Aydınlar özerkli ve bağımsız bir takım mıdırlar, yoksa her toplumsal takımın kendi aydın uzmanlar bölüğü var mıdır? Karmaşık bir sorundur bu. Çünkü, bugüne kadar çeşitli aydın bölüklerinin yetişmesindeki gerçek tarihsel oluşum değişik biçimler almıştır.
Bu biçimlerin en önemlileri ikidir:
1. Ekonomik üretim dünyasında, temel bir görevin doğuş alanında ortaya çıkan her toplumsal takım, kendisiyle birlikte, organik olarak, bir ya da bir kaç aydın katı yaratır. Bu aydın katları, toplumsal takıma, yalnız ekonomik alanda değil, politika ve toplum alanlarında da, türdeşliğini ve görev bilincini verir:
Kapitalist işletme sahibi, kendisiyle birlikte, hem endüstri teknisyenini, ekonomi bilginini yaratır, hem yeni bir kültürün, yeni bir hukukun vb. nin örgütleyicisini. Şunu gözden kaçırmamak gerekir ki, işletme sahibi yüksek bir toplumsal çabayı temsil eder. Bu çaba da, az çok bir yönetme yetisi ile teknik yeti (yani düşünsel bir yeti) yer alır: İşinin ve girişiminin oldukça sınırlı alanı dışında, hiç değilse ekonomik üretimine en yakın alanlarda, az çok teknik bir yetisi olmalıdır onun. Yani, işletme sahibi insan yığınlarını örgütleyebilmeli, yürüttüğü işe karşı “para yatırmış olanların” güvenini, kendi mallarına karşı da alıcıların güvenini örgütleyebilmelidir.
İşletme sahiplerinin hepsi değilse bile, içlerinden seçkin bir azınlık, genel olarak, gerek kendi işlerinin karmaşık düzeni, gerek kamusal düzen içinde ortaklığı örgütleyecek yetide olmalıdır. Çünkü, ya kendi sınıflarının gelişimine en elverişli koşulları yaratmaları, ya da, hiç değilse, işletmenin dışarıyla olan ilişkilerini örgütleyebilecek “uzman görevlileri”ni seçecek yetiye sahip olmaları gerekir. Denebilir ki, her yeni sınıfın, kendisiyle birlikte yarattığı ve gelişimi boyunca yetiştirdiği “organik” aydınlar, çoğu zaman birer “uzmanlaşma”dır; yeni sınıfın yarattığı toplumsal tiplerin ilk çabalarını bazı yönleriyle temsil eden birer “uzmanlaşma”. [Bu konuda Mosca’nın Elementi di scienza politica (yeni baskı, 1923) adlı eserini incelemek gerek. Mosca’nın “politik sınıf”ı, baştaki toplumsal takımın aydınlar bölüğünden başka bir şey değildir: “Politik sınıf” kavramı, aydın olayını ve aydınların devlet ve toplum içindeki görevlerini tarih açısından bir başka yoruma bağlama çabasıdır.]
Derebeylik döneminin beyleri de, askerlik alanında az çok teknik bir yetiye sahiptiler. Nitekim, aristokrasi askerlik alanındaki teknik yeti tekelini yitirir yitirmez, derebeylikte buhran baş göstermeye başlamıştır. Ama, daha önceki klâsik dünyada olduğu gibi, derebeylik dünyasında da aydınların yetişmesi, üzerinde ayrıca durulması gereken bir sorundur: Bu yetişme ve yetiştirme çabası da bir takım yönler ve biçimler almıştır ki onların da somut olarak incelenmesi gerekir. Böylece, dikkat edilirse, üretim dünyasında önemli bir görevi olan köylü yığınının kendine özgü “organik” aydın yetiştirmediği, herhangi bir aydın katını da benimsemediği görülür. Oysa, başka toplumsal katlara bağlı aydınların büyük bölüğü köylü yığını içinden çıktığı gibi, geleneksel aydınların çoğu da yine köyden çıkmaktadır.
2. Ama, bir önceki ekonomik yapıdan gelen ve onun gelişiminin bir yönünü temsil eden her toplumsal temel takım [Toplumsal “temel” takımlar, tarih bakımından, iktidarı ve öbür sınıfların yönetimini üzerine alacak güçte idiler ya da güçtedirler: Burjuva sınıfı ve proletarya, örneğin, böylesi takımlardır.], tarih yüzüne (hiç değilse bugüne kadarki tarih yüzüne) çıktığı zaman, kendinden önce var olan bir takım aydın bölükleri bulmuştur. Bunlar, galiba, toplum ve politika alanında, en karmaşık ve en köklü değişmelerin bile durduramadığı tarihsel sürekliliğin de temsilcileri olmuşlardır.
Bu aydın bölüklerinin en tipiği Kiliseye bağlı aydınlar bölüğüdür ki, bunlar uzun süre, din ideolojisini, yani o dönemin felsefe ve bilimini, okul, eğitim, ahlâk, adalet, hayırseverlik ve yardım işleri gibi bir takım önemli görevleri tekellerinde tuttular. Kilisenin aydınlar bölüğüne, toprak aristokrasisine organik olarak bağlı bir aydın bölüğü gözüyle bakılabilir: Bu bölük, hukuk bakımından aristokrasiyle bir tutulmakta ve toprağın feodal mülkiyetini kullanma ve ona bağlı devlet ayrıcalıklarından yararlanma hakkını paylanmaktaydı. [Bu aydın bölükleri içinde en önemlisi, belki de ilkel toplumlardaki saygınlığı ve gördüğü toplumsal görevi dolayısıyla “rahipler” bölüğü dışında, geniş anlamında hekimlerdir, yani ölümle ve hastalıklarla “savaşan”, ya da böyle görünenlerin bölüğüdür. Bu konuda Arturo Castiglioni’nin Storia della medicina (Tıp Tarihi) adlı eserine bakmak gerekir. Şunu unutmamalıdır ki, dinle hekimlik arasında bir bağlantı vardır ve bu bağlantı bazı bölgelerde süregelmektedir: Örneğin, bazı örgütlere bağlı hastahaneler rahip ve rahibelerin yönetimindedir. Ayrıca hekimlerin bulunduğu bir çok yerde rahipler de görülmektedir. (Şeytan ve cinleri kovmak için yapılan dualar vb.) Birçok din ulularına, aynı zamanda, mucize yaratan, ölüleri dirilten birer “şifacı” gözüyle bakıldığı olmuştur. Kıratlar için de uzun süre aynı inanç beslenmiş, örneğin ellerini dokundurarak hastaları iyi ettiklerine inanılmıştır. (Gramsci’nin notu)] Ama papaz sınıfının bu üstyapı tekeli kavgasız yürümediği gibi, bir takım kısıtlamalardan da kurtulamamıştı. Bundan ötürü, çeşitli biçimler altında başka başka bölüklerin (ki bunların somut olarak araştırılıp incelenmesi gerekir) doğduğu ve kralın merkezci gücüyle desteklenerek mutlakçılığa varacak ölçüde geliştiği görülmüştür. Böylece, yavaş yavaş özel ayrıcalıklı bir yargıçlar aristokrasisi, bir yöneticiler katı vb. doğmuştur: Bilginler, kuramcılar, laik filozoflar vb…
Bu çeşitli geleneksel aydın bölükleri, bir “birlik ruhuna”, tarih bakımından kesintisiz bir sürelilik, özel bir nitelik bilincine vardıkları için, kendilerini egemen toplumsal takımdan ayrı, ondan bağımsız saymaktadırlar. Kendilerinin yarattığı bu durum, ideolojik ve politik bakımdan önemli sonuçlar doğurmuştur: Bütün idealist felsefe, aydınların toplumsal karmaşığınca alınan bu tutuma kolayca bağlanabilir ve aydınların kendilerini “bağımsız”, özerk ve özel niteliklere sahip sanmalarına yol açan toplumsal “Ütopya” [Aydınların kendilerini egemen sınıftan bağımsız saymalarını sağlayan “Ütopya” ile “idealist” kavramı arasındaki bağlantı şuradan gelmektedir: İdealiste düşünüşe göre, gerçeği düşünce, yani idea yaratır, yoksa gerçek düşünceyi değil.] deyiminin sınırları da saptanabilir.
Bununla birlikte, şunu da göz önünde tutmak gerekir ki, Papa ile Kilise uluları, senatör Benni ve Angelli’ye [Angelli ile Benni senatör ve İtalyan kapitalizminin iki büyük temsilcisiydiler: Angetti Fiat’ın, Benni de Montecatini’nin başlıca hissedarlarıydılar.] inat, kendilerini İsa’ya ve havârilere bağlı saymaktadırlar. Oysa, Gentile ile Groce için aynı şeyi söyleyemeyiz; örneğin, özellikle Croce, Aristo’ya ve Platon’a sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmekle birlikte, senatör Angelli’ye bağlılığını da gizlememektedir. Groce felsefesinin en önemli özelliğini de asıl burada aramak gerekir. [Croce, Angelli ile Benni’yi hiç tanımadığını ileri sürmüştür. Burada Gramsci’nin onları tanıdığını söylemediği açıktır. O daha çok, Croce’nin, kültür alanında, büyük İtalyan kapitali ile ilgili gelişimin belli bir aşamasındaki ekonomik ve politik gerekliliğini dile getirdiğini anlatmak istemiştir.]
“Aydın” kavramının “en geniş” sınırları nedir? Değişik ve apayrı bütün düşünce çabalarını belirleyen, bunları başka toplumsal takımlarınkinden kesinlikle ayıran tek bir ölçü bulunabilir mi? En yaygın yöntem yanlışlığı, bana kalırsa, bu ölçüyü düşünce çabalarının özünde aramaktır. Bence, bu ölçüyü, düşünce çabalarının bir araya geldiği karmaşık toplumsal ilişkilere bağlayan tüm ilişkiler sisteminde aramak gerekir. Aslında, işçiyi, ya da proleteri belirleyen nitelik, özel olarak kol ve bedenle, ya da araçlarla gördüğü iş değil, belirli koşullar altında ve belirli toplumsal ilişkiler içinde yaptığı iştir. (Kaldı ki, salt el kol beden çalışması diye bir şey de yoktur ve Taylor’un “insana alışmış” goril deyimi de belli bir yönde, bir sınır göstermek için kullanılmış bir benzetmedir sadece: Her hangi bir beden çalışmasında, hattâ en mekanik ve en kaba bir çalışmada bile, ne kadar az da olsa, bir teknik ustalık, yani, ne kadar az da olsa, yaratıcı bir düşünce çabası vardır. Daha önce de görüldüğü gibi, işletme sahibi, görevi gereği, belli bir ölçüde, bir takım düşünsel niteliklere sahip olmak zorundadır. Onun toplumsal kişiliğini, bu yetilerden çok, patronun endüstrideki durumunu niteleyen bir takım genel ilişkiler belirlemektedir.)
İşte, bundan ötürü denebilir ki, bütün insanlar aydın kişilerdir. Ama bütün insanlar toplumda aydının gördüğü işi göremezler. [Nitekim, hayatının herhangi bir anında her insanın yumurta pişirdiği, ya da ceketinin söküğünü diktiği olabilir. Buna bakıp, herkesin aşçı ya da terzi olduğunu ileri süremeyiz. ( Gramsci’nin notu)]
Aydın olanla aydın olmayan arasında bir ayrım yapıldığı zaman, aslında, yalnız aydınların kendi meslek dallarındaki toplumsal görevleri hesaba katılır ki, bu da, özel meslek çalışmalarında ağır basan yöntem göz önünde tutuluyor demektir. Ama, düşünce ve beyin çabası ile kol ve sinir çabası arasındaki orantı herkeste eşit değildir, onun için de, özel düşünce çabalarının çeşitli basamakları vardır. Düşüncenin karışmadığı hiç bir insan çabası yoktur ve homo faber‘i homo sapies’ten ayıramayız. [Lâtince deyimler: kol çalışması ve kafa çalışması anlamında: işleyen adam ve bilen adam.] Her insan, mesleği dışında herhangi bir düşünce çabası gösterir. Her zaman bir “filozof”, bir sanatçıdır o; belli bir beğenisi vardır, bir dünya görüşüne katılır, bilinçli bir ahlâk görüşüne göre davranır. Öyleyse, belli bir dünya görüşünü destekleme, ya da bu görüşü değiştirme, yani yeni yeni düşünce biçimleri yaratma işinde bir payı vardır.
Yeni bir aydın katı yaratma sorunu, demek oluyor ki, herkeste belli bir gelişim aşamasında var olan kafa çabasını, eleştirel yoldan geliştirmektir sadece. Bunu da, yeni bir denge kurmak amacıyla, bu çabanın kol ve sinir çabasıyla olan ilişkisini değiştirmekle, fizik ve toplumsal dünyayı durmadan yenileyen pratik, genel bir çaba olan kol ve sinir çabasını yepyeni ve tüm bir dünya görüşüne temel yapmakla gerçekleştirebiliriz ancak. Her yerde görülen geleneksel aydın tipini, edebiyatçı, filozof ve sanatçıda bulmaktayız. Onun için, kendilerini edebiyatçı, filozof, sanatçı sayan gazeteciler de birer “gerçek” aydın olduklarını sanırlar. Bugünkü dünyamızda, endüstriyel çabaya, hattâ en ilkel ve değersizine bile sıkı sıkıya bağlı olan teknik eğitim, yeni aydın tipinin temelini atmak zorundadır.
İşte, L’Ordine nuovo (Yeni düzen adlı haftalık gazete), yeni intellectualisme’in bazı biçimlerini geliştirmek ve onu yeni biçimlerde ele almak amacıyla bu üzerinde çalışmıştır ve başarısında da bunun hatırı sayılır bir yeri olmuştur. Çünkü, sorunu bu türlü ortaya koymakla, bir takım sürekli dilekleri karşılamakta ve hayatın gerçek biçimlerinin gelişimine uygun düşmekteydi. Yeni aydının özelliği, söz ustalığında, yani duyguları ve tutukları bir an için harekete getiren bu dış güçte aranmıyor artık. Bu yeni özellik aydının, pratik hayata yapıcı, örgütleyici, “sürekli inandırıcı” olarak karışmasındadır. Çünkü o, sadece söz ustası değildir artık. Bununla birlikte, soyut matematik bir kafanın da üstündedir. Teknik-iş’ten bilim-iş’e ve hümanist tarih görüşüne yükselir ki, onusuz, insan sadece bir uzman kalır ve “yönetici” (uzman + politikacı) olamaz. [Burada Gramsci’nin düşündüğü aydın tipi, işçi sınıfının politik örgütüne ve bu örgütün gelişimine organik olarak bağlı aydındır. Bu yeni yönetici aydın tipinin, güzel söz sanatına ve “duygu” öğesine önem veren geleneksel politika babalarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Tam tersine, üretim, teknik ve ekonomi sorunları konusundaki bilgisi yanında, gerçeğe genel açıdan (bir hümanist ve tarihçi gibi) bakmasını bilmesi ve onun değiştirmeye çalışması gereklidir.]
Böylece tarihsel olarak, düşünce görevinin işleyişinden bir takım uzman bölükleri yetişmektedir. Bunlar, bütün toplumsal takımlara ilişkin olarak yetişirler ve egemen toplumsal takımla sıkı sıkıya ilgili olarak da daha geniş bir çabayı gerektirirler. Başa geçmek isteyen her takımın en önemli özelliklerinden biri geleneksel aydınları “ideolojik olarak” kendine dönüştürme ve kazanma yolunda yaptığı savaştır. Bu takım, organik aydınlarını yetiştirdiği ölçüde, bu dönüştürme ve kazanma işini daha çabuk ve etkili olarak gerçekleştirebilir.
Ortaçağ dünyasında meydana çıkan toplumlarda, (geniş anlamda) eğitim ve öğrenim alanındaki çabalar ve örgütleme işlerinin ulaştığı büyük gelişme, aydın bölükleriyle görevlerinin, bugünkü dünyada ne büyük bir önem kazanmış olduklarını göstermektedir: Her insanın, “aydınlığın” derinleştirmeye ve geliştirmeye nasıl çalışılmışsa, uzmanlıkların arttırılmasına ve inceltilmesine de öyle önem verilmiştir.
Okul, çeşitli basamaklarda aydın yetiştirmeye yarayan bir araçtır. Türlü devletlerde aydın görevinin karmaşıklığı, nesnel olarak, uzmanlaşmış okul sayısına ve bu okulların aşama sırasına göre ölçülebilir: Eğitim “alanı” ne denli geniş olursa, okulun “düşey” “basamakları” o denli çok olur ve bir devletin kültür dünyası ile uygarlığı da o ölçüde karmaşık bir düzeye ulaşır. Endüstriyel teknik alanında bir kıyaslama terimi bulunabilir: Bir memleketin endüstrileşmesi, başka makineler yapmaya yarayan makinelerin yapımı ile ilgili donatımla ölçülür. Ayrıca, bu makineleri yapmaya yarayan makine ve araçları yapabilecek daha ince makineler meydana getirmeye yarayan makine ve araçların yapımı ile ilgili donatımla da ölçülür. Bilim laboratuarlarına araçlar ve bu araçları doğrulayan başka araçlar sağlama balonundan en iyi donatılmış memlekete, teknik ve endüstri alanında en karmaşık örgütü kurmuş, en uygar bir memleket gözüyle bakılabilir. Aydınların hazırlanması ve bu hazırlığa adanmış okullar için de durum aynıdır; okullar yüksek kültür enstitülerine dönüşebilirler. İlk öğretimin mümkün olan en büyük genişlemesi ve ara basamakların büyük çoğunluğa açılmasında gösterilecek en büyük çaba, ister istemez, en incelmiş kültürlü teknik uzmanlığa götürmek zorundadır. En yüksek düşünce yetilerini seçip yetiştirmek —yani, yüksek kültür ve tekniğe demokratik bir yapı sağlamak için— mümkün olan en geniş temeli yaratma zorunluğunun sakıncaları yok değildir elbette: Bu yoldan, bütün toplumlarda olduğu gibi, orta aydın katlarında geniş işsizlik buhranları yaratılmış olur.
Şunu göz önünde tutmak gerekir ki, gerçekte aydın katlarının yetişmesi, soyut bir demokratik alan da değil, çok somut geleneksel ve tarihsel oluşlara göre gerçekleşmektedir. Geleneksel olarak, aydın “üreten” toplumsal katlar meydana gelmiştir. Bu katlar, genel olarak, “biriktirim” de, yani, küçük ve orta toprak burjuvazisi ile küçük ve orta şehir burjuvazisinin bazı katlarında uzmanlaşmışlardır. Çeşitli okul (klâsik ve meslek okulu) tiplerinin “ekonomik” alana dağılışı, ayrıca bu toplumsal katlara bağlı türlü bölüklerin değişik özlemleri, çeşitli düşünce dallarının üremesine ve uzmanlaşmasına yol açar, ya da bu dallara biçim verir. Örneğin, İtalya’da, köy ve kasaba burjuvazisi, özellikle, kamu görevlileri ile serbest meslek adamları yetiştirir. Şehir burjuvazisi ise, endüstri için teknik adamlar üretir: Bundan ötürü, Kuzey İtalya’da teknik adamlar, Güney İtalya’da da, daha çok, kamu görevleriyle serbest meslek adamları yetişmektedir.
Aydınlarla üretim dünyası arasında, toplumsal temel takımlarda olduğu gibi, doğrudan doğruya bir ilişki yoksa da, bütün toplumsal dokudan tâ üstyapı karmaşığına kadar (ki aydınlar onun “görevlileridir”) çeşitli basamaklarda “dolaylı” bir ilişki vardır. Çeşitli aydın katlarının “organik” özelliğini, belli başlı bir toplumsal takım ile olan az ya da çok sıkı ilişkilerini, yukarıdan aşağıya doğru bir görev ve üstyapı merdiveni kurarak, ölçebiliriz. Şimdilik, üstyapılarda iki büyük basamak kurulabilir:
- “Sivil toplum” basamağı diyebileceğimiz basamak, yani, kabaca “özel” denilen organizmaların tümünü içine alan basamak,
- “Politik toplum ya da devlet” basamağı.
Bunlar, egemen takımın bütün toplum üzerindeki “egemenlik” (egemonia) görevini karşıladıkları gibi, devlette ve “hukuksal” yönetimde dile gelen “doğrudan doğruya baskı” (dominio) [Gramsci’nin düşüncesinin belli başlı ilkelerinden biri diktatörlük (domino) ile hegemonya (düşünce ve ahlâk yönetimi), yani zorlama .gücü ile bağdaşma (consenso) arasındaki ilişkidir. Her sınıfın gücünü pekiştirmek için, karşı sınıflar üzerinde diktarötlük kurması, ama çağdaş olarak da, kendisine karşı olmayan toplumsal sınıfların ve katların yönetimini sağlaması gerekir.] ya da kumanda görevini de karşılamaktadır. Bunlar da örgütleme ve görevleridir. Aydınlar, egemen sınıfın “elçileridir”. Yerine getirdikleri görevler toplumsal hegemonya ve politik yönetimdir, yani:
- Halkın büyük çoğunluğunun egemen temel takım aracılığıyla toplum hayatına çizdiği yöne “kendiliğinden” verdiği onay (ki, bu onay, tarihsel olarak ve egemen takımın üretim dünyasındaki görevi dolayısıyla, kazandığı saygınlıktan, dolayısıyla güvenden doğar).
- Gerek etken gerek edilgen hiç bir “onay”a yanaşmayan takımların “yasa yoluyla” disiplini sağlayan devletin zorlama aracı. Ama bu araç, “kendiliğinden” onay niteliği kazanamaması halinde, kumanda ve yönetim de meydana gelebilecek buhran anları göz önünde tutularak, toplumun tümü için kurulmuştur.
Sorunu bu biçimde ortaya koymak, aydın kavramını çok geniş tutmak olursa da, gerçeğe az çok somut olarak varmanın tek yolu da budur. Sorunun bu biçimde ele alınması bir takım sınıf önyargılarıyla çatışmaktadır: Gerçekte, toplumsal hegemonya ile devlet egemenliğinin (domoniö) örgütleme görevi, az çok bir işbölümü, dolayısıyla da, bütün bir yetkiler merdiveni yaratmaktadır ki, bunlardan bazılarının artık hiç bir yönetim ve örgütleme rolü kalmamıştır. Topluma ve devlete yön verme mekanizmasında el kol ve araçlarla yapılan bir sürü iş vardır (ki bunlar, yaratma işi değil, uygulama işidir; bu işleri yapanlar birer görevlidir, ya da sadece verilen işi uygulayanlardır). Böyle bir ayırım yapmak gereklidir, başka ayırımlar yapmak gerektiği gibi. Gerçekte, düşünce çabasında, özünlü olarak, çeşitli basamakları birbirinden ayırmak gerekir ki, bu basamaklar, bazı engelleme anlarında gerçek bir nitelik ayrılığı gösterirler: En yüksek basamağa, çeşitli bilim, felsefe ve sanat vb. yaratıcılarım; en alt basamağa da, daha önceki, birikmiş, geleneksel düşünce hâzinesinin en alçak gönüllü “yöneticileri”ni ve yayıcılarını koymak gerekir. [Bu halde de askerlik örgütü bu karmaşık basamaklanmaya örnek olarak gösterilebilir: Astsubaylar, üstsubaylar, kurmaylar, bir de gerçek önemleri sandığımızdan büyük olan birliklere bağlı çeşitli basamaklar. İşin ilginç yanı, bütün bu öğelerin kendilerini birbirlerine bağlı hissetmeleri ve bundan “gurur” duymalarıdır.]
Bugünkü dünyada, bu çeşit aydın bölüğü, görülmedik ölçüde gelişmiştir. Demokratik-bürokratik toplum düzeni, hatırı sayılır bir takım yığınlar yaratmıştır ki, bunların hepsini (egemen takımın politik zorunlukları gerektirse bile) üretimin toplumsal zorunluğu haklı göstermez. Onun için, Loria’nın “üretici olmayan işçi” [“Üretici olmayan işçi” kavramı, Loria’nın 1909’da basılan ve sonradan yeni baskıları yapılan Corso di economia politica adlı eserinde anlatılmaktadır. Loria’ya göre, “üretici olmayan işçiler”, şairler, filozoflar, her çeşit yazarlar, hekimler, avukatlar, profesörler vb.dir. Bunlar “mal sahipleri”ne, (kapitalistlere) karşıdırlar. Çünkü, mülk sahipleri, gördükleri hizmetlere daha az karşılık ödemek için, onların sayılarını arttırmak isterler. Oysa onların yararı bunun tam tersidir. Bu, Loria’nın sayısız garipliklerinden biridir.] kavramını (ama kime ve ne çeşit bir üretim biçimine göre üretici olmayan?), bu yığınların ulusal gelirden çok büyük bir pay elde etmek için durumlarından ne ölçüde faydalandıklarını hesaba katarsak, anlayabiliriz ancak. Yığınların yetiştirilmesi, bireyleri gerek kişisel nitelikleri gerek psikolojileri bakımından, belli bir takım kalıplara sokmuş ve böylece, bütün kalıplaştırılmış yığınlarda görülen olayların meydana gelmesine yol açmıştır: Meslekler için savunma örgütleri kurma zorunluğu yaratan yarışma, işsizlik, diplomalıların aşırı ölçüde yetişmesi, göçler vb…
Künye — Antonio Gramsci, Aydınlar ve Toplum, Çev. Vedat Günyol, Çan Yayınları, 1967, s.17-31
Yorum Yazın