaz, 2008). Oysa üniversiteler söz konusu olduğunda gerçek ayrım, sürekli ihdas edilmeye çalışıldığı gibi merkez/taşra, vakıf üniversiteleri ile kamu üniversiteleri, yabancı dilde eğitim veren ve Türkçe eğitim veren, kıta Avrupası geleneğini izleyen ve Anglosakson geleneğini izleyen üniversiteler arasında değildir. Asıl olan üniversiteler arasındaki ayrım değil, “bu üniversitelerdeki insanlardan özgürlüğe ihtiyacı olanlarla, bu kurumlarda denetimi uygulayan iktidar bloğu arasındaki ayrımdır” (Aytaç ve Yılmaz, 2008: 422-423) Üniversite bugün basitçe dışarıya (devlet/sermaye) karşı savunulması gereken kurum değildir, aksine sorunun ta kendisidir. Bu nedenle sadece üniversitelere “özerklik” isteyen ve üniversitelerin yaşadığı sorunları kavramakta son derece yetersiz olan genel geçer yaklaşımları kuvvetle sorgulamalıyız. Daha önce de vurguladığımız gibi: “Üniversiteyi “dışarıya” karşı savunulması gereken bir kurum olarak gören “bilimsel özerklik” anlayışının, üniversite hayatını oluşturan unsurların özgürlük talebini karşılamada yetersiz kalacağını söyleyebiliriz. Bu, üniversite özerkliğinin gereksiz veya savunulamaz bir istek olduğu anlamına gelmez; sadece, özerklik talebinin, bir başka açıdan, iktidar ilişkilerini tamamlayacağını ve denetim süreçlerini derinleştiren bir etki yaratacağını kabul etmemizi gerektirir. Çünkü belli bir hakikat üretimi sürecinin neferleri olarak üniversite bünyesinde bir araya gelmiş olduğu varsayılan kişilerin, kurum içinde yaşadığı özgürlük problemlerini görünmez kılmaktadır. Bununla bağlantılı olan ikinci bir nokta ise, üniversite içi iktidar ilişkilerinin ve bunların iktidarın genel mantığıyla olan bağlantılarını görmektir. Üniversitenin kendisi de iktidar üreten ve iktidar içinde işleyen bir kuruma dönüşmüşse, öncelikli olarak yapılması gereken şey üniversite hayatının dönüştürülmesi olacaktır. Ancak bu aşamadan sonra üniversitenin “dışarıya” (tabii eğer böyle bir yer kaldıysa) karşı savunulması anlamlı olabilecektir.” (Aytaç ve Yılmaz, 2008: 417). Bunun için yüzümüzü dönmemiz gereken yer, sadece “dışarısı” değil, aynı zamanda dışarının “kuruluşuna” katılan bizzat kendi bakış açılarımızdır.
Marx, bir kulübede bir saraydaki gibi düşünülmez dediğinde kastettiği basitçe sınıfsal konumlarımızın düşünme biçimlerimizi doğrudan belirlediği değildi. İnşaya koyulduğumuz bakış açılarımızın bizlerin taraf olma biçimlerinden daha çok, düşünme ve görme tarzlarımızı da belirleyeceğini belirtiyordu. Düşüncenin devlet ve sermayenin kıskacında kapana kısıldığı, akademisyenleri itaate zorlarken narsizmi ve rekabeti kışkırtmak için düzenlenmiş bir üniversitede de özgürlüğe imkân tanıyan bir üniversitedeki gibi düşünülmez. Bu tür bir üniversite, düşünme eyleminde bir araya gelen bir eşitler cemaat olmanın belirli yollarını çalışanlarına ve öğrencilerine baştan kapatır. Böyle bir eşitler cemaatin oluşmasının en temel ön koşulu ise, bildiğimiz gibi zihnini düşünceye açan bireylerin düşünce ve “uyuşmama” özgürlüğünün ilk elden muhafazasıdır. Ancak bu yolla düşünceyi kontrol etmeye değil, eşitliği ve özgürlüğü hedefleyen bir akademik kamusal ortama doğru yol alabiliriz; çünkü birlikteliğe dayalı bir akademik kamusal ortam oluşturmak, basit bir dayanışma ve akademik topluluk inşa etme meselesinin çok ötesinde, bilgi ile kurduğumuz ilişkilerin ancak kolektif etkileşimler ve akıl yürütmeler içerisinde dönüşerek özgürleşebileceği inancından beslenen, akademi açısından temel bir hakikattir. Bu nedenle kendi yapıp ettiklerimiz, bakış açılarımız ve konumlarımız üzerine düşünmeye dayalı öz-düşünümsel bir çabayı, bu itaat zincirlerini kırmamızı ve zihinlerimiz kadar arzularımızı da özgürleştirmemizi sağlayacak üniversitede kolektif bir eşitler cemaati oluşturma gayretiyle birleştirmeliyiz. Böyle bir çifte çaba, sadece üniversite anlayışımızı değil, bilgiyle ve aynı zamanda bu ilişki dolayımıyla kendimizle kurduğumuz ilişkiyi de kökten dönüştürmemizi gerektirecektir.
Bu tür bir çifte çabayı gerçekleştirmek için ihtiyacımız olan, Ranciere’in belirttiği gibi öğrenme ile anlama arasındaki mesafeyi durmaksızın açan ve bilmediğimizi bildirmek adına bizlere sürekli bilmediklerimizi açıklamaya koyulan bir akademi değildir. Bugün her zamankinden daha fazla, amacı bir zekâyı bir başka zekâya tabii kılmak, yani başkalarını aptallaştırmak değil de, “insanın insan olma haysiyetini” hissedebilmesini sağlamak olan ve bunun için de herkesin zihinsel kapasitesinin farkına vararak onu nasıl kullanacağına karar vermesinin yolunu açacak bir “kudret döngüsü” yaratmayı hedefleyen bir akademiye ve hocalığa ihtiyacımız var (Ranciere, 2014: 22-25). Bu kudret döngüsünü başlatmanın en temel ön koşulu ise, yine Ranciere’in belirttiği gibi zekâların eşitliği kabulü üzerinden hareket eden ve tersi de doğru olmak kaydıyla bizzat özgürleştirirken özgürleşebileceğini idrak edebilen, muhalif-entelektüel bir tutumu benimsemektir. Ancak böylesi özgürlükçü ve eşitlikçi bir perspektif bizlerin yenilenerek, “kara vicdanın” sığınağı haline getirilen benliklerimizi özgürleştirmemizi, sermaye akışları ve devlet otoritesi tarafından çifte kıskaca alınarak “kendi yaratıcılığının yıkıcısı”na dönüştürülen bilimsel düşünceyi yeniden yaratıcı kılmamızı ve felsefi-bilimsel düşüncenin her dönem yeni kavramlarla fethetmesi gereken hakikati siyasal bir sorun olarak yeniden kurmamızı sağlayabilir. Bu perspektifi inşa etmek için ruhlarımızın üzerine çöken tahakküm örüntüsünü ve basmakalıp fikirlerden oluşan katmanı “eleştirel” bir yoldan kaldırmalı ve bu yolda zihinlerimize ve kolektif düşünme/eyleme çabamıza olan güveni yeniden kazanmalıyız.
Sonuç olarak Adorno’nun ifade ettiği gibi bugün “şudur neredeyse imkânsız olan görev: Başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi aptallaştırmasına izin vermemek” (Adorno, 2002: 59). Bunun için bizlere gerekli olan kendi karizması ve sözüyle büyülenmiş kürsü peygamberleri, kara vicdanın yüreklerini ve tahayyül güçlerini ele geçirdiği ve sözde eşitlik adına bizlere sürekli yüce ahlaki yasaları hatırlatan hakikat bekçileri ya da devlet mührünü zihinlerimize vurmak için sırada bekleyen yüce devlet memuru akademisyenler değildir. Bir meslek olarak itaatin dayatıldığı bu döküntü makinenin çalışmasını kesintiye uğratacak, kürsüsünden önce kendi zihnini düşünce ve ifade özgürlüğüne, başkalarından önce kendi etik-politik duruşunu eleştirel düşünceye, öğrencisinden önce kendi konumu kendi üzerine düşünmeye açan, kolektif zekâyı ve özgürlükçü tahayyülü burada ve şimdi bizimle arama derdinde olan cahil hocalardır. Gayri-muktedirlerin kurdukları bu şebekeyle bize itaati, sermayeyi, devleti ve adaletsizliği hatırlattığı her yerde biz de hep eşitliği, özgürlüğü ve hakikat arayışımızı hatırlayalım. Çünkü geleceğin uzun sürdüğünü belirten bir düşünürün dediği gibi, “bugünkü ‘çölden’ çıkacağımıza kaya gibi inanıyorsam, böyle basit bir hatırlatmanın bile, en seçkin zihinleri boğan bu düşünce boşluğu içinde etkisinin on misli artabileceğini düşündüğümdendir. Boşluğun sessizliğinde yüksek sesle konuşma yürekliliğini gösterirseniz birileri sizi mutlaka duyar.” (Althusser, 1996: 240).
Zafer Yılmaz
Bir Meslek Olarak İtaat ve Üniversite
Ayrıntı Dergisi, 19 Ocak 2015
Kaynakça
- Aytaç, A.M. ve Yılmaz, Z. (2008), “Devlet-Piyasa İkileminin Ötesinde Bir Mücadele Alanı Olarak Üniversite”, Dönüştürülen Üniversiteler ve Eğitim Sistemimiz, Servet Akyol, M. Kemal Coşkun, Zafer Yılmaz, M. Berkay Aydın ve Remzi Altunpolat (der.), Ankara: Eğitim Sen. Yayınları, s. 409-426.
- Althusser, L. (1996), Gelecek Uzun Sürer, İsmet Birkan (çev.), İstanbul: Can Yayınları.
- Adorno, T. (2002), Minima Moralia, Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, Orhan Koçak ve Ahmet Dorukan (çev.), İstanbul: Metis
- Bourdieu, P. (2000), Pascalian Meditations, Richard Nice (çev.), California: Stanford University Press.
- Deleuze, G. ve Guattari, F. (2012), Anti-Oidipus, Fahrettin Ege, Hakan Erdoğan ve Mustafa Yiğitalp (çev.), İstanbul: Bilim Sosyalizm Yayınları.
- Gümüş, A., Akıncı, Ü ve Akçasoy, İ. (2014), Araştırma Görevliliği: Akademisyenlik Değil Angarya Sekreterlik, Bilim Fidanlığı Değil “Amirin İçini İstediği Gibi Doldurduğu Bir Boşluk”, Eğitim Sen YÖB-Yüksek Öğretim Bürosu, Araştırma Görevlileri Raporu, Ankara: Eğitim Sen.
- Nalbantoğlu, Ü. (2003), “Üniversite A.Ş’de bir “homo academicus”: “ersatz” yuppie akademisyen”, Toplum ve Bilim, No: 7, s.7-42.
- Papadopoulos, D., Stephenson, N., Tsianos, V. (2008), Escape Routes: Control and Subversion in 21st Century, London: Pluto Press.
- Ranciere, J. (2014), Cahil Hoca: Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Tez, Savaş Kılıç (çev.), İstanbul: Metis
- Weber, M., (1996), “Meslek olarak bilim”, Sosyoloji Yazıları, Taha Parla (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, s.200-236