Khrushchev’in saatler süren tiratlarında, siyaseti baştan itibaren hileli ve zehirli hale getiren herhangi bir haksızlık, ahlaksızlık ve ahlaksız iftiranın ve şimdi- tutuklandığı ve iyice gözden geçirildiği sürece- telin edilen ve kınanan zulümlerin varlığına dair en ufak bir şüphe bile yoktu. Sistemin normları sunulmuştu ve tek bir adam tarafından kırılan potlar, en iyi ihtimalle bazı başkalarının iş birliği içinde ve kişisel olarak da adlandırılabilirdi.
Aynı zamanda, Kruşçev’in ifşaatlarına karşı halkın tepkisini de çok canlı şekilde hatırlıyorum. Sovyet Hakikat Bakanlığının himayesinde yetiştirilen, eğitilen, çalıştırılan ve bakılan bazı insanlar, birtakım huzursuzlukları yok değilse bile, yukarıdan gelen bildiriyi benimsediler ve kabul ettiler. Hayatlarının tarihsel dramasıyla ikinci kez sersemleyerek daha fazla insan ağladı – ama bu kez, özünde isabetli, asil bir amaç peşinde koşan bir adamın potları ve iç görüleriyle şartsız, koşullu ve kuşkusuz istenmeyen sıralamasına indirgendi. Fakat çoğu insan güldü, oysa kahkahaların içindeki acı son derece duyulabilirdi.
Tüm bunları ve eninde sonunda eski olayları sadece benim gibi yaşlılar anılardan hoşlanmaya ve bunlara bağımlı olma eğiliminde oldukları için hatırlatmıyorum- fakat aynı zamanda, Hillary Clinton’a ve temsil ettiği Demokrat Parti’ye aynı zamanda mağlubun ve sempatizanlarının tepki vermiş oldukları ürkütücü benzerliklerinden ve yanlışlıkla gerçekleştirdikleri neoliberal politikalara seçim zaferinden sonra da devam etme sözü verdiklerinden ötürü anımsatıyorum. Suçluların adlarına usulen eklenen “hatalar” ya da “deformasyon” gibi terimlere bile, karşılaştırmalı tepkilerle, her şeyden önce yeterli ve tatmin edici bir açıklama rolü tahsis edilmiştir.
Orban, Kaczynski, Fico, Trump – Bu, daha önce yönetmiş ya da yapmak üzere olanların eksik bir listesidir -; yani tek ve yeterli, dayanakları ve meşruluğu hükümranın iradesine dayalı olan bir kuralı dayatmak; başka bir deyişle, Carl Schmitt’in (bir zamanlar Adolf Hitler’in mahkeme filozofu rolünü üstlenen) egemen iktidar tanımını ( “Politik Teolojisine” bakınız) bir “karar verici” kural olarak uygulamaya koymaktır.
Onların cüretli ve cesur şaşkınlıklarını hayranlıkla, hevesle izleyenlerin ve örneklerini takip etmek için can atanların listesi, giderek daha hızlı biçimde uzuyor. Ne yazık ki, ilk ve ikinci ve dolayısıyla Ein Volk, yani Reich, 1935’te Hitler tarafından dile getirilen ilkeler için halkın beğenisi ve talebi hızlı bir şekilde büyümektedir- ve belki de Daha hızlı. Yakın zamana kadar, “tek ve biricik” olacak liderler için bir arz pazarı, hızla ve durdurulamayacak şekilde, bir talep pazarı haline geldi. Trump, ABD Başkanı oldu. Çünkü Amerikalılara o tür bir lider olacağını açıkladı ve Amerikalılar o tür bir lider tarafından yönetilmek istedi.
“Karar verici” bir liderin, (spontan veya tasarımlanmış, gönüllü veya empoze edilmiş) halkın alkışları haricinde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Onun kararlarında başka hiçbir kısıtlama- orta çağın tanrısallık addedilmiş hükümdarları vakasındaki gibi hakiki veya varsayılan “yüksek nedenler” veya yüce, tartışılmaz süper-insan emirlerinden kaynaklanan ve / veya empoze kısıtlamalar dahi söz konusu değildir. Bir kararcı lider mutlak’a yaklaşır: Eyüp’ün sorgulamasına cevaben Tanrı olarak, kararlarını açıklamayı ve Eyüp’ün (ya da başka herhangi birinin) açıklama isteme ve cevap bekleme hakkını reddeder.
Hayatta önemli olan şeylerin “kesinliği”, belirsizlikleri yüzünden taciz edilen ve ezilen insanlar tarafından hayal edilen rüyaların en heveslisidir (ancak William Pitt, 1783’de zaten gözlemlediği gibi bu kesinlik de olabilir, insan hürriyetinin ihlali “ve” tiranların argümanı “). Karar verme ilkesinin rehberliğinde olan siyaset, zorbaların lezzetli argümanları ile alkışlayanların can sıkıcı iştahları arasındaki buluşma noktasıdır. En yakın gelişmelerinden ve anıştırma adaylarından biri Pitt olan Liberal demokrasinin yeni dönemi, diyebiliriz ki, akıl ve gerçek insanların çıkarları uğruna böyle bir toplantının gerçekleşmesini önlemeye adanmıştı.
Yüzyıllar boyu ilerleyen on yıllar boyunca, hukuk teorisyenleri ve uygulayıcıları ile siyaset filozofları, bu amaca ulaşmak için – ve bir kere de elde ettiklerini – güvence altına almak için güçlerini birleştirdiler. Bu amaca ulaşmak için düşünce ve yaratıcılıkları (Krallardan ve prenslerden iktidarın insanlara geçişi ile tüm pratik niyet için tanımlanmış) konuşlandırılmıştı. Bu durum, Kurumsal tedbirler üzerinden oluşturulan hakim görüşlerin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı: iktidarın yasama, yürütme ve yargı gücü sektörleri arasındaki bölünme, eşzamanlı olarak özerk ve yakından– yalnız, potansiyel olarak mutlak bir kuralın çekiciliğinden uzaklaşırken, onlara sürekli olarak anlaşma müzakeresi başlatmak için baskı yaparak- daimi hale getirildi.
Bu eğilim kurumsal kökenden daha kültürel bir şey tarafından tamamlanmıştır. Bunun tezahürü, aydınlanmanın filozoflarınca Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik sloganlarıyla desteklendi ve kısa süre sonra Fransız devrimci orduları tarafından Avrupa’nın bir ucundan diğer ucuna taşınan afişlerle nakşedildi.
Bu sloganın savunucuları, görüşün üç unsurunun yalnızca bir olduklarında başarıya ulaşacağının farkındaydılar. Özgürlük, kardeşliği yalnızca eşitlik ile ortak çalışarak sağlayabilirdi; -bu bağdaştırıcı arabulucu kavram aradan çıkarıldığında-özgürlük, büyük olasılıkla eşitlik, beraberlik ve dayanışma yerine bölünme, karşılıklı düşmanlık ve çatışmalara yol açacaktır. Sadece bu üçlünün tamamen bütünleşmiş ve karşılıklı iş birliği ruhuyla bezenmiş olması durumunda barışçıl ve gelişen bir toplum güvence altına alınabilir.
Açık ya da kapalı olarak bu tür bir duruş, önümüzdeki iki yüzyılın “klasik” liberalizmi ile yakın bir ilişki içine girdi. Ki, klasik liberalizm, insanların gerçek özgürlüğü ancak kullanma kabiliyetine sahip oldukları zaman tadabileceğini kabul eder– ve ancak her iki nitelikte, özgürlük ve birlik elde edildiğinde gerçek Kardeşlik bunları takip edebilir. John Stuart Mill, iyimser liberal inanışlarından sosyalist çıkarımlara ulaşırken, İngiltere’deki evrensel refah devletinin hareketli ruhu ve provakatörü olan Lord Beveridge (ve bu örnek geri kalan Avrupa ülkelerinin esin kaynağı olmuştur) kuşkusuz liberal ideallerinin uygulanması için vazgeçilmez olduğunu düşündüğü biçimi düşündü ve sundu.
Uzun lafın kısası: neo-liberalizm, şimdi hegemonik olan felsefe, neredeyse tüm siyasi yelpazede paylaşılıyordu. (Ve kesinlikle Trump ve onun selefleri tarafından “kuruluş” olarak sınıflandırılan bütün bir bölüm, popüler gazap ve isyan dalgası tarafından imha edilmek üzere ayrılmıştı) Kendini selefinden uzaklaştırdı ve gerçekten de klasik liberalizmin, önlemek için cesurca savaştığı şeyi yaparak kesin bir muhalefette bulundu. Ve Kardeşliğin kuralını- aydınlanma ilkelerinin üç parçalı bütününden, bütün pratik niyet ve amaçlar için-daima riyakarlığa bağlılığıyla olmasa bile- sürgün etti.
Neo-Liberal felsefenin büyük umutlarla dolu bir ülkedeki, 30-40 yıllık bölünmemiş ve ciddi bir meydan okumayla karşılaşmamış hegamonyasından sonra, yine de, ülkenin liberal hükümranlarının nezaketi, aynı zamanda daha az hayal kırıklığına uğramaları ve Trump’ın seçim zaferi gibi sonuçların hepsi önceden belirlenmişti. Şartlar göz önüne alındığında, fikir üreticilerinin çoğu tarafından hevesle araştırılan veya yorumlanan ve ateşli şekilde tartışılan hatalar ve deformasyonlar, krema rolünü en başta tamamen pişmiş keklere (ya da çok pişmiş?) bıraktı.
Büyük beklentilerin kendinden makul taşıyıcıları ve büyük hayal kırıklıklarının fatihleri, her görüşten demagog ve belagat ustası için bu koşullar kısaca: Kendilerini açıkça gösteren ve güçlerinin oyunun kurallarını gözlemlemek yerine onları kırma kabiliyetleri ile ölçüldüğüne inanılan, ortak düşmanları “kuruluş” tarafından kabul ettirilen ve yaşatılan- bir tatbikat gününe tekabül etmektedir. Bizlere (yani burada ve karşıdakilerin eylemlerinden endişe eden ve henüz tam olarak açığa çıkarılmamış bir potansiyele sahip insanlara atıfta bulunuyorum), bununla birlikte, hızlı düzeltmeler ve sorunlardan ani çıkışlarla kurtulma gibi tavırlardan şüphe duymamız önerilir. Artan bir şekilde, bu koşullar altında karşı karşıya olduğumuz seçenekler, şeytan ve derin mavi bir deniz arasındaki tercih kategorilerinden elde edilmiştir.
Ölümünden kısa süre önce, büyük Umberto Eco, zekice kotarılmış makalesi ‘Düşman Yaratmak’ da uzun süreli çalışmalarından yola çıkarak şu üzücü sonuca varıyordu: ” Bir düşmana sahip olmak yalnızca kimliğimizi tanımlamak için değil, aynı zamanda değerler sistemimizi ölçmemiz ve bunun üstesinden gelmemiz, aynı zamanda kendi değerimizi göstermek için bir engel oluşturmamız açısından da önemlidir.” Başka bir deyişle: kim olduğumuzu ve kim olmadığımızı bilmek için bir düşmana ihtiyacımız var; bunu bilmek kendi kendimizi onaylamamız ve özsaygımız için vazgeçilmezdir. Ve ekliyor: “Eğer bir düşmanınız yoksa bir tane yaratın.” Bir vasiyetname eki: “Düşmanlarımız bizden farklıdırlar ve bize ait olmayan adetleri yerine getirirler. Farklılığın özü, yabancı oluşta yatar.”
Bir yabancıyla yaşanan sıkıntı, çoğu kez gerçekten yabancı olduğundan- sadece yabancı alışkanlıklara uyma anlamında değil-ve daha da önemlisi- egemenliğimizin ötesinde ve dolayısıyla da kontrol ve ulaşım alanlarımızın dışında yabancı olmasıdır. Böyle insanları düşman yapmak ve düşmanlığımızı uygulamaya koymak tamamen bize kalmış değildir (tabii ki, ortamızda yerleşme niyetiyle sınırları aşmadıkları müddetçe). Egemenlik yalnızca kendi iradesine yönelik “karar verici” kapasiteden oluşuyorsa, pek çok yabancı bir Eco’ya göre münasip düşman rolü oynamaya uygun değildir. Çoğu durumda (ya da belki de hepsinde?), evin yakınında ve her şeyden önce kapıda bir düşman aramak, bulmak ya da yaratmak daha uygundur. Görme ve dokunma (alanı) içindeki bir düşman, pek çok nedenden ötürü, hayal edilen bir bütünün nadiren görülen (ve her şeyden önce kontrol ve manipüle etmeyi daha kolaydır) veya duyulan bir parçasından daha yetkindir. Halihazırda Orta Çağ’da Hıristiyan devletlerde düşmanın işlevi sapkınlar, Arap kabilelerinden kimseler ve Yahudiler tarafından yerine getirildi; hepsi tayin edilmiş oldukları hanedanların ve kiliselerin alanlarına girdiler. Günümüzde bu, mekanik olarak iyiye giden ilk (ikinci değil) rutin önlem haline gelmişken, içsel tercihler daha fazla çekim ve olanak olduğunu varsaymaktadır.
Düşmanın rolü üzerine gerçek ya da hevesli güçlü insanlar arasındaki en popüler seçim ((Yani Eko tarafından yazıldığı gibi, kendini tanımlama, entegrasyon ve kendini idrak etme süreçleri) –
gerçekten de tamamen ve gerçek bir meta seçimin diğer tüm seçimlerin çağrışım veya türetilmesi yoluyla belirlenmesi – şu an itibariyle tesis etme durumudur: gereğinden uzun yaşamış, geçmişte bırakılmak için fena halde gecikilmiş ve oraya, tarihe bencil ikiyüzlülüklerin ve ahmakça başarısızlıkların toplamı olarak kaydedilmiş- bütün gelmiş geçmişler gibi karanlık, hafife alınmış ve savuşturulamaz. Basitleştirilmiş bir yorumla: kuruluş, itici, kusurlu ve sevimsiz geçmişi temsil eder ve güçlü insanlar da onu ait olduğu çöplüğe göndermeye hazırdır; bunlar da yeni bir başlangıcı temsil ederler; ondan sonra hiçbiri olmayacak.
Zygmunt Bauman
“How Neoliberalism Prepared The Way For Donald Trump”
Social Europe, 16 Kasım 2016
Çevirmen Zeynep Şenel Gencer
Sosyal Bilimler Platformu Çevirmeni
ceviri@sosyalbilimler.org
Yasal Uyarı: Bu metin, Sosyal Bilimler Platformu Çeviri Ekibi tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olup söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; Sosyal Bilimler Platformu, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz.