[1] Avrupa tarihçiliğinin Feodalite ve Ortaçağ’dan sonra en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi olan “absolutism” yani mutlakiyet meselesi oldukça karmaşık bir kavramdır. Kavramın karışıklığının nedeni ise, Kıta Avrupası’nda tıpkı feodalite gibi yer yer farklı modellerde cereyan etmesidir. Roma İmparatorluğu’ndan miras kalan imperium yetkisinin kati suretle tek bir vücutta toplanma fikrine duyulan özlemin bir sonucu olarak, Franklar kralı Charlemagne, Lombardlar ve Saksonlar gibi barbar kavimlere karşı kazandığı zaferle bu mutlak gücü temsil edebileceğine inanıyordu. Bir de tabi ki ruhani iktidarın cismani iktidara dönüşmesi meselesi vardı, bu fikir Charlemagne’ın Papa II. Leo tarafından egemen bir güç olarak tanınmasının gerekliliğini ve meşruiyetini sağlıyordu. Demek ki mutlakiyet meselesi Avrupa’da erken dönemlerden başlayarak kilise ve belirli krallar arasında sınırlı kalan bir yapının tezahürüdür, öyleki; kilise ve dünyevi krallar yek vücuttur. Dünyevi kral, kilisenin koruyucusu ve hizmetkarı görevini yerine getirirken, kilisede o dünyevi kralın egemenliğini takdis ediyordu.
Ortaçağ’ın bu yapısından yola çıkarak mutlakiyeti X. yüzyıldan başlatmak elbette ki çok doğru değildir çünkü, bahsettiğimiz Franklar Kralı Charlemagne ya da Kutsal Roma-Germen İmparatoru Otto’nun egemenlik modelleri Kıta Avrupası’nda pek kalıcı nitelikte değildir. Bu kalıcı olmama durumu Avrupa’nın erken dönem krallarının gücüyle doğru orantıda işliyordu ve genellikle onların yaşamlarıyla son buluyordu. Yine bu geçicilik, daha çok kilisenin “beneficce” elde etmesiyle (krallık topraklarında ekilebilir ve vergilendirilebilir arazilerin kilise tekeline geçmesi) sonuçlanan bir sisteme yol açmıştı. Buna rağmen bu tek egemen hayali Avrupa’da Habsburg İmparatoru II. Franz’ın 1806 yılında hakkından feragat etmesine kadar yaşamıştı…
Tüm bu tarihsel arka plandan sonra iki dönüm noktasına değinmek istiyorum:
- XVI. yüzyılda Lutherian Reformasyon
- Reformasyona bağlı olarak Standestaat’ın Çöküşü
Öncelikle XVI. yüzyılda Wittemberg Kilisesi’nin duvarına maddeler asan ve aslen hukukçu olan bir keşişin yani Martin Luther’in Avrupa tarihinde niçin bir dönüm noktası olduğunu açıklamakla işe başlamak yerinde olacaktır. Luther, yaygın olarak bilindiği gibi Protestanlığın mihenk taşını temsil etmektedir ve Avrupa’nın bu yeni mezhebi feodal ilişkilerin ötesinde, yeni bir ahlak felsefesini savunmaktadır. Max Weber’in daha çok dile getirdiği gibi Protestan Reform ve Kalvinist Felsefe, Avrupa’nın pre-kapitalist dönemde sermayenin nasıl yönetilmesi, çalışma ve iş ahlakının bu sermaye yönetimi üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu savunuyordu. Bu savunuş, kilise geleneğinin münzevi hayat anlayışına taban tabana zıt bir zihniyetin doğuşuna sebep olmuştu ve şehir devletlerinde ticari burjuvazinin prototipleri var oluş gerekçelerini daha güçlü argümanlarla destekleme imkanı bulmuştu.
İşte bu anlayışın ardından Standestaat, yani yerel bağlılıklara dayanan şehir sistemi yeni filizlenen burjuvazinin kontrolünde muhtevası ekseriyetle değiştirilmiş bambaşka bir siyasi, sosyal ve ekonomik düzenin doğmasına yol açacaktır. Kentlerin siyasetle uğraşmaya başlaması, bölgesel hükümdar ile feodal imtiyaz sahipleri arasındaki güç dengesinin ilki lehine dönmesi, imtiyaz sahiplerinin bölgesel yönetime katılım koşulları ve bu katılımın gerçekleştiği yapıların değişime uğramasını belgeler nitelikteydi. Oluşturulan kent meclislerinin etkinliği ve aristokrasinin yükselişinin nedeni, değişen ve gelişen ticari ilişkiler bazında yegâne tetikleyici unsur değilse de bu unsurların en mühimlerinden biri olarak zikredilebilir.
Avrupa’da takriben XVI. yüzyıldan itibaren yönetimde etkin olmak isteyen bir sınıfın yani aristokrasinin doğuşu, kralların egemenlik alanına doğrudan bir engel niteliğinde olması, kralların ve onların danışmanlarının üzerinde düşünmesi gereken bir sorun haline gelmiştir. İşte bu düşünüşün sonunda mutlakiyetin nüveleri hazırlanmış olabilir nitekim, aristokrasiye bizzat kral tarafından saray bürokrasisi içerisinde görevler bahşedilmiş ve bu içselleştirme sayesinde kral, aristokrasiyi kontrolü altında tutmayı başarabilmiştir. Fakat bu kontrolü nasıl gerçekleştirdiği noktasında tarihsel bağlamın bir modus vivendi[2] aracılığıyla şekillendiğini de akıldan çıkarmamakta fayda vardır.
Mutlakiyete doğru evrilen ve çoğu kez bir homojenleştirmeye dayalı bu devlet anlayışı erken modern dönem Avrupa’sının tarihsel gerçekliklerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Aristokrasiyi kendi bünyesine dahil eden saray bürokrasisi ile birlikte kralın “üstün egemenlik hakkı”nın tescillenmesinin ardından, yönetim ve siyaset felsefesi üzerine kaleme alınan eserlerin etkisini gözden kaçırmamalıyız. Zira İngiliz felsefeci Thomas Hobbes (d. 5 Nisan 1588- ö. 4 Aralık 1679)’un 1651 yılında yazdığı Leviathan adlı eser, insan doğasının kötülüğünden yola çıkarak, herhangi bir “anarşi” ortamına izin vermemek adına, yurttaşların egemenlik haklarını krala devretmesi gerektiğini savunur. Egemenliğin koşulsuz devretme meselesini değerlendirirken Hobbes’un bu “anarşi” ortamının tamda içerisinde olduğunu unutmamak gerekir çünkü, İngiliz iç savaşının kanlı çatışmalarına şahit olan yazarın insan doğası ile ilgili karamsar bir perspektife sahip olması pekte şaşırtıcı değildir.
Hobbes’un bu modeli, Avrupa’nın geneline sirayet etmiş ve mutlaki devlet modelinin başta Fransız ve Prusya monarşileri tarafından erişilmesi gereken bir hedef olarak görülmüştür. Egemenlik hakkının tek bir kralda birleştirilmesi, XIII. ve XIV. Louis (Güneş Kral) tarafından Fransa’da etkin kılınmaya başlamıştır. Nitekim 1629 yılında Kardinal Richelieu, efendisi XIII. Louis’ye ithaf ettiği ve kraliyet politikalarının nasıl olması gerektiğini özetlediği bir yazısında şöyle diyordu:
Egemen olma isteklerinden dolayı ülkenin iyiliğine her zaman ters düşecek çevreleri sayıca azaltın ve yetkilerini kısıtlayın. Haşmetmeaplarınıza güçlü güçsüz herkes tarafından mutlak surette itaat edilmesini sağlayın.
Richelieu’nun burada kastettiği hedef öncelikle soylulardı ve bunların direnişi uzunca bir süre ancak kasıtlı ve acımasız politikalar sonucunda kırılabilecekti. Bunun dışında soyluların yahut burjuvanın krallığa kayıtsız teslimini gerektiren dışsal tehlikeleri de hesaba katarsak, bu sınıfın saray etrafında olmaması gibi bir seçeneği pekte yoktur. Görüldüğü gibi bir modus vivendi’nin varlığı burada yine tescillenmektedir.
Peki ya bir modus vivendi’yi veyahut, Kardinal Richelieu’nun Fransız kraliyet politikalarını yönlendirdiği gerçeğini biliyorsak, Avrupa’da bir “mutlak yönetim şekli”nden bahsedebilir miyiz? Ben bu yönetim şeklini bir forces intermediaires[3] olarak değerlendirmeyi uygun buluyorum. Avrupa tarihçiliğinde Aydınlanma mirası olarak “progressivism” yani ilerlemecilik düşüncesi -her toplumun tarihte bir ilerleme sürecinde olduğunu ya da aşamalar ile sürekli reform geçirmesi gerektiğini savunan görüş- uzun yıllar etkisini sürdürmüştü. Nitekim konumuzun temel kaynağı olarak zikrettiğim Schulze’un kitabı da Avrupa Ulus-devlet modelinin meşruiyetini bu tarihsel perspektifte değerlendirmiştir. Bu da doğal olarak Avrupa tarafından XIX. Yüzyılda geliştirilen Oryantalist bakış açısının kaynağını bizlere sunmaktadır.
Bir diğer tartışma konusu Marksist bir tarihçi olan Perry Anderson tarafından ortaya atılmıştır. Anderson, yukarıda bahsettiğimiz yapısal/kuramsal kavramların dayanaklarını sorgulamıştır, mutlakiyetçi sistemin, ne olduğu sorusu üzerinde durmuş ve gerçekten erken modern dönem Avrupa’sında bu sistemin var olup olmadığını kendine bir problematik edinmiştir. Bu edinimin sonrasında Anderson, kralın haricinde yönetim mekanizmasında boy gösteren ve ağırlığı olan burjuvanın konumunun ne olduğu sorusunu yöneltse de tatmin edici bir açıklama yapmaktan kaçınmıştır. Bu sorgulama biçimi tıpkı feodalite kavramının tarihçiler için hangi anlama tekabül ettiğini ve bu alandaki tartışmaların kapısını aralayan bir hareket noktası olması açısından oldukça önemlidir.
Sonuç Yerine
Tarihçilik ya da tarihyazımcılığı, daha önceden belirlenmiş ve kalıplaşmış kavramlardan sıyrılarak icra edilmesi gereken bilimsel bir disiplindir. Kavramların içeriğini sorgulamak, dayanaklarını yer yer çürütmek tarihçinin belki de en has görevidir. Tarihi, bir siyaset felsefecisinden ayıran en önemli nokta ise tam da burasıdır: tarihçi “ideal” olanı aramaz, ideal olarak kabul edilenin içini açar ve kökenini sorgular. Bugün dünyada feodalite, mutlakiyet vb. gibi kavramları değerlendirirken bir ön kabulleniş ile hareket etmemek gereklidir fakat diğer yandan paradigma kurmadan tarihsel metin yazılamaması sorunsalı ise, mesleğin en büyük paradokslarından birisidir…
Gökhan Toka
blog@sosyalbilimler.org
sosyalbilimler.org Blog Yazarı
Dipnotlar
[1] Bu yazı Hagen Schulze’un, Avrupa’da Ulus ve Devlet adlı eseri temel alınarak yazılmıştır.
[2] Modus Vivendi (Lat.): Karşılıklı geçici barış. Birbirini idare etme politikası.
[3] Forces İntermediaries (Lat.): Güçler arasında gerçekleşen bir bağlaşıklık.
Yasal Uyarı: Yayımlanan bu yazının tüm hakları sosyalbilimler.org‘a aittir. Söz konusu metin, izin alınmadan başka bir web sitesinde ya da mecrada kısmen veya tamamen yayımlanamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, içeriğinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Aksi taktirde bir hak ihlali söz konusu olduğunda; sosyalbilimler.org, 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun ve 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince maddi ve manevi tazminat davası açabilir. Ancak yazının bir bölümü, alıntılanan yazıya aktif link verilerek kullanılabilir. Her türlü alıntı, (her müstakil yazı için) 200 kelime ile sınırlıdır. Alıntı yapılan metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Bu metinde yer alan görüşler yazara aittir ve sosyalbilimler.org’un editöryel politikasını yansıtmayabilir.