İktidar, alınması düşünülen sonuçların ürünü olarak tanımlanabilir. Böyle olunca da iktidar, nicel (quantitative = kemmî) bir kavramdır: aynı isteklere sahip iki kişiden biri, ötekinin gerçekleştirdiği bütün istekleri ve bunların yanısıra daha başka istekleri de gerçekleştirirse, ondan daha iktidarlıdır. Ne var ki, biri bir grup isteği, öteki de başka bir grup isteği gerçekleştiren iki kişinin iktidarları arasında bir ölçüştürme yapmağa imkân yoktur; meselâ, her ikisi de iyi resimler yapıp zengin olmak isteyen ve biri iyi resimler yapmağı, öteki de zengin olmayı başaran iki ressamdan hangisinin daha fazla iktidara sahip bulunduğunu kestiremeyiz. Bununla birlikte rahatlıkla şöyle söyleyebiliriz: kabaca, eğer A gerçekleştirmeyi düşündüklerinin çoğunu B’de gerçekleştirmeyi düşündüklerinin azını gerçekleştirmişse, A’nın iktidarı B’ninkinden fazladır.
İktidarın, her biri kendine göre insan ihtiyaçlarını doyurma kudretine sahip biçimleri, çeşitli yollardan sınıflandırabilir. Evvelâ, insanlar üzerinde iktidar ve ölü madde- ya da hayatın insan .dışındaki biçimleri üzerinde iktidar vardır. Ben başlıca, insanlar üzerindeki iktidarı ele alacağım, ama modern dünyadaki değişmenin belli başlı nedeninin de fenne borçlu bulunduğumuz, madde üzerindeki gittikçe artan iktidar olduğunu hatırlamak gerekecektir.
İnsanlar üzerindeki iktidar, bireylerin etki altına alınış tarzına ya da bireylerin etki altına alınması için kurulmuş örgütlerin tipine göre sınıflandırılabilir.
Birey şu yollardan etki altına alınabilir: A. Bedeni üzerine doğrudan doğruya bir güç uygulayarak (meselâ, hapsederek, öldürerek); B. Kandırma ve belli bir yöne şevketine aracı olarak mükâfat ya da ceza vererek (meselâ, iş vermek veya işsiz bırakmak); C. Fikirlerini etkileyerek (meselâ, en geniş anlamıyla propaganda). En son sınıflandırma başlığı altına, başkalarında bulunması istenilen alışkanlıkların, meselâ askerî talim yoluyla yaratılması fırsatını da almak zorundayım; yalnız burada bir tek fark vardır, o da, bu durumda eylemin, fikir denilebilecek ansal bir aracı (intermediary = mutavassıt) bulunmaksızın sonuç olarak ortaya çıkmasıdır.
Bu iktidar biçimleri en yalın, en basit halleriyle, sahteciliğin ve yapmacıklılığın zorunlu sayılmadığı, hayvanlarla olan ilişkilerimizde görülür. Belinden bağlanan iple, ciyak ciyak bağırtılarak geminin ambarına indirilen domuzun bedenine doğrudan doğruya bir fiziksel güç uygulanıyor demektir, öte yandan, atalar sözündeki gibi, burnunun ucuna sallandırılan havucun ardı sıra giden eşeği, böyle yapmakta kendi çıkarı bulunduğuna aklını yatırmak suretiyle, bizim istediğimiz gibi hareket etmeğe yöneltmiş oluyoruz. Bu iki örnek arasında ise, mükâfatlar ve cezalar yoluyla birtakım alışkanlıklar kazandırılmış olup, bu yoldan* istenileni yerine getiren hayvanlar bulunmaktadır; ayrıca., daha başka bir yönden, koçları zorla sürüklenerek iskeleden geçirilince bütün sürünün onun ardı sıra isteye dileye gitmesi örneğindeki gibi, gemiye binmeğe kandırılan koyunlar da buna eklenebilir.
Bütün bu iktidar biçimlerinin insanlar arasında da örnekleri vardır.
Domuz örneği, askerî güçle polis gücünü temsil eder.
Havucun ardı sıra giden eşek, propaganda gücünüm tipik bir örneğidir.
İstenileni yerine getiren hayvanlar, ‘eğitimin’ gücünü gösterir.
Zorla sürüklenen önderlerinin ardı sıra isteyerek giden koyunlar, çok görüldüğü üzere, çok sayılan ve sevilen bir önderin her hangi bir klik’e ya da parti şeflerine bağlanmış bulunmasının söz konusu olduğu zamanlardaki parti siyasetini temsil eder.
Aezop tarzı bu analojileri Hitler’in yükselişine uygulayalım. Havuç, Nazi programı (meselâ, faizin kaldırılmasıyla ilgili bölümü) idi; eşek de, orta sınıfın aşağı tabakaları. Koyunlar ile önder, Sosyal Demokratlar ile Hindenburg’du. Domuzlar (sadece başlarına gelen felâketler bakımından), toplama kamplarındaki kurbanlar’dı; istenileni’ yerine getiren hayvanlara gelince, onlar, Nazi selâmı veren milyonlardır.
En önemli örgütler, uyguladıkları gücün cinsine göre aşağı yukarı ayırt edilebilir. Ordu ile Polis, beden üzerine zorlayıcı güç uygular; ekonomik örgütler, esas itibariyle teşvik edici ve vazgeçirici olarak mükâfatlarla cezalara başvurur; okullar, kiliseler ve siyasal partiler fikirleri etkilemeyi hedef tutar. Ne var ki, her örgüt en karakteristik gücünün yanı şıra başka güç biçimleri de uyguladığından, aralarındaki ayrımlar kesin çizgilerle çizilmiş değildir.
Yasa gücü bu karmaşıklıkları ortaya koyacaktır. Yasa gücünün en son sınırı, Devletin zorlayıcı gücüdür. Doğrudan doğruya fiziksel zorlamamanın (bazı sınırlamalarla) Devlete ait bir ayrıcalık oluşu medenî toplulukların belirgin niteliği, Yasa da, Devletin kendi vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde bu ayrıcalığı kullanmak için başvurduğu belirli bir takım kuralların tümüdür. Ne var ki. Yasa, cezayı sadece istenmeyen edimleri (amel, fiil) fiziksel bir şekilde olanaksız kılmak amacıyla değil, aynı zamanda bir ikna aracı olarak da kullanır; meselâ, para cezası bir edimi olanaksız kılmaz, sadece çekici olmayan hale getirir. Bundan başka —ve bu çok daha önemli bir husustur— Yasa, kamu oyunun desteğini sağlamadığı zaman hemen hemen tamamıyla güçsüzdür; bunun en güzel örneğini de, Amerika Birleşik Devletleri’nde ya da İrlanda’da 1880’lerdeki İçki Yasağı sırasında kaçakçıların, halkın çoğunluğunun sempatisini kazanmış olması ortaya koyar. Bundan ötürü Yasa, etkili bir iktidar olarak, polisin yetkilerinden çok fikir ve oya dayanır. Yasa’dan yana olmanın derecesi, bir topluluğun belirgin niteliklerinin en önemlilerinden biridir.
Bu bizi geleneksel iktidar ile yeni kazanılmış iktidar arasında zorunlu bir ayırım yapma durumunda bırakıyor. Geleneksel iktidar sırtını alışkanlık gücüne dayamıştır; o yüzden ne ikide birde kendini haklı göstermek, ne de herhangi bir muhalefetin kendisini devirebilecek güçte olmadığını durmadan ispat etmek zorundadır. Ayrıca, geleneksel iktidar, hemen hemen her zaman, hükümdara karşı koymanın kötü olduğu anlamını taşıyan dinsel ve dinsel olmayan inançlardan yararlanır. Bu yüzden de geleneksel iktidar, ihtilâl iktidarının ya da zorla ele geçirilmiş iktidarın güvenebileceğinden çok daha büyük ölçüde kamu oyuna güvenebilir. Bunun az çok zıt iki türlü sonucu vardır: bir yandan, geleneksel iktidar kendini güven altında hissettiği için, ihanete uğramak korkusuyla tetikte durmaz ve fazla hareketli siyasal zorbalıktan kaçınabilir; öbür yandan,, çok eskiden kalma kurumların inatla tutunduğu yerlerde, iktidar sahiplerinin her zaman düşmek eğiliminde oldukları adaletsizlikler ezelî göreneğin onayıyla karşılanır ve bundan ötürü, halkın desteğini sağlamayı uman yeni biçim bir hükümet yönetimi için düşünülemeyecek kadar göze batıcı olabilir. Fransa’daki terör dönemi ihtilâl, corvée [angarya, ÇN] ise geleneksel istibdat tipine örnektir.
Geleneğe ya da onaya dayanmayan iktidara ben ‘yalın’ iktidar diyorum. Yalın iktidarın belirgin nitelikleri, geleneksel iktidarın belirgin niteliklerinden büyük çapta ayrılır. Geleneksel iktidarın tutunduğu yerde, rejimin karakteri, hemen hemen sınırsız ölçüde, onun kendini güven altında hissedip, hissetmeyişine bağlıdır.
Yalın iktidar genellikle askerî olup, ya bir iç istibdat biçimini ya da ülke dışında yapılan bir fetih biçimini alabilir. Yalın iktidarın önemi, özellikle ikinci biçimi içinde gerçekten de çok büyüktür —bence, bir çok ‘bilimsel’ tarihçinin kabul etmek istediğinden de büyüktür. Büyük İskender’le Jül Sezar, muharebeleriyle tarihin bütün gidişini değiştirmişlerdir. Ne var ki, birincisi olmasaydı, Yunanca yazılmış Dört İncil bulunmaz ve Roma İmparatorluğu sınırları içinde Hristiyanlık vaaz edilemezdi. İkincisi olmasa, Fransızlar, Lâtince kökten gelen bir dil konuşamazlar ve Katolik Kilisesi de ortaya çıkamazdı. Beyazların Amerika Kızılderililerine askerî üstünlükleri, kılıç iktidarının daha da inkâr edilmez bir başka örneğidir. Silâh gücüyle fethin medeniyetin yayılmasındaki rolü, her hangi başka tek bir aracın rolünden çok daha büyük olmuştur. Ama yine de askerî iktidar, bir çok hallerde, servet, teknik bilgi ve kör inançlar gibi başka başka biçimlerdeki güçlere dayanır. Durumun her zaman için böyle olduğunu söylemek istemiyorum; meselâ, İspanya Tahtı Veraset Savaşında, Marlborough’ların dehası sonucu belirleyen esas olmuştur. Ne var ki, bunu genel kuralı bozmayan bir istisna saymak gerekir.
Geleneksel biçimde bir iktidar sona erdiği zaman onun yerini yalın iktidar değil, nüfusun çoğunluğunun ya da büyük azınlığının onayı ve isteği üzerine kumanda eden bir ihtilâlci otorite alır. Meselâ, Bağımsızlık Savaşında, Amerika’da bu böyle olmuştur. Washington’un otoritesinde, yalın iktidarın belirgin niteliklerinden hiç biri yoktu. Aynı şekilde, Reformasyon sırasında, Katolik Kilisesinin yerini almak üzere yeni Kiliseler kuruldu; bunların başarıları da, zordan çok onaya dayanıyordu. İhtilâlci bir otorite, eğer fazla zora başvurmadan yerleşmeği başarmak niyetindeyse, geleneksel otoritenin ihtiyaç duyduğundan çok daha büyük ve çok daha canlı bir halk desteğine muhtaçtır. Ali’de Çin Cumhuriyeti ilân edildiği zaman, yabancı eğitim görmüş kimseler parlâmanter bir Anayasa kararı verdiler, ne var ki, halk uyuşuk olduğundan, rejim, Anayasaya muhalif Tuçunlar (askerî valiler) idaresinde hemen yalın bir iktidar halini alıverdi. Daha sonra Kuo-Min-Tang tarafından sağlanan birlik ise parlamentarizme değil, milliyetçiliğe dayanıyordu. Aynen buna benzer şeyler Lâtin Amerika’da sık sık olagelmiştir. Bu durumların hepsinde de, Parlâmentomun otoritesi, eğer başarı kazanacak kadar halk desteği sağlayabilseydi, ihtilâlci olurdu; ne var ki, aslında muzaffer olan askerî iktidar, yalın iktidardı.
Geleneksel, ihtilâlci ve yalın iktidar arasındaki ayırım psikolojiktir. Geleneksel iktidara, geleneksel sıfatını verişim, bunun eskiden kalma biçimlere sahip oluşundan değildir: böyle bir iktidar aynı zamanda, kısmen göreneğe dayanan saygıya da hâkim olmak zorundadır. Bu saygı kaybolduğu oranda, geleneksel iktidar derece derece yalın iktidara geçer. Bu süreci Rusya’da, ihtilâl hareketinin derece derece gelişerek 1917’deki zaferine ulaşmasında görmek mümkündür.
İktidara ihtilâlci sıfatını, bu iktidar, Protestanizm, Komünizm ya da ulusal bağımsızlık gibi yeni bir akide, program ya da güçlü istek çevresinde birleşmiş büyük bir grupa dayandığı zaman veriyorum. Yalın iktidara yalın sıfatını, bu iktidar bireylerin ve grupların sadece iktidar seven dürtülerine dayandığı ve uyruklarının işbirliğini sağlayacağı yerde, korkutmak yoluyla boyun eğmelerini sağladığı zaman veriyorum. Görüleceği üzere iktidarın yalınlığı bir derece meselesidir. Demokratik bir ülkede, hükümet iktidarı, muhalif siyasal partilere göre yalın değil, ama inanmış bir anarşiste göre yalındır. Aynı şekilde, din yüzünden insanlara eza cefa edildiği yerlerde Kilise iktidarı, yerleşmiş; dinsel inançlara karşı gelenlere göre yalındır, ama o inançlara körü körüne bağlı günahkârlara göre yalın değildir.
Konumuz bir başka noktada daha ikiye ayrılıyor, bu da, örgütlerin iktidarıyla, bireylerin iktidarı arasında oluyor. Örgütlerin iktidar sahibi olması başka şey, bireyin bir örgüt içinde iktidar sahibi oluşu ise bambaşka bir şeydir. Her ikisi de, pek tabiî, kendi aralarında ilişki halindedir: Eğer Başbakan olmak isterseniz, sizin kendi Partiniz için- de iktidar sahibi olmanız, Partinizin de ulus içinde iktidar kazanması gerekir. Ama eğer geleneksel ilkenin çöküşünden önce yaşamış olsaydınız, ulusun siyasal kontrolünü -ele geçirebilmeniz için, krallığın varisi olmanız gerekecekti; ama buna rağmen, bu durum size başka uluslara boyun eğdirebilme iktidarım vermeyebilirdi, zira bunun için, çoğunlukla veliahtların yoksun bulundukları başka niteliklere ihtiyacınız olacaktı. İçinde yaşadığımız çağda da, plütokrasinin geniş ölçüde kalıtıma dayandığı yerlerde, ekonomik alanda buna benzer bir durum hâlâ görülmektedir. Fransa’daki iki yüz plütokratik aileyi ve bunlara karşı kamu oyunu harekete geçiren Fransız Sosyalistlerini düşününüz. Ne var ki, plütokrasi arasında, sülâleler, İlâhî Adalet ilkesinin geniş yığınlar tarafından benimsenmesini sağlayamadıklarından tahta oturdukları zamanlardaki eski sürekliliklerini kaybetmişlerdir. Yükselmekte olan büyük bir bankerin kendi öz kardeşini yoksulluğa düşürmesini, bu iş kurallara göre yapıldığı ve yıkıcı yenilikler getirilmediği sürece, kimse Tanrıya karşı bir saygısızlık saymaz.
Çeşitli tipteki örgütler başa çeşitli tipte bireyleri getirir; toplumun çeşitli halleri için de durum aynıdır. Bir çağ, tarihte, göze çarpan bireyleri yoluyla görülür ve açık karakterini bu insanların karakterlerinden alır. Önemin değişmesi için gerekli nitelikler değiştikçe, önemli adamTar da değişir. On ikinci yüzyılda Lenin gibi, şimdiki yüzyılda da Arslan Yürekli Rişar gibi adamların bulunduğu varsa- yılabilir; ne var ki, tarih bunları bilmez. Bir an için çeşitli iktidar tiplerinin ne cins bireyler yarattığını düşünelim.
Geleneksel iktidar bizde, ‘centilmen’ fikrinin doğmasına yol açmıştır. Bu, aşiret reislerinin sihirli niteliklerinden, kralların ulûhiyyetine, oradan şövalyeliğe, şövalyelikten de mavi kanlı aristokrata kadar gelen, uzun tarihli bir kavramın az çok dejenere olmuş bir biçimidir. İktidarın geleneksel olduğu yerde, hayranlık duyulan nitelikler, bol bol boş vakte ve tartışmasız üstünlüğe sahip bulunmanın yarattığı niteliklerdir. İktidarın monarşik olmaktan çok aristokratik olduğu yerde, terbiye içine, kendinden aşağı sınıftan kişilerle ilişkide kendini sertliğe başvurmadan kabul ettirmeye ek olarak, eşit olanlara da incelikle davranmak girer. Ama geçerli terbiye kavramı ne olursa olsun, sadece ve sadece, iktidarın, geleneksel iktidar biçimi içinde bulunduğu (ya da son zamanlara kadar olduğu) yerlerdedir ki, insanlar davranışlarının inceliğine göre ölçülür. Bourgeois gentilhome’u, hayatları boyunca toplumsal davranış incelikleri üzerinde durmaktan başka hiç bir şey yapmamış bir kadın ve erkek topluluğuna burnunu soktuğu zaman gülünç düşer. ‘Centilmen’e duyulan hayranlıktan zamanımıza kalabilen taraf, kalıtım yoluyla elde tutulan servete dayanır ve ekonomik iktidarla birlikte siyasal iktidar da babadan oğula geçmez olduğu takdirde hızla yok olmaya mahkûmdur.
İktidarın gerçek ya da sözde bilgi ve hikmet yoluyla kazanıldığı yerde, çok değişik bir karakter tipi ön plâna çıkar. Bu tip iktidarın en önemli iki örneği Çin ile Katolik Kilisesidir. Bu örnekten zamanımızda, eskisine oranla çok az şey kalmıştır; Kilise dışında, İngiltere’de bu iktidar tipinden çok şey bulunmaktadır. Ne tuhaftır ki, bilgi diye yutturulan iktidarın en güçlü olduğu yer vahşi topluluklardır ve bu topluluklarda medeniyet ilerledikçe bu iktidar da gücünü yitirir. ‘Bilgi’ dediğim zaman, bunun içine, pek tabiî, büyücülerin ve sihirbazlarınki gibi varsaydı (farazi) bilgiyi de sokuyorum. Lhasa Üniversitesinde Doktor Payesi alabilmek için yirmi yıllık bir çalışmada bulunmak gerekir, bu paye ise, Dalay Lama’nınki dışında bütün yüksek mevkilere çıkabilmek için şarttır. 1000 yıllarındaki Avrupa’nın durumuyla bu durum arasında hemen hemen hiç bir ayrılık yok gibidir, nitekim Papa II. Silvester kitap okuduğu için sihirbaz olarak ün yapmış, bunun sonucunda da, metafizik dehşet saçma yoluyla Kilisenin iktidarını arttırabilmişti.
Allâme, onu tanıdığımız haliyle rahiple aynı soydandır; ne var ki eğitimin yaygınlaşması onun iktidarım elinden almıştır. Allâmenin iktidarı kör inançlara, yani, geleneksel bir sihire ya da kutsal kitaba duyulan saygıya dayanır. Taç Giyme Törenine İngilizlerin verdikleri önemde ya da Amerikalıların Anayasaya duydukları saygıda görüleceği üzere, bu kör inançlardan İngiliz dili konuşulan ülkelerde hâlâ bir şeyler yaşamaktadır; bu yüzden, Canterbury Başpiskoposu ile Yüce Mahkeme Yargıçları, eski bilginlerin geleneksel iktidarına hâlâ bir miktar sahiptir. Ne var ki, bu, Mısır rahiplerinin ya da Çinli Konfüçyen bilginlerinin iktidarlarının soluk bir hayaletinden başka bir şey değildir.
Centilmenin tipik erdemi onur ise, bilgi yoluyla iktidar sahibi olan adamın tipik erdemi de hikmettir. Bir insanın hikmet sahibi olarak ün kazanması için, derin ve belirsiz yığınla bilgisi varmış, tutkularına hâkimmiş ve insan yaratılışının çeşitli görünüşleri konusunda çok tecrübeliymiş gibi görünmesi gereklidir. Bu niteliklerin bir kısmını sadece yaşın verdiği sanılır, ‘presbyter, seigneur’ gibi deyimlerin saygı ifade eden deyimler oluşu işte buradan ileri gelir. Çinli dilenci gelip geçenlere, ‘büyük yaşlı efendi’ diye hitap eder. Ama hikmet sahibi adamların iktidarının örgütlendiği yerde, papazlar ya da okumuşlardan meydana gelen bir şirket vardır ve bütün bilginlerin bu adamların meydana getirdiği grupta toplandığı varsayılır. Bilge, savaşçı şövalyeden çok değişik bir tiptir ve hüküm sürdüğü yerde çok değişik bir toplum meydana çıkar. Çin ve Japonya bu iki tip arasındaki zıtlığın güzel bir örneğini meydana getirir.
Bugün medeniyet dünyasında bilgi, eskisine oranla çok daha büyük bir rol oynadığı halde, yeni bilgiye sahip olanlar arasında iktidarın, bilgilerine eş oranda gelişmemiş bulunuşuna, bu garip olguya daha önce de işaret ettik. Elektrikçi ya da telefoncu her ne kadar rahatımıza (veya rahatsızlığımıza) hizmet eden acayip şeyler yapıyorlarsa da, biz onlara ne birer büyücü gözüyle bakıyoruz, ne de, kendilerini kızdırdığımız takdirde gökten yıldırım yağdıra- bileceklerini düşünüyoruz. Bunun sebebi, fen bilgisinin, güç olmakla birlikte, esrarengiz olmayıp, öğrenmek için gerekli zahmete girmeği göze alan herkese açık bulunuşudur. Bundan ötürü, modern allâme insanda saygıyla karışık bir korku uyandırmaz, sadece bir müstahdem olarak kalır; allâme, Canterbury Başpiskoposu gibi bir kaç örnek dışında, kendinden öncelere iktidar sağlayan sahte parlaklığı kalıt alamamıştır.
Gerçek şudur ki, bilginlere uygun görülen hiç bir zaman gerçek bilginlere gösterilmemiş, sözümona sihirli güçlere sahip olanlara gösterilmiştir. Bilim insanlara doğanın gerçek yüzünü az çök tanıtmakla büyüye inanışı, bun- den dolayı da allâmeye düyulan saygıyı ortadan kaldırmıştır. Böylece durum şu sonuca varmıştır bugün: fen adamları, zamanımızı daha önceki çağlardan ayıran niteliklerin temel nedenleri oldukları ve keşifleri, icatları yoluyla olayların gidişini son derece etkiledikleri halde, birey olarak, hikmetlerinden ötürü, Hindistan’daki çıplak bir fakirin ya da Malenezya’daki bir büyücünün sahip olabileceği kadar büyük ün sahibi değillerdir. Kendilerine gösterilen saygının yine kendi çalışmalarından ötürü azaldığım gören allâmeler, modern dünyaya karşı bir hoşnutsuzluk duyar olmuşlardır. Bu hoşnutsuzluğu en çok duyanlar Komünizm’e kayarlar, hoşnutsuzlukları derin olanlar ise fildişi kulelerine kapanırlar.
Büyük ekonomik örgütlerin gelişmesi yeni bir tip iktidarlı birey doğurmuştur; bu, kendisine Amerika’da verilen adla, ‘executive’ (Planları ve amaçları yerine getirmeye uygun nitelikte olan.) tiptir. Tipik ‘executive’ başkaları üzerinde çabuk karar verebilen, karşısındakinin hemencecik ruhunu okuyuveren, demirden iradeye sahip bir kişi izlenimi bırakır ve onları etkisi altına alır; bu tipin güçlü çene kemikleri bulunması, dudaklarının sımsıkı kapalı olması ve her zaman kısa, öz konuşabilmesi gerekmektedir. Yine bu tip, akranlarına saygı, asla birer hiç olmayan astlarına ise güven telkin edebilmelidir. O, büyük bir generalle, büyük bir diplomatın niteliklerini kendinde birleştirmiş olmalıdır: savaşmada amansızlık, görüşmelerde ise ustaca bir esneklik yeteneği. İşte insanlar önemli ekonomik örgütlerin kontrolünü bu gibi nitelikler sayesinde ellerinde tutarlar.
Siyasal iktidar, demokrasilerde, buraya kadar gözden geçirdiğimiz üç tipten çok değişik bir başka tipin elinde bulunmak eğilimdedir. Başarı kazanmak isteyen bir politikacı önce kendi örgüt mekanizmasının güvenini kazanabilen, ondan sonra da, seçmenlerin çoğunluğunda bir dereceye kadar heyecan uyandırabilmelidir. İktidara geçme yolundaki bu iki aşama için gerekli nitelikler asla özdeş olmadığı gibi, pek çok politikacı bu her iki aşama için gerekli iki ayrı grup niteliklerden sadece bir grupuna sahiptir. Amerika Birleşik Devletlerinde Cumhurbaşkanı adaylarının, kendilerini parti idarecilerine sevdirebilme sanatına sahip bulundukları halde, halk çoğunluğunun imgelemini harekete geçiremeyen kişiler olduğu sık sık görülen bir şeydir. Bir kural olarak bu tip adaylar her zaman yenilgiye uğrarlar, ama parti idarecileri bunların yenilgiye uğrayacağını önceden göremez. Bununla brilikte, bazen, parti örgütü bir adayın zafer kazanmasını sağlayabilir de; bu gibi durumlarda, seçimlerden sonra, kazanan adaya parti örgütü hâkim olur ve o kişi hiç bir zaman gerçek iktidara sahip olamaz. Bazen de tam tersine bir adam kendi mekanizmasını yaratabilme gücüne sahiptir; III. Napolyon, Mussolini ve Hitler bu tipin örnekleridir. Daha genel olarak, gerçekten de başarılı bir politikacı, zaten var olan bir mekanizmayı kullandığı halde, o mekanizmaya eninde sonunda hâkim olabilen ve onu kendi iradesine köle edebilen »kişidir.
Bir demokraside, politikacıyı başarılı yapan nitelikler ahvalin karakterine göre değişir; ahvalin sükûnet içinde bulunduğu zamanlarda gerekli olan niteliklerle, savaş ya da ihtilâl ahvali içinde gerekli olan nitelikler aynı değildir. Sakin ahvalde, bir politikacı, metanet ve sağduyu sahibi olduğu izlenimini bırakarak başarı kazanabilir, ama heyecanlı ahvalde bunlardan daha fazlası gerekmektedir. Bu gibi ahvalde etkileyici bir hatip olmak zorunluğu vardır — bununla birlikte yerleşmiş anlayışa uygun bir şekilde güzel ve sanatlı konuşma yeteneğine sahip bulunmak da şart değildir, zira Robespierre de, Lenin de güzel konuşma sanatından yoksun, ama kararlı, tutkulu ve cesurdular. Tutku, soğuk ve kontrol altına alınmış da olsa, mutlaka bulunmalı ve duyurulmalıdır. Heyecanlı ahvalde politikacının ne yargılama gücüne, ne nesnel olguları kavrama yeteneğine, ne de bir parçacık hikmete ihtiyacı vardır. Onun için gerekli olan biricik şey, insan yığınlarının tutkuyla istedikleri şeyin elde edilebileceğine, kendisinin de amansız azmi sayesinde bunu elde edebilecek insan olduğuna, o insan yığınlarını inandırabilirle yeteneğine sahip bulunmaktır.
En başarılı demokrat politikacılar, demokrasiyi kaldırıp diktatör olabilen politikacılardır. Bu, pek tabii, ancak belirli koşullar altında mümkün olabilir; böyle bir şeyi on dokuzuncu yüzyıl İngilteresinde hiç kimse gerçekleştiremezdi. Ama böyle bir şeyin gerçekleştirilmesi olanağı bulunduğu zaman da, bu, demokrat politikacılarda, hiç değilse heyecanlı ahvalde bulunması zorunlu olan niteliklerin aynını, aynı derecede gerektirir. Lenin, Hitler ve Mussolini yükselişlerini demokrasiye borçluydular.
Ortada kurulmuş bir diktatörlük varken bir kimsenin ölen bir diktatörün yerini alması için gerekli niteliklerle, başlangıçta diktatörlüğün kurulması için gerekli nitelikler birbirinden tamamiyle ayrıdır. Kalıtım yoluyla babadan oğula geçen iktidarların devrilişinde, perde arkasından bir örgütü yönetme, entrika ve Sarayın gözüne girme, çok önemli metotlardır. İşte bu yüzden diktatörlükler, kurucularının ölümünde sonra karakterlerini mutlaka ve büyük ölçüde değiştirir. Herhangi bir diktatörün yerine geçmek için gerekli nitelikler, rejimin kurulması için gerekli niteliklerden genellikle çok daha az etkileyici olduğundan, kurucunun yetersiz görülmesi ve sonunda başka bir sisteme geçilmesi ihtimali çoktur. Bununla birlikte, modern propaganda metotlarının, Devlet’in Başına, onun kendi kendine sevgi kazandıracak niteliklerini ortaya dökmesine ihtiyaç bırakmadan halkın sevgilisini kazandırmak suretiyle, bu eğilime başarıyla tepki uygulayacağı umulur. Bu metotların ne dereceye kadar başarılı olacağım şimdiden kestirmek mümkün değildir.
Bireylerin, şu ana kadar üzerinde durmadığımız bir iktidar biçimi daha vardır ki, bu da perde arkası iktidarıdır. Saray nedimlerinin, entrikacıların, casusların iktidarı bu tip iktidardır. Bütün büyük örgütlerde dizginleri ellerinde bulunduran kişilerin iktidarı hatırı sayılır derece oldu mu, bu kişilerden daha önemsiz adamlar (ya da kadınlar) ortaya çıkar ve kişisel metotlarla önderlerine söz geçirebilme olanağını elde ederler. Perde arkasından adam ya da örgüt yönetenlerle parti şefleri, tekniklerinin değişik olmasına rağmen aynı tipe dahildirler. Bunlar kendi arkadaşlarını kimseye sezdirmeden kilit noktalarına getirir ve böylelikle, zamanı gelince örgütü ellerine geçirirler. Kalıtım yoluyla geçmeyen bir iktidar biçimi olan diktatörlüklerde, diktatör ölünce bu tip adamlar onun yerini almağı umabilirler; bununla birlikte, bu tip adamlar ön plâna geçmeyi tercih etmezler genellikle. Bunlar, şan ve şereften çok iktidar seven kimselerdir; çoğunlukla da toplumsal bir çekingenlikleri vardır. Bazen de bunlar, Doğu hükümdarlıklarındaki hadım ağaları ya da başka yerlerdeki kral metresleri gibi, şu veya bu sebeple önderlik ünvanını taşıyabilme olanağından yoksundurlar. Nominal iktidarın kalıtsal olduğu yerlerde bunların etkileri en yüksek noktaya ulaşır, iktidarın kişisel bir hüner ya da çaba mükâfatı olduğu yerlerde ise en aşağı noktaya düşer. Bununla birlikte bu gibi kimseler, en modern hükümet biçimlerinde bile, sıradan insanlara esrarlı görünen bakanlıklarda mutlaka büyük etki sahibi olurlar. Zamanımızda bu bakanlıkların en önemlileri maliye ve dışişleri bakanlıklarıdır. II. Kayser Wilhelm’in zamanında, Baron Holstein (Alman Hariciye Nezareti’nin daimî başı) hemen hemen hiç halk içine çıkmadığı halde sınırsız bir iktidar sahibiydi. Bugün de İngiliz Dış Bakanlığı daimî memurlarının iktidarlarının ne derece büyük olduğunu bilemiyoruz; bunu öğrenmek için gerekli belgeler belki bir gün çocuklarımızın eline geçer.
Perde arkası iktidarına sahip olabilmek için gerekli nitelikler bütün öbür iktidar biçimlerine sahip olabilmek için değilse bile, bir kural olarak, istenilmeyen niteliklerdir. Saray nedimlerine ya da perde arkasındakilere fazla iktidar sağlayan bir sistem de, işte bu yüzden, genellikle kamu yararına işleyen bir sistem değildir.
Bertrand Russell, 1976. İktidar
Çev. Mete Ergin
İstanbul: Altın Kitaplar, s. 43-58.