Tatil boyunca gazetelerin haşır neşir olduğu mevcut düzenin entelektüeller nezdinde simgesel bir şekilde oylanması konusuna son vermenin tek bir yolu varsa o da durumu tersine çevirmektir. Yani siyasetçilere, entelektüellere sordukları sorunun aynısı sorulmalıdır. Siyasetçiler entelektüellere “Neden erdemli davranmıyorsunuz?”, “Neden vicdanınızın sesine kulak vermiyorsunuz?”, “Neden çaba sarf etmiyorsunuz?” diyorlar. Bu soruyu önce onlar siyasetçilere (bu soruya onlarla birlikte herkes yanıt vermek durumundadır; oysa kitleler böyle bir soru sormadığı gibi, sessizliklerinin ne tatille ne de sosyalizmle bir ilişkisi vardır) sormalı, yani “Neden erdemli davranmıyorsunuz?”, “Neden vicdanınızın sesine kulak vermiyorsunuz?”, “Neden çaba sarf etmiyorsunuz?” demeliler.
Sosyalizmin bir yozlaşmaya, entelektüel duruşta bir ayrışmaya yol açtığı söylenebilir; çünkü her türlü çelişkiyi bağışladığı, kendini gerçekleşmiş bir ütopya gibi sunduğu, teori ve pratiği uzlaştıran bir yaklaşım sergilediği, refah düzeyinin yükseldiği, kutsanmış bir düzen gibi davrandığı söylenebilir; başka bir deyişle, lanetli pay anlayışının sona erdiği, artık entelektüellere ihtiyaç duyulmayan bir aşamaya gelindi (fakat ortada entelektüellerin çalışmaya devam etmelerini engelleyen bir durum yok). Söylemeye çalıştığım şey, artık entelektüellere özgü bir tutkudan yoksun olduğumuz; zira entelektüelden yaşadığı çağın eleştirel vicdanı ya da ahlaki teminatı olmasını istemek yeterli değil; bütün bunların bir de tutkuyla yapılması gerekiyor. Başka bir deyişle Gide, dönemini içtenlikle; Sartre açıklıkla, sitüasyonistler ve diğerleri radikal bir şekilde eleştirmiştir. Sonrasındaysa bir şey yoktur, yani politik-entelektüel bir erdemden söz edilemez. Sonrasında ironiye, rastlantısal süreçlere, mikroskopik gelişmelere boyun eğen büyüleyici bir dünya vardır; içinden geçmenin en az bir mayın tarlasından geçmek kadar tehlikeli olduğu tarih ötesi bir süreç vardır.
Bizler yalancıktan bile olsa asla Gide’in içtenliğine, Sartre’ın zararsız da olsa zihinsel berraklığına, sadece gösteri düzeyinde bile kalsa sitüasyonistlerin ya da 1968 Mayısını gerçekleştirenlerin sahip oldukları radikallik düzeyine sahip olamayacağız. Bizimle birlikte siyasetçiler de bundan böyle asla ideologların sahip oldukları o tutku düzeyine, özgün bir stratejinin gerektirdiği politik enerjiye ya da devrimcilerin sahip oldukları radikal düşünce biçimine sahip olamayacaklar (bu konuda bizi yönetenlerin tavrı oldukça nettir; öngörebildikleri tek şey budur). Kanımca sözcüğün gerçek anlamında herhangi bir şeyi temsil etmek gibi bir şey düşlemedikleri gibi tüm Fransa’yı koruma altına almaktan başka bir şey yaptıkları da yok. Aslında komutlara yanıt vermeyen bir makineyi yönetmeye çalışan insanlara benziyorlar. Deyim yerindeyse susanlar entelektüeller değil, makine komutlara uymadığı için susmak durumunda kalmışlar. içinden çıkamadıkları bu durumun sorumlusu ne entelektüeller ne de siyasetçiler.
Hiç kuşkusuz entelektüel sınıfın bu ayrışma süreciyle siyasetçiler zümresinin yozlaşmasının karşılıklı birer özetini çıkartmak gerekiyor.
Sosyalistler kendilerini iktidara getiren nedenlerden tamamen bihaber olup , seçmene sundukları toplumsal projeyi iktidar sayesinde yaşama geçireceklerini sanıyorlar; zira onlara göre iktidar hak edilmiş bir ödül ve tarihsel gelişimin mantıksal bir sonucu. Tarihsel ve siyasi tutkuların yitirildiği bir alanı işgal etmekten, becerebildikleri kadarıyla tarihin sonu olarak nitelendirilen sanal uzamı vekaleten yönetmekten başka bir şey yapmadıklarım göremiyorlar. 1960’lı ve 1970’li yıllarda bizzat başka bir özgün durumun kendilerini saf dışı ettiğini unutuyorlar. Gerçek anlamda bir tür huzur ve mutluluk dolu yıllar olarak nitelendirilebilecek 60’lı, 70’li yılların entelektüel ve teori dünyasının tutkularım yitirmesine yol açan şeyin; anlam yitimi, tarihin sonu, siyasetin can çekişmesi, toplumsal şeffaftık ve belirsizliğin bizzat kendisi, simülasyonun gücü, her yerde karşımıza çıkan müstehcen iletişim araçları olduğu söylenebilir. 1968 Mayısında da en çok üstünde durulan şeylerin bunlar olduğunu ve 68 Mayısının sosyalizmin on yıllık bir gecikmeyle iktidara gelmesine yol açtığım unutmayalım. Önceden kestirilmesi, kapsamlı bir şekilde ele alınıp çözümlenmesi olanaksız bu yeni ve radikal durum henüz sonlanmadığı gibi, temel kavramlarda yol açtığı anlamsal yıkım süreci de sona ermemiştir. Sosyalistler bütün bu olup biteni yüzeysel bir siyasi yaklaşımla değerlendirerek yönetsel ve ahlaki bir ders çıkartmışlar, olanları kapitalizmin yol açtığı yıkımın onarılması ve eski hızım yitirmiş bir toplumsal tarihe eski saygınlığım kazandırma olarak yorumlamışlardır. Eskiden sahip oldukları ilkeleri yeniden ele alıp kibar bir şekilde 1936 ya da İkinci Dünya Savaşı sonrası reformlarını, gerçekleşmeyen ama artık gerçekleşmesine de gerek kalmamış, bu yeni durumun ahlaksızlığına tamamıyla yabancı bir tarihle (onların ve reformlarının tarihiyle) zorla ilişkilendirip devam ettirmişlerdir. İçinde bulunulan durumu nesnel anlamda yönlendirme olanaksızlığının, ortada herhangi bir yönetim ilkesi kalmamasının onları bu sorumluluktan kurtardığım söylemek gerekir. Oysa tam da bu noktada şeylerin içinde bulundukları duruma uygun yeni bir ahlaksızlık anlayışı zorunluluğuyla karşı karşıya kalınmıştır. Başka bir deyişle, içinde yaşanılan bu simülasyon ve simülasyondan aniden kopuş (terörizm), haber dünyasında eski denge ve denetim stratejileriyle uğraşıp oyunun açıkça ve başka bir şekilde oynanmasını sağlayan yeni bir ahlak anlayışına gerek yoktur. İktidarın iletişim araçları, haberle olan ilişkisi özgün bir strateji gütme ve şeylere dar bir çerçeveden bakma olanaksızlığını somut bir şekilde ortaya koymaktadır.
Televizyon konusunda da aynı şey söylenebilir. Siyasi iktidar safça, televizyon ve diğer iletişim araçlarının görevinin, kendi ürettiği siyasi içerikli olanlar da dahil mesaj iletmekten ibaret olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla bu düşünceye bağlı olarak hiçbir başarı şansı olmayan sıradan, çoğu kez gülünç (konuşma zamanları vs.) bir denetim stratejisi üretmektedir. Oysa televizyonun bizi başka bir şekilde, yani iktidarı televizyonla alakalı bir şeye dönüştürerek ele geçirdiği söylenebilir. Burada söylenmeye çalışılan şey , iktidarın televizyonu bir reklam aracı olarak kullanması değil (bu sıradan bir şey olup, pek fazla işe yaradığı söylenemez); McLuhan’ın çok iyi bir şekilde açıkladığı gibi televizyonun soğuk bir iletişim aracı olması, imgelerin pek anlamlı olmaması televizyon izleyicisini bir tür imgeyi anlamlı kılmaya, hem imge hem de mesajdaki kılcal boşlukları doldurmaya zorlamakta, algı çözümlemesiyle daha yakından ilgilenmesine yol açmaktadır. Günümüzde iktidar da tıpkı bu şekilde iş görmektedir; başka bir deyişle , siyasi rejim bir tür çizelge, en az televizyon imgesi kadar az veri sunan bir ekrana benzediğinden herhangi bir rölyef ya da özelliğe sahip olmadan var olmayı sürdürmektedir. İktidarın artık karar almakla , iradeyle , enerjisini ortaya koymakla bir ilişkisi kalmamıştır. Tanımını yitirmiş bir iktidar rica ve tümevarım sayesinde hayatta kalmaktadır (yoksa kesinlikle baştan çıkartma sayesinde değil). Tıpkı televizyon imgesi gibi iktidarla da oynamak zorunda kalıyorsunuz; duyusal terimler kullanmak gerekirse televizyon imgeleri kadar boş ve soyut bir şeye benzeyen iktidara da yorum getirip, yaşatmak zorunda kalıyorsunuz. Burada toplumsal hareketlilik, yaratıcılık, katılım terimleri kullanılarak sizden sürece bir bakıma düşünmeden, duyularınız aracılığıyla uymanız bekleniyor. Oysa paradoksal denilebilecek bir şekilde bu rejim öylesine az engel çıkartmakta ki, insana araya belli bir mesafe. koyma olanağı tanımamakta. Burada da yine televizyon imgesiyle bir karşılaştırma yapabilir ve çok zayıf algısal özellikler taşıması nedeniyle her türlü eleştirel bakışı da aynı anda engellediğini söyleyebiliriz. Televizyon imgesi kadar anlamsız, şeffaf olan bir iktidarın, her hangi bir bakış açısına sahip olunmasını da belli bir ölçüde engellediği söylenebilir.
Böyle bir taktiğe başvurulmakla birlikte, içinde yaşadığımız stratejik dönemde strateji üretebilecek birileri yoktur; iktidarın içine gömüldüğü strateji de buna benzer bir şeydir. Toplumsal ya da duyusal katılım taktiği olduğu gibi siyaset alanına taşınmıştır. Genellikle bu taktikle artık tarihsel bir iradeye dayanma iddiası gütmeyen rejimlerde ve beyni çalışmayan, belli bir enerjiye sahip olmaktan ziyade bu enerjiyi emen bir ekran benzeri düzenlerde karşılaşılmaktadır. Bu düzenlerin hiç kuşkusuz iradenizi ele geçirme gibi bir niyeti yoktur (zira bunun için önce onların bir iradeye sahip olması gerekir); yapmaya çalıştıkları şey, sizi duygusal anlamda etkileyip duygusal bir ortam oluşturmaktır. Başka bir deyişle sosyalizme de tıpkı bir videoya ya da bir dramaya katılır gibi katılıyorsunuz.
Günümüzde iktidar, sivil topluma karşı çok daha hoşgörülü; sivil toplum da iktidara karşı aynı şekilde çok daha hoşgörülü. Bunun nedeni sorumlulukları karşılıklı olarak birbirlerine yüklemeleri ve egemenlik sürecini de aynı şekilde iletişim araçları ve haber evrenine devretmeleri. Siyaset evrenini oluşturan bu iki kutup ekranlarda sürdürülecek hayali bir danışıklı dövüş yararına, sahip oldukları güçten karşılıklı olarak kurtulmaya çalışmışlardır. Belki de iktidarın çelişkilerden kurtulabilmek amacıyla iktidar sahibi gibi görünmekten vazgeçtiğini göstermek için bulabildiği tek stratejinin bu olduğunu söylemek gerek; ayrıca iktidarın bu feragat karşılığında, sivil toplumun, sivil toplum gibi davranmaktan vazgeçerek hukuki anlamda sanal egemenliğin sahibi olduğunu kabul etmesini istediğini belirtmeliyiz. Toplumsalı, toplumsal düşüncesini ön plana çıkartmak amacıyla toplumu çaresiz bir durumda bırakmak gibi gülünç bir proje üreten iktidarın, çok uzun bir süre iktidar olmayı düşledikten sonra artık iktidar olmaya tahammül edemez bir duruma geldiği görülmektedir. Sanki -var olan- toplumsal, tüm o belirsizliğiyle yokmuş , tamamen ortadan kaybolmuş da iktidar da bu belirsizliğe kendine düşeni yapmayarak bir son vermeye çalışıyormuş gibi görünüyor.
Bu koşullarda kitlelerden bilinçlenmelerini talep etmek ya da entelektüellere kavrama güçleriyle (veya pek çok kişinin bir paradoks olarak algıladığı entelektüellerin kavrama güçleriyle ters orantılı bir girişimde bulunmaları konusunda hayıflanması gibi) doğru orantılı bir girişimde bulunmak zorunda olduklarını söylemenin ne kadar anlamsız olduğu görülmektedir. Kararlı bir siyasi iktidardan söz edilseydi bütün bu soruların anlamı olabilir, bu iktidarla belli bir noktada buluşulabilir ya da araya belli bir mesafe konulabilirdi. Oysa bugün böyle bir şey söz konusu değildir, zira aynı kararsızlık, simülasyon, değer ve referans kaybı denilen tuzak hem tarihsel pratik hem de teorik çözümleme alanını içine çekip yutmuştur.
Sosyalizmin, yeni bir tarihsel canlanma ve kolektif tutkuların nüksetme süreciyle çakışması gereken bir olay olduğunu düşünebiliriz. Oysa tam tersi de olabilir ve bu olay tüm olan bitenlerle ödeştiğimizi, tarihin değer kaybına -tasfiye nedeniyle değer kaybeden bir tarih- uğradığını gösterebilir. Özellikle de devrim tarihinin tasfiyesinden söz ediyoruz. Bu konuda Louis Mermaz çok açık konuşmaktadır: “Fransa’nın gündeminde artık bir devrim yoktur.” İzin verirseniz, devrimin cenaze töreninde yaptığı konuşmayı aktarmak istiyorum: “Fransa gibi bir ülke bugün Fransız Devrimi adlı yerli yerine oturmuş bir geleneği yaşatmaya çalışıyor. Bu tarihe mal olmuş bir olaydır. Fransa’nın gündeminde bir devrim olmamasının nedeni Büyük Devrimin daha önce gerçekleşmiş olmasıdır. Bu devrim iki yüzyıldan bu yana dünyada gerçekleşen bütün devrimlere örnek. olmuştur. Bugün Fransa’da devrimlik bir durum yok ve cumhuriyetçi bir geleneğe yaslanan reformist bir girişim sergilediğimizi söylerken yüzümüz kızarmıyor. Ekonomik ve toplumsal alanlarda yapısal reformlar yapmak istiyoruz, ne var ki bu işi seçimler ve parlamento aracılığıyla nöbetleşe yapmayı kabul ederken, yapılanların biz öyle istediğimiz için değil, töreler ve toplumsal gelişmeye uygun vazgeçilmez nitelikte reformlar olduğu için yapılması gerektiğini düşünüyoruz… Bir devrim her zaman iki yönlüdür. Birincisi kabul edilemez tutkuların, şiddet eylemlerinin, ahlak dışı içgüdülerin ve bizzat devrim denilen sonucun kendisidir. Bir devrim asla kendiliğinden iyi bir şey olamaz. Bu bakış açısına karşı olmaktan başka çaremiz yok… Günümüz Fransa’sında bir devrim gerçekleşmemesi için tüm çabamızla elimizden geleni yapıyoruz. Bunu yüksek sesle ve çok açık bir şekilde söylüyorum: Bizler devrimci değiliz, zira ortada devrimci olmayı gerektirecek bir durum yok.”
Bu sözler gerçekten de çok açık ve seçiktir; başka bir deyişle tarihe mal olmuş devrim demek tarihin sonu demektir. Devrim olup bitmiştir. Sosyalizm de zaten bu tarihin sonu olayından destek almaktadır. Yazar, açık seçik bir şekilde söylediği gibi devrim diye bir olayın bir daha asla gerçekleşmemesi için elinden geleni yapacaktır. Anma törenlerine neden bu kadar düşkün olup yeni olaylarla neden bu kadar az ilgilendiğini de bu sayede anlıyoruz. Oysa bu noktada bile geri adım atıldığı söylenebilir. Kültür ve ortak mirası başlangıç noktası olarak kabul ettiklerini söyleyen bu insanlar 1789 Devrimi’ni bir sergi düzenleyerek anmayı bile başaramamışlardır. 1789 Devrimi’ne meydan okuyarak yeni bir devrim gerçekleştirmekten vazgeçmek, tarihi bir yazgısal boyun eğiş, yani tarihin sonu gibi bir düşünceye boyun eğmek demektir. Öyleyse sosyalizm yalnızca yeni, özgün bir tarih üretimi konusunda başarısız olmakla kalmayıp (yaptığı her şeyi, yok olmaya yüz tutmuş Fransa adlı başyapıtı yeniden eski sağlığına kavuşturmak, onarmak adı altında yapmaktadır) mevcut tarihi , simgesel bir şekilde bile olsa yeniden üretememektedir. Eğer düzen anlamsız ekonomik bahaneler ya da düzeysiz politikalar üreterek bu anma biçiminden bile vazgeçiyorsa, o zaman tarihin sonunun geldiğini ve simgesel bir şekilde bile olsa onu yaşatamayacağını anladığı söylenebilir. Belki de 1789 Devrimi’ni gerçekleştiren insanların mirasçıları olmak tehlikeli bir şeydir; çünkü onlar kendi kendilerine asla ekonomik konjonktürü ve krizi göz önünde bulundurarak devrim yapmanın mı yoksa yapmamanın mı daha iyi olacağı gibi bir soru sormamışlardır. Oysa günümüz sosyalistleri 1789 Devrimi ‘yle ilgili bir sergi düzenlemeyi bile başaramamışlardır (Waj da’nın Danton filmini izlediklerinde bile soğuk terler döktükleri söylenebilir).
Sosyalizm, daha da genel olarak, toplum karşıtı herhangi bir belirti içermeyen toplumsal bir yapıyı desteklemekten öteye gidememiştir. Belki de sosyalizm her türlü toplum karşıtı projenin , yani bir başka toplum projesi ya da toplumsaldan başka her şeyin bilinç kaybına uğradığı bir projenin tarihsel sonucudur.
İlk varsayımı onaylayabilir ve paradoksal bir şekilde, sosyalizmin iktidara ancak bir şeyleri değiştirip dönüştürmeye imkan veren enerjilerin , yani bir düzenden aniden bir başka düzene geçilmesini sağlayan toplumsal ve alternatif kültürel enerjilerin az çok tükendiği bir sırada geçtiğini söyleyebiliriz. Zaten sosyalizmin de bu tükenmenin izlerini taşıdığı ve bu tükenişten yararlandığı görülmektedir. Hiç mücadele etmeden bu kadar kolay bir şekilde iktidara geçiyorsa bunun nedeni sağı yenmesi değil, karşısındaki alanın, enerjisini henüz yitirmemiş güçler tarafından temizlenip arındırılmasıdır. Son toplum karşıtı sıçrama olan 1968 Mayısı, sosyalizmin iktidar koltuğuna oturmasını on yıllığına geciktirmiştir. En düşük düzeyde bile olsa bir itaatsizlik, isyan, yadsıma, ironi ya da hoşnutsuzluk, (hayal düzeyinde bile kalsa) radikal bir zorunluluk tohumuna rastlandığı sürece sosyalizmin iktidara gelebilmesi mümkün değildir. Şeffaf, burnunun ucundan ötesini pek göremeyen ve zihinsel gelişme gösteremeyen bir sağ, söylendiği gibi, solun iktidara “geçmesini” gerçekten engelleyemez (görüldüğü gibi engelleyememiştir de). Daha radikal ve daha inatçı olan bu kötülük meleği 1970’1i yıllarda yavaş yavaş ölüp gitmiştir. (Uzlaşıya dayalı bir toplumsal biçime benzeyen sosyalizm de zaten bu yüzden liberal ve Protestan Kuzey ülkelerinde normal bir düzen , modem bir topluma yaraşır bir yönetim ve yönlendirilme düzeni olarak kabul edilirken; yıkıcı düşünceler, devrim ve oyun projesinin henüz canlılığını yitirmediği estetik, kültürel, ironik bir biçime sahip Latin ülkelerde aynı anda ve aynı şekilde kabul görmemiştir. İtalya bu “geciktirilmiş” sosyalizmin en güzel örneğidir.)
Sonuç olarak, henüz şiddetinden, canlılığından bir şey yitirmemiş bir tarih anlayışından kaynaklanan bütün bu başarısızlıklardan , yapılan hatalardan sonra sosyalizm (“olayların” sona erdiği bir evrende) olayların akış sürecine uyarak bizim ülkemize, (tarihin sonuyla birlikte) tarihiyle uzlaşmış bir Fransa’ya yeni bir çağın başlangıcına benzeyen politik bir açılım şeklinde değil, belli bir ahlak anlayışı, yani muhafazakar bir Fransa’ya özgü yeni töreler ve tüm tarihimizin geriye dönük bir şekilde günahlarından arındırılması şeklinde gelmiştir.
Azgın gerici bir sağın tarihin akışını değiştirerek muhafazakar Fransa’ya yaşattığı bastırılmış devrimler, teorik sıçramalar ve başarısızlıkların hepsi 10 Mayıs’ta yaşanan mutlu sonla bir çözüme ulaştırılmış, günahlar bağışlanmış, hesaplar kapatılmış ve herkes aklanmıştır. Hiç kuşkusuz bunların hepsi bir işe yaramıştır; çünkü sonunda bu noktaya ulaşılmıştır. Beklemeyi bilirseniz her şey zamanında olur.
Zaten sosyalizmin kusuru da budur; beklemeyi bilen, yani tarihin ürettiği meyvenin olgunlaşmasını bekleyen (oysa meyveler toprağa ne yazık ki iyice olgunlaştıktan sonra düşer) herkese kendini bir ödül gibi kabul ettirmektedir. Bu yüzden güncel sosyalizmin de olması gereken zamanda gerçekleşmeyen (1956? 1946? 1936?) tarihsel olaylar konusunda bekleme, zaman yitimi , onarım, düzeltme türünden izler taşıdığı görülmektedir. Ulusallaştırma örnekleri, ölüm cezası, özgür okul… bunlar uzun süre akıntıya kürek çekmiş ve geçmişin tüm yosunlarını üzerinde taşıyan bir balina gibi geçmişte kalmış bir sola özgü geçmişe mal olmuş olaylardır.
Birinci varsayımla örtüşen bir başka şey daha var. Sosyalizm yalnızca toplumsal denilen şiddet yüklü bir efsane ve her türlü tarihsel gerginliğe son vermekle kalmayıp , toplumsal olmayan tüm enerji biçimlerinden ya da dünyaya bakış biçimlerinin her türlüsünden vazgeçilmesini de onaylamakta. Bu, varlığıyla yokluğu arasında bir fark olmayan katılımcı bir ahlak anlayışı ile sahip olunanların paylaşılması, katılım ve dayanışma üstüne oturan dışındaki tüm kolektif yazgı biçimlerinin ortadan kaybolduğu bir sosyalizmdir. Toplum açısından en sıradan toplumsal tanımı bile nihai bir ideoloji anlamına gelmekte. Doğal olarak burada insanların tutkularını harekete geçirecek bir şey yok.
Herhangi bir şekilde bile olsa lanetli pay fikri uzlaşma nedeniyle ortadan kaybolmakta. Dünyaya özgü bir estetik düşüncesi ortadan kaybolup gitmekte. Karşıtlık, belirsizlik, tersine çevrilebilirlik, nedensizlik, ironi, şeyler ve karakterler düzenindeki kendinden kaçınılması olanaksız vahşet düşüncesiyle her türlü kolektif tutku düşüncesi, toplumsal değişim üstüne çekilen yavan ve homeostatik söylev düzeni içinde ortadan kaybolup gitmekte. Her şey türetme ya da hiç durmadan gözden geçirilen toplumsal, yani şu ya da bu toplumsal tipine değil de, bizzat toplumsallık ilkesine indirgenmekte ; bu artık bir sözleşme olmaktan çıkarak, bir tür ara yüz, hiç durmak bilmeyen bir etkileşim, bir şeylerle ilgilenme ve ilişki kurma ilkesi, başka bir deyişle sözleşmeye dayanmayan, dokunma üstüne oturtulmuş bir topluma benzemekte. Durum böyle olunca dayanışma da dahil olmak üzere geleneksel erdemlere boyun eğme çağrıları bir işe yaramamakta; çünkü böyle bir sistemde dayanışma, iletişim araçlarına ait ağların yer aldığı bir uzamda yan yana durmaktan ya da iletişim araçlarına özgü içtepilerin bir yansıması olmaktan başka bir anlama sahip olamaz. Egemenliğin bir kısmının vekaleten devredilmesi üstüne oturan evrensel bir dayanışma kavramı değil, statik elektriğe doymuş bir çevrede, deyim yerindeyse insanları taşlaştıran bir dayanışma kavramı üstüne oturmaktadır.
Sosyalistler çektikleri tüm söylevlerle bizi toplumsal bağa, bir şeylerle ilgilenmeye , ilişki kurmaya ihtiyacımız olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Video, telematik vs. üzerine oturan inanılmaz bir meydan okuma biçimidir bu. İşin acı olan yanıysa insanların bunlara gerçekten ihtiyaçları olduğu konusunda ikna olmuş görünmemeleri, zaman geçtikçe de daha az ikna olacak olmalarıdır; fakat bu arada (kılcal damarlara kadar sızmış bir uzlaşı nedeniyle) giderek tam tersi bir görünüm sergileyecekleri söylenebilir.
Günümüzde toplumsal üzerine çekilen tüm söylevler belirginliğini yitirmiştir; sanki dayanışma her şeyin yerini alabilir demeye çalışıyorlar. Dayanışma aynı zamanda hem bir başlangıç hem de bir varış noktasıdır. Dayanışmaya ne kadar önem verilirse, elde edilecek yarar o kadar büyük olur denilmeye çalışılmaktadır. Oysa biraz düşünüldüğünde toplumsalın sağlayabileceği tek yarar ve bunun karşılığında ödemeniz gereken bedel toplumsallaşmak ve dayanışmadan ibarettir. Çaba gösterme konusunda da benzer şeyler söylenmektedir. Gösterilen çabanın kendisi sağlanan yarar anlamına gelmektedir. Oysa hiç kimse bu türden önerilerle ilgilenmemektedir.
Bununla birlikte toplumsalın tam anlamıyla oluşturulması, kabul edilmesi, içselleştirilerek toplum denilen şu tuhaf bedene özgü bütün moleküllerin zihinsel kodu tarafından değiştirilip dönüştürülmesi gerekmektedir. Örneğin Pireneler’de yaşayan şu çobanlara kaktınlan fiberoptik kablolara, ara istasyonlara, kablolu televizyona bakın. Bu yalnızca bir pazar değil, aynı zamanda bir toplumsallaşma sorunu olarak algılanmalıdır; başka bir deyişle toplumsallaşmanın başarıldığı, bunun toplumsal bir düzen olduğu, herkes için bir kullanım değerine sahip olduğu, insanlar farkında olmasalar bile buna ihtiyaçları duydukları kanıtlanmalıdır. Bu insanlar komşularıyla, hayvanlarıyla, öyküleriyle birlikte bir toplum içinde yaşadıklarını sanıyorlardı. Oysa bu olsa olsa az gelişmiş, toplumsal ve toplumsal alışkanlıkların ne olduğundan bihaber, kendi kendilerini ifade etmelerine izin verilmeyen, uygarlaştınlmamış bir yalnızlık süreci içinde yaşayan insanlara özgü utanç verici bir yanılsamadır. Bu, haber ve toplumsal denilen tüm o iyi tözden korkunç bir şekilde mahrum bırakılmak demektir. Gerekirse insanlara zorla haber dinletilecek, canlı bilgisayarlara dönüştürüleceklerdir. Yeni kobaylar, yeni rehineler bunlardır, başka bir deyişle yeni terör böyle bir şey olup, bunun Orwell ‘in 1984 romanında sözünü ettiği terörle (her ne kadar Orwell’in sözünü ettiği terörden sözcüğün gerçek anlamında kurtulamasak da) bir ilişkisi yok. Bu XXI. yüzyıla özgü bir terör. Bunlar dünyanın yeni zencileri olacak, istem dışı kölelik böyle bir şeye benzeyecektir.
Bütün bunlar sosyalistlerin (ve diğer politikacıların, ama özellikle de sosyalistlerin, çünkü kendileri için oluşturdukları genel kurallar ve stratej iler bunun üstüne oturtulmuştur) toplumsalı tamamen yanlış değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır.
Sosyalizm yalnızca değerlerden hoşlanmakta, yoksa göstergeler ve simülakrlardan değil. Sosyalizm yaşamın tüm alanlarında ahlaki bir duruşa sahip olmak istemekte; bu yüzden simülakrlar ve simülasyon evreni ona göre , ancak tarihsel sosyalizm adlı hakikatin silip geçtiği bir önceki döneme ait kavramlar olabilir. Başarısızlıkla sonuçlananlar da dahil. olmak üzere tüm devrimler, göstergeleri arındırmak, tarihsel içerikleri simülasyondan kurtarmak ve onlara ahlaki bir nitelik kazandırmak istemektedir. Sosyalizm, simülakrları, her türlü incelikli baştan çıkartma biçimini yok etmek ve her şeyi yeniden görkemli bir ahlaki ve tarihi zemine oturtmak gibi tarihi bir görev üstlenmiştir. Dolayısıyla varsayımsal bir gerçekliğe sahip toplumsal onarımıyla meşgul olan politik iradeyle birbirine karıştırılmasında şaşılacak bir yan yok. Bu tutumu yüzünden neyse ki çok daha kurnaz ve ahlaksız olduğu söylenebilecek güncel gerçekliği algılamaktan acizleşmekte. Göstergelerin biçimlerinin bozulduğu bir alandan söz eden, göstergelerin kötülük meleği, haberin yol açtığı ahlaksızca sonuçlar, toplumsal yaşamda anlamlandırma, iletişim araçları ve kültür konusunda temel ve yalnızca politikacılara özgü olmayan muğlaklık ve başka şeyler üstüne üretilen hiçbir varsayıma katlanamamakta, bunları akıl almaz varsayımlar olarak değerlendirmekte ve sonunda da bu cehaleti sayesinde acınacak bir duruma düşmektedir.
Gösterge ahlaki açıdan kötülük ilkesi demektir. Sosyalistler çağında kesinlikle yitirilmiş gibi görünen bir şey varsa o da gösterge çözümlemesi ve toplumsal oyunlarda göstergenin sahip olduğu ironik güçtür. Toplumsal bir yapı oluşturma sürecinde yanılsama, ironi, sapkınlık (sözünü ettiğim şey bireyler ve “bilinçaltları” değil nesnel toplumsal süreçler olarak yanılsama, ironi ve sapkınlıktır) gibi boyutlara kesinlikle yer verilmemektedir. Anlama bölünmez bir bütünlük kazandırmak isteyen totaliter ülkelerdeyse bu boyutların hepsi tamamıyla yadsınmaktadır. Daha yumuşak yöntemlere başvurularak yapılsa bile bizim de başımıza aynı şey gelebilir. Bu düzende yalnızca iletişime yer vardır. Bizler gösterge (bu sansürden geçirilmiş, tek yönlü, davranışların muğlaklığı ve ahlaksızlığını göz önünde bulundurmama anlamında bir aptallıktır ki, insanlar bu aptallığa artık ya bir karşılık vermemekte ya da en az onun kadar aptalca bir yanıt vermektedir; bu ise uzlaşı açısından olumlu bir davranış olarak kabul edilmemektedir) ve yanıtlama denilen şeffaf bir ahlaki sürece tamamıyla boyun eğmek durumundayız.
Sosyalistler bu devasa kandırmaca düzeninden kuşku duymalıdır. Geriye kalan her şeyin yanı sıra siyaset ve toplumsal yapıyla birlikte gizliden gizliye iş görmeyi sürdüren şu eski ironi ilkesinin ölümüne yol açacak her türlü anlamsal yön değişikliğinden , örneğin gerçeğin haberle anlam değişikliğine uğratılmasından şüphelenmelidirler. Hiç kuşkusuz eski kültürel, entelektüel, politik ayrılıklar zekanın iktidara gelmesi sloganıyla emilerek ortadan kaldırılacaktır. (İktidara geçme ve yönetme gibi bir yasağa çok eskiden beri boyun eğen yeni bir siyasi-entelektüel zümre açısından bu yasak sanki sihirli bir değnek tarafından sona erdirilmiş, tüm sol düşünceler hatta solculuk devlet ve bakanlık gibi kavramların baştan çıkartıcılığı sayesinde esnetilerek emilmiştir. Bizzat bilinçaltının yaşam süresi solun muhalefette kalma süresiyle sınırlı kalmıştır. Bu konuda psikanalizin televizyon ekranlarından nasıl kaybolup gittiğine bakmak yeterlidir. Daha genelinde sosyalizmle birlikte devrim ve nevroz için güzel günler sona ermiştir. Gerçekleşmiş ütopyanın ihtilaflı bir patolojik rahatsızlığı olmadığı görülmektedir.)
Kültür ve resmi ahlak her türlü olumsuzluğu yanıltıcı bir sinerji oluşturmak amacıyla emip pompalayan korkunç bir vantuza benzeyecektir. Fakat bütün bunlar tüm uzlaşma girişimlerine darbe vuran iktidarla, gösterişli bir şekilde ilişkiye geçtiği an, tersine çevirme süreçleri ve enerjilerin ayrışmasının yol açtığı nesnel ironiye boyun eğecektir.
Uzlaşma ahlakından daha kötü bir şey olamaz, ama uzlaşma kadar hızla çöken başka bir ahlak anlayışı da yoktur. Bu, bir zamanlar marjinal birkaç entelektüele özgü bir ahlak anlayışıyken, bugün bütün sistem anormal bir görünüm arz etmektedir.
Sosyalistlere özgü yanlış değerlendirme ürünü bir başka paradoks örneği de toplumsalı kapsadığı dar alan içinde tutmak, var olmaya zorlamak isterken toplumsalın ilke olarak ahlaksız sonuçlar ürettiğini görmemeleridir. Bu sonuçların en hafifi bizi bireysel ve kolektif anlamda toplumsalın denetiminden kaçmak amacıyla çaba harcamaya zorlayan değildir. François de Closets ‘nin yazdığı (Toujours Plus! / Her Zaman Daha Fazlası) türden bir kitap bir anlamda bu düzenleyici nitelikteki toplum karşıtlığının, bu hiyerarşinin hangi kademesinde bulunursa bulunsun herkesin kendisine verilen tımar emanetlerini, loncalarda görülen türden ayrıcalıkları elinden kaçırmamak amacıyla ne kadar çok çabaladığını gösteren bir bilançoya benzemektedir. Bu kitap bir demokratikleşme, eşitlik ve dayanışma süreci olarak toplumsalın uğradığı kesin başarısızlığın çarpıcı bir örneği gibidir. Kitabın bu kaçınılması olanaksız, her türlü politik iyi niyete, “sosyalist” niyete karşı direnen davranışın sonuçlarından söz etmek gibi bir sorunu yoktur. Ancak yine de şeylerin durumunda hiçbir değişiklik olamayacağını göstermeye, hatta daha da iyisini yaparak her reformun bu durumu daha da kalıcı bir hale getirmekten başka bir şey yapmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Kolektif kötülük perisinin yaşadığı bir yerlerden çıkıp gelen bir kötülük perisi (zira tüm kötülük perilerinin yasal önlemleri zorlayarak, yolsuzluk yaparak, sorumsuzca davranarak devleti şaşırtmaya yönelik gerçek anlamda bir zekaya sahip olduklarını sergiledikleri söylenebilir; bu alanda ama yalnızca bu alanda insanlığın bitmek bilmeyen bir düş gücüne sahip olduğu görülmektedir) şeylerin akışını bir düzene sokmaya çalışan her türlü siyasi iradeyi dümdüz etmeye çalışmaktadır. Siyasetçiler bu kitaptan kendilerine düşen dersi çıkartmamışlardır (zaten Closets ‘nin söylediklerinden de gerçek anlamda bir ders çıkartmamışlardır). Bu yüzden siyaset alanına özgü akıl yürütme biçiminin korunması, mevcut temel ahlaksızlık biçimininse törelerde kaza eseri görülen bir ahlak bozukluğu olarak ayıplanmaya devam edilmesi gerekmektedir. Oysa sisteme özgü gizli oyunun kuralı budur. Eskiden yalnızca hükümdar için ve önemli siyasi konularda bu şekilde davranılır, yani kötülük için çalışılır, zeka kötülük, günah, çıkarlar, tutkuların hizmetine verilir, işler kötülükle halledilmeye çalışılırdı. Başka bir deyişle işler asla iyilikle, yani dürüstlükle çözülmez; şeylere zeka ürünü farklı anlamlar yüklenerek çözülür ve siyaset ancak bu sayede ayakta kalabilirdi. Bunun hayatta kalma konusundaki işe yarar tek strateji olması nedeniyle bugün hepimiz ancak bu siyaset anlayışı sayesinde var olabilirken, toplumsal da yalnızca bu sayede var olabilmektedir. Apaçık bir şekilde görülen bu durumu hayasızlıktan çok yalnızca bir oyun kuralı olarak kabul etmek gerekiyor. Bu hayasızlığın, bu kuralın varlığım yadsımak politikadan tamamıyla bihaber olmaktan başka bir anlama gelemez. Zaten sosyalistlerin projesinin yaşama geçirilmesine izin vermeyen de bu yaklaşım olup, çektikleri iki yüzlü ve inandırıcılıktan uzak söylevlerin nedeni de budur.
Bu oyun kuralı, bu temel ahlaksızlık biçiminin gizli kalması gerekmektedir; zira bu oyun kuralı hiçbir toplumsal gerekçenin asla içeremeyeceği bir kötülük-iyilik anlayışının parçasıdır. Bir toplum ahlaksızlığını çok nadiren apaçık bir şekilde sergiler, tıpkı sahip olduğu demokrasi yanılsamasını çok nadiren şiddet yüklü bir gösteriye dönüştürmesi gibi. Toplumsal düzene direnen bir şey varsa, o da hepimizin bize sunulan en küçük ayrıcalığı öğreti düzenine özgü bir gösterge olarak algılamamızı sağlayan gizli bir toplumsal yapı hayal etmemizdir. Ayrıcalık demek sözcüğün tam anlamıyla kendi yasanı, kendi kuralını kendin koy, kendi egemenlik alanım kendin belirle demektir. Ayrıcalık etimolojik açıdan özerklikle aynı anlama gelmekle birlikte, zaman içinde özerklik gizlice ya saya kendiliğinden boyun eğmek gibi bir anlama sahip olmuştur. Bu konuda insanlar yanılmamaktadır, çünkü özerklikten çok bir ayrıcalık peşinde koşmaktadırlar.
Başka toplumlar kurban törenleri sırasında karşılaşılan bir vahşet ve şiddet düzeni oluşturduklarını açıkça gösteriyorlardı. Bizim toplumumuz böyle bir şey yapmayı yadsıyor ve tüm enerjisiyle bu gerçeği gizlemeye çalışıyor. Bizimki kendini var eden temel kuralları, kendine özgü işleyiş mekanizmalarını kabul etmeyi reddeden bölünmüş, parçalanmış, mutsuz ve iki yüzlü bir toplumdur. Bunun sorumlusunun sosyalizm olduğunu söylemiyorum elbette; söylemeye çalıştığım şey, bu gerçeği kavramayı yadsıyanın, bu konuda en çok zorlananın sosyalizm olduğudur. Biraz daha fazla ahlaka aykın davranması ve daha uyanık olması gerekiyor. Oysa o tam tersini yaparak yasalara boyun eğmek ve erdemin ne kadar etkili bir şey olduğundan söz ederek toplumsal bir düzen oluşturulabileceğini, nihai bir biçime sahip ve uyumlu bir toplumsal düzen kurulabileceğinden dem vuruyor (devrimden söz etmiyorsa bunun nedeni her türlü aşırılıktan kaçınmaya çalışmasıdır, olsa olsa bu aşırılıkların yanılsamalarıyla oyalandığı söylenebilir). Ahlaksızlığın tüm sonuçlan indirgenmeye, tüm uyumsuzluklara, tüm yasadışı hırslara ve tutkulara, oyuna, sahtekarlık ve ölçüsüzlüğe (burada ölçüsüzlük sözcüğünü tamamen öngörüldükleri şekilde işleyen mekanizmalarda sonuçların nedenlere, davranışların ereklere oranla ahlaksızlıklarını ifade etmek anlamında kullanıyorum) bir son verilmeye çalışılırken, aslında öngörülmeyen tüm zafiyetler ve sonuçların bu doğal ölçüsüzlük ve şeylerin düzensizliğinin bir parçası haline getirildiği görülmektedir.
Sosyalizm bunları yapmak yerine etrafına ışık saçan, şeffaf, sözleşmeye dayalı, demokratik süreklilik üstüne oturan bir toplumsal düzen oluşturmaya çalışmakta. Oysa bizim saf siyasetçilerimiz toplumsalın karanlıkta kalan yanını oluşturan bu bireysel ve kolektif karşı örgütlenme sürecinin yanı sıra, bilinçli boyun eğmenin sonucunu ve kitlelerin sessizliğini tıpkı ilahi sola mensup rahipler ve entelektüeller gibi anlayamadıkları ve açıklayamadıkları için bunları birkaç kötü huylu ya da kötü niyetli kişinin üstüne yıkacaklar. O yüzden bütün bunlardan kurtulmak, halkların etkisi altında kaldıkları kötülük meleklerinin elinden kurtarılıp yeniden iyi niyetli, güzel şeyler arzulayan halklar haline gelmesini ve toplumsalın da yeniden sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlamak gerekmektedir.
Sosyalizm bu dramatik boyutlara ulaşan saflığın kusursuz bir şekilde kutsanması demektir. Mitterand, terör ve erdem karışımı bir şeye benzeyen iktidarı ele geçiren bu ideal mutsuz adamı olabilecek en iyi şekilde canlandırmaktadır (aradaki tek fark bugün erdem terörün ardına gizlenmemekte dolayısıyla da büyük ölçüde önemini yitirmektedir; buna karşın yapmacık tavırların arkasına gizlenerek ulusal iradenin o muhteşem kırışık halini kasvetli ve acıklı temsili bir kukla görünümünde sunmaktadır). Belli belirsiz soluk bir gülümseme, göklere çevrilmiş pırıltısız ve güçlü dürüstlük abidesi bir alın. İşi gücü her zaman bir imgeye benzemek olan insanlar.
İşin özüne inilecek olursa, ahlaksız olanların ukala ve melankolik bir ahlak anlayışına sahip siyasetçiler olduğu görülecektir. Neyse ki şeylerin akış düzeni , özünde hala güle oynaya ahlaksızlığa boyun eğmekte ve siyasete tamamen duyarsız kalmaktadır. Bu sessizlik ve kölelik olarak nitelendirilebilir mi? Kesinlikle hayır! Zira sessiz kalanların, şeylerin ironik düzeni ya da düzensizliği konusunda daha çok şey bildikleri görülmektedir. Sözü edilen talihsiz paradokstan kurtulamayan birileri varsa o da siyasetçilerdir. Kendi ürettiği toplumsal düşüncesini belli bir akıl yürütme ve yasama düzeni arasına sıkışıp kalmaya mahküm ederek evrenselleştirmeye çalışan siyasetçilerdir. Bu girişimin uğradığı başarısızlıksa her geçen gün daha da göze batmaktadır. Başka bir deyişle, çekilen tüm söylevlerde toplumsal fikrinin bizzat kendisi ortadan kaybolurken, tarih fikri haber dünyası, egemenlik fikriyse “toplumsal değişim” kavramı sayesinde ortadan kaybolmaktadır. Diğer insanlar paradokstan keyif almaya devam etmekteler, zira bu gizli kurnazlık, bu ironik ve sessiz suç ortaklığı, yaşayan toplumsal ilişkiler üretilmesini sağlarken, aynı zamanda (mucize de zaten budur) bu ilişkilerin ulaştığı devasa maskaralık düzeyini de gözler önüne sermektedir.
Jean Baudrillard
Eylül 1983
KÜNYE: Jean Baudrillard, İlahi Sol, 1977-1984 Döneminin Günlük Olayları Hakkında, Çev. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Mart 2015, s. 74-92.